Erdoğan rejimin tek karar alıcısı mı?

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Bu yazıda rejimin oluştuğu 2013-2019 yılları arasında meydana gelen bazı olayları kronolojik sırayla hatırlatmak istiyorum. Sadece bu olayları aktaracağım. Onların hangi bağlamda, hangi konjonktürde, hangi koşullarda gerçekleştiğini izah edeceğim. Bu yaşanan olayların hangi siyasi kararlarla bir korelasyon ilişkisi içinde olduklarını ortaya koyacağım. Yani bu yaşanan olaylar o siyasi kararları belirlemiştir iddiasında olmadan, sadece olaylarla kararlar arasındaki olası bağlantıyı göstereceğim. Son olarak, yaşanan süreçten sonra Türkiye siyasi sisteminde, devlet yapısında ve Türk Silahlı Kuvvetlerinde meydana gelen değişiklikleri, bu yaşanan olaylar çerçevesinde yorumlayacağım. Bazılarının son zamanlarda ileri sürdükleri “komplocu yaklaşım” suçlamalarına olanak vermemek için, bu ilişkileri herhangi bir kavram altında isimlendirmeyeceğim. Okur, kendi yorumu doğrultusunda bu olayları zaten istediği şekilde anlamlandıracaktır eminim.

Sosyal bilimler idiografik ve nomotetik olmak üzere iki temel yaklaşım çerçevesinde sosyal evrende gerçekleşen olayları yorumlar. İdeografik sosyal olayların tekilliği – sosyal singularite – yaklaşımından hareket eder ve olaylar arasında bağ kurmak gibi bir meta hedef gütmez. Öte yandan diğer konsept olan nomotetik yaklaşım, olaylar arasında bağ kurmaya ve genellemelerde bulunmaya çalışır. İdiografik yaklaşım süreçleri açıklamak değil, olmuş-bitmiş sosyal tekillikleri yorumlamak isterken, nomotetik yaklaşım olayları birbirleriyle bağlantılı bir zincir gibi okumaya çalışır ve bu sayede, gerçekleşmekte olduğuna inandığı bir süreci ortaya koyar. Bu sayede geçmiş-şimdiki zaman ve gelecek düzleminde bir “gidişatı” keşfetmeye ve açıklamaya çalışır. Tarih, arkeoloji, sanat tarihi, teoloji gibi alanlar idiografik yaklaşımı kullanırken, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler, sosyoloji gibi alanlar nomotetik yaklaşımı kullanırlar.

Ben bir siyaset bilimci olarak nomotetik yaklaşımı kullanıyor, Türkiye’de meydana gelen sistem dönüşümünü (demokratik çöküşü), ilk bakışta birbirlerinden kopuk gibi görünen parçaları masaya yatırıp, onlar arasındaki olası korelasyonları, ampirik gözlemler çerçevesinde ve bulabildiğim kanıtlar ekseninde ortaya koymaya çalışıyorum. Bu sayede bazı hipotezlere (varsayımlara) ulaşıyor, onları kanıtlamak ya da onların aksini ispat etmeye (yani onları test etmeye) çabalıyorum. Bunları yaparken, elbette tüm sürece ışık tuttuğumu söyleyemem. Bu zaten sosyal bilimlerde neredeyse imkânsız, beyhude bir çaba olurdu. Bundan ziyade, mümkün olduğu kadar yapbozun parçalarını ortaya koyarak, büyük resmi ve genel gidişatı görmeye gayret ediyorum. Ortaya konan hipotezler birer mikro açıklama modelidir. Bu modeller ile gerçek arasında ilinti olsa bile, esas gerçek kısmen veya tamamen bu açıklama modellerinden farklılık arz edebilir. Eğer ortaya konan açıklama modeli (hipotez) gerçekte olan olayları yeterince izah edemiyor ya da modelin varsayımları sürekli ilerleyen süreçteki çıktılarla çelişiyorsa, bu modelin geliştirilmesi veya tümden terk edilerek yeni açıklama modelleri üzerinde çalışılması gerekmektedir. Biz bu uğraşıların tümüne sosyal bilim diyoruz.

Şimdi bu kuramsal ve metodolojik açıklamalardan sonra, sadede gelelim.

Ben yazılarımda çok kaba hatlarla iki şeye yoğunlaşıyorum. Bunlardan birincisi, Türkiye’de yerleşik demokratik hukuk devleti (bu devletin ne kadar demokratik ve he kadar hukuk devleti olup olmadığını sorgulamadan, olan seviyeden hareketle) neden çöktü sorusudur. Bu bağlamda bir karşılaştırmalı siyaset konusudur. İkincisi, Türk dış politikası son altı yıl içinde AB ile tam üyelik müzakerelerinde olan bir Batılı NATO ilkesiyken, neden bir anda istikamet değiştirerek, 180 derecelik bir dönüşle Rusya-Avrasya yörüngesine kaydı sorusudur. Bu iki sorunun yanıtlarının, 2013-2019 yılları arasında meydana gelen bazı iç siyasi olaylarla açıklamak durumundayız. Çünkü nomotetik sosyal bilimlerde bilimsellik bir neden-sonuç (en azından korelasyon) kurma çabası gerektirir. Ben size bu yazıda, yukarıda vurguladığım gibi, sadece gözlemlediğim olayların kronolojik bir dökümünü vereceğim. İnsan, doğası ve zekası gereği, olaylar arasında korelasyon kurabilen bir varlıktır. Bunu yapmak için ille de bilim insanı olmanıza gerek yoktur. Mantık dediğimiz şey, bize bunu otomatikman yaptırıyor. Buna “örüntü” deniliyor. Herkes sıraladığım olaylardan sonra istediği “”örüntüyü” kurabilir. Benim inancım, aklını-mantığını kullanarak örüntü kuracak insanların, bu doneleri okuduktan sonra ortak bir sonuca varacaklarıdır. Sonucu size ben söylemeyeceğim. Onu lütfen kendiniz bulmaya çalışın.

Mayıs 2013 yılında Gezi Parkı protestoları başladı. Erdoğan hükümeti bu protestoların kitleselleşmesinden sonra orantısız güç kullanarak protestoları bastırdı. Protestolar Erdoğan hükümetini iktidarlarını salladığı için çok korkutmuştu. Bu ağır depremden sonra, 17 Aralık 2013’te (yani Gezi’den yaklaşık 7 ay sonra) yolsuzluk soruşturmaları skandalı patlak verdi. Açık kanıtların ortaya koyduğu üzere, iktidar yolsuzluğa karışmıştı. İnternette dolaşan fısıltılı telefon görüşmelerini ve paraların sıfırlanması tapelerini sanırım duymayan yoktur. Bu skandal, Erdoğan ve yakın çevresinin Yüce Divan’da yargılanması ihtimalini çok yükseltti. Hükümet bunun bir darbe girişimi olduğunu ileri sürdü ve bu girişimin Gülen Cemaati tarafından organize edildiğini açıkladı (“Paralel Devlet” savı). Kamuoyu buna çok rağbet etmedi ve tapeler viral oldu. Hatta CHP lideri ve MHP lideri bu tapeleri ana gündem maddesi yaptı. İsteyenler bu liderlerin konuşmalarını internette kolaylıkla bulabilir. Bu skandaldan tam bir hafta sonra, 24 Aralık 2013’te, Başbakanlık Başdanışmanı (o dönem Erdoğan’ın sağ kolu ve akıl hocası) Yalçın Akdoğan, Cemaat’in TSK’ya kumpas kurduğunu (Milli Orduya Kumpas makalesi) ileri sürerek, Ergenekon ve Balyoz darbe davalarının Gülen Cemaati operasyonu olduğunu söyledi. Bu sayede a- AKP’nin oyuna getirildiğini ve masum olduğunu ileri sürüyor, b- “paralel devlet” savını güçlendiriyor, c- Cemaat’e karşı pozisyon alarak Ergenekon ve Balyoz sanığı darbeci askerlerle olası bir işbirliği kanalı açılıyordu. Akdoğan’ın bu makalesinden sonra, 10 Mart 2014’te, yani Akdoğan’ın açıklamasından 2,5 ay sonra, Ergenekon’dan hüküm giymiş onlarca tutuklu serbest bırakıldı. Bu serbest bırakılan şahıslar arasında Doğu Perinçek, Mehmet Perinçek, Yalçın Küçük, Org. Şener Eruygur, Org. Veli Küçük, Org. Hasan Iğsız gibi etkili isimler vardı. Bu olaydan tam üç ay sonra, 19 Haziran 2014’te bu kez de Balyoz’dan hüküm giymiş tutuklu şahıslar serbest bırakıldı. Bu serbest bırakılan Balyoz’cu tutuklular arasında Org. Özden Örnek de olmak üzere, tam 13 general ve 70 muvazzaf üst seviye subay bulunuyordu.

Bu olaydan sonra AKP iktidarı Kürtlerle yürütülen Çözüm Süreci’nde giderek ayak sürter bir tavra girdi. 7 Haziran 2015’te HDP Türkiye’nin Türklerin çoğunlukta olduğu batı bölgelerinde de ciddi bir oy artışı yapmasından dolayı ilk kez %10’luk ülke barajını yıkarcasına geçti ve AKP tek başına iktidar olamaz duruma düştü. 11 Temmuz’da KCK yıllardır süren ateşkesi sonlandırdı. Koalisyon görüşmelerinden sonuç alınamadı. Bu görüşmelerde AKP’nin CHP ile koalisyon isteyen tarafının engellendiği ileri sürüldü. 17 Temmuz’da Erdoğan Dolmabahçe Mutabakatı denen memorandumu tanımadığını açıkladı. Bundan tam üç gün sonra, 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta canlı bomba saldırısı oldu. Akabinde 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polis memuru saldırıya uğradı ve hayatını kaybetti. 11 Ağustos 2015’te Çözüm Süreci resmen sonlandırıldı.5 Eylül 2015’te Cizre’de sokağa çıkma yasağı ilan edildi, bu esnada yapılan saldırılarda onlarca sivil hayatını kaybetti. 10 Ekim 2015’te Ankara’da Çözüm Sürecini destekleyen Batış Mitingi’nde terörist bir saldırı gerçekleştirildi ve 102 insan hayatını kaybetti. 1 Kasım 2015’te genel seçimler yeniden yapıldı ve AKP bu kez oylarını dikkate değer oranda arttırdı. Böylece tek başına iktidar oldu.

24 Kasım 2015’te Rusya’ya ait bir S-24 savaş uçağı Suriye-Türkiye sınırında tartışmalı bir bölgede düşürüldü. Rus pilotlardan biri cihatçı fanatiklerce öldürüldü. 15 Temmuz 2016 tarihinde darbe girişiminde bulunan bir grup asker, sistematikten yoksun ve organize olmayan şekilde, TSK personelinin çok küçük bir bölümünün katılımıyla bir askeri darbe girişiminde bulundu. Putin’in danışmanlarından Aleksandr Dugin bu darbe girişimi esnasında Ankara’daydı ve AKP’li üst düzey yöneticilerle görüşerek darbe istihbaratını Türk yetkililerle paylaştığını beyan etti. Bu Türkiye tarafından yalanlanmadı. Darbe girişiminde hayatın olağan akışına aykırı birçok şey oldu. Mesela darbenin Gülen Cemaati tarafından yapıldığını daha darbe başlama esnasındayken ifade eden hükümet, bu savın en önemli kanıtı olarak kullandığı Adil Öksüz’ü elinden kaçırdı. Öksüz’ün mahkemece serbest bırakılmış olması halen bu darbe girişiminin en ciddi belirsizliklerinden biri. Bir diğer tutarsızlık, F-16’larca bombalandığı söylenen TBMM’de meydana gelen hasarlardan anlaşıldığı üzere, blast etkisinin dışarıdan içeri hasar vermesi gerekirken, içeriden dışarıya hasar vermesi oldu. Bu ve benzeri çelişkiler nedeniyle 15 Temmuz darbe girişimi çok şaibeli bir darbe teşebbüsü olarak nitelendi, nitelenmekte.

15 Temmuz’un hemen ardından kitlesel bir gözaltı operasyonu yapıldı. Tutarsızlıklarla ve çelişkilerle dolu bu darbe girişimi kolayca bastırıldı, TSK’daki general ve amirallerin yarısı, subay ve astsubay toplamının önemli bir bölümü tutuklandı, işkence gördü ve tasfiye edildi. KHK’larla üst yargıdan dışişlerine, akademiden polis teşkilatına, bürokrasiden milli eğitime, 150,000 civarında kamu görevlisi ihraç edildi. Bunların önemli bir bölümü gözaltına alındı, bunların da önemli bölümü tutuklandı. 19 Aralık 2016’da Rusya’nın Ankara büyükelçisi Andrey Karlov bir polis memurunun yaptığı suikast sonrası öldürüldü.

TSK’da yapılan astronomik tasfiyelerden boşalan birçok kilit komuta pozisyonlarına Ergenekon ve Balyoz gibi darbe planlarından dolayı hüküm giymiş, ancak 17 Aralık sonrası serbest bırakılmış subaylar atandı. Türkiye iç politikada Kürtlerle açılım-çözüm süreçleri gibi politik metotlar yerine, şahin-askeri politikaları uygulamaya geçti. Suriye’de YPG ile görüşmeleri sonlandırdı. Kuzey Irak’taki Kürdistan bölge yönetimiyle ilişkilerini neredeyse sıfırladı.

Dahası, ABD 15 Temmuz’un baş sorumlusu ilan edildi. AB süreci tümden sonlandırıldı. Türkiye kendi anayasasına uymamaya, insan hakları ve özgürlüklerle alakalı vatandaşlarına garanti ettiği hakları uygulamamaya başladı. NATO ve ABD ile ilişkiler fiilen sonlandı. Türkiye kâğıt üzerinde NATO üyesi olarak gözükse de, uygulamada tüm NATO işbirliklerinden dışlandı. Kendisiyle istihbarat paylaşılmaması gereken bir rejim olarak algılanmaya başlandı. Moskova’nın Türkiye üzerindeki etkisi arttı. Türkiye Suriye’de tümüyle Kremlin’in yörüngesine girdi. En seviyeli ve prestijli gazete ve dergilerde Türkiye’nin artık bir müttefik olmadığına dair yorum yazıları yayınlanmaya başlandı. Müttefik devletlerin değerlendirmelerinde TSK’daki NATO yanlısı subayların 15 Temmuz’da tasfiye edildiği, yerlerine Batı karşıtı fikirleriyle ön plana çıkan kadroların getirildiği vurgulanmaya başlandı.

Tüm bu kökten ve radikal politika değişimlerine ve türbülanslara karşın; Türkiye’de muhalefet rejimin ana iç ve dış siyasi yönelimlerini sorgulamadan kabullendi. Özellikle “FETÖ’nün tasfiyesi” ve Rusya yönelimli dış-güvenlik yönelimi konuları, Erdoğan’dan bağımsız olarak tüm Türkiye’nin muazzam oranda onayladığı bir yönelime dönüştü. S-400 silah sistemlerinin Moskova’dan alınması gibi hayati bir meselede NATO yanlısı bir diskuru benimseyen hiçbir grup kalmadığı görüldü. Hiçbir partinin anayasal özgürlüklerin yeniden sağlanması meselesini gündemine taşımadığı gözlemlendi. 15 Temmuz için kontrollü darbe terimini kullanan CHP lideri, bu ifadeden vazgeçti. Özgürlük yürüyüşü ve tüm tutuklulara özgürlük talep ederken, bu konu CHP liderinin gündeminden düştü.

Ergenekon’un savcısı olduğunu iddia eden Erdoğan’ın “milli orduya kumpas” noktasına gelmesi, 15 Temmuz’a “kontrollü darbe” diyen Kılıçdaroğlu’nun rejimin ana söylemlerini benimsemiş görünmesi düşündürücü. Rejim Erdoğan’dan mı ibaret sorusu, yanıtlanması gerek en önemli soru. Bundan önce, rejimin ne olduğunu anlamaya çabalamak gerekiyor. Bu makalenin bu sorunun yanıtlanmasında okurlara yardımcı olacağını umuyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Ekrem İMAMOĞLU ergenekon un tercih ettiği birisi değil Kılıcdaroğlu Ekrem İmamoğlunu tercih ettiği için Ergenekon tarafından tehdit edildi hatta çubuk ta Kılıcdaroğluna göz dağı verildi.Analizlerinizi sadece Ergenekon tarafından bakmayınız ABD destekli asıl derin devlet Ergenekondan çok daha güçlü ve olaylara hakim

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin