Emre Soncan: Baharda her zamankinden fazla arzu edersin çıkmayı

970 gündür Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan gazeteci arkadaşım Emre Soncan, 3 ay aradan sonra okurlarına yeni bir yazı daha gönderdi. Zaman Gazetesi eski Cumhurbaşkanlığı muhabiri Soncan’ın mektubunu ve yazısını gazeteci arkadaşı Ahmet Dönmez paylaştı.

O yazı ve muktup şöyle:

970 gündür Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan gazeteci arkadaşım Emre Soncan, 3 ay aradan sonra okurlarına yeni bir yazı daha gönderdi. Kış ortasında kaleme aldığı son mektubunda, “Hakiki ben neredeyim, bilmiyorum” diyen Sevgili Emre, bu kez baharın coşkusu ve mahpusluk arasında yaşadığı tenakuzu dile getiriyor. Neşve ile hüznün, tazelik ile çaresizliğin iç içe geçtiği bir mektûbe daha….

İşte Gazeteci Emre Soncan’ın, ‘Baharda Mahpusluk’ başlığını attığı yazısı:

“Cemreler peş peşe düşmüşken; bahar esintileri usul usul, belli belirsiz tenimin üzerinde dolaşmaya başlamışken; kış karını, soğuğunu, ayazını, yağmurunu, grisini sırtlanıp sahneden çekilirken; ve mahpuslukta neredeyse bin gün geride kalmışken koğuşumun penceresini açtım.. Kaşla göz arasında içeriye bir dünya cıvıltısıyla birlikte bir avuç kuş, bir kucak dolusu ağaç ve çuval çuval apak bulutlar dolmuştu.. Sonra devasa bir hokka devrildi de sanki koğuşun içi silme gökyüzü mavisine boyandı.. Hani hepimiz, hepiniz uykudayken Orhan Veli’nin boyadığı gökyüzünün mavisinden.. Bir de üzerine bahar güneşi, elimde tuttuğum düşsel divitte menevişlenince oturup yazmaya başladım.

Burada her yıl güneşi görmek için Mart’ı, kuşları görmek için Nisan’ı bekliyorum.. Ağaç görme şansım ise malesef yok.. Ama kış boyunca imdadıma hapishane idaresinin dalıyla birlikte verdiği mandalinalar yetişti.. O küçücük dal, daha doğrusu dal parçası koskocaman bir ormana götürdü beni hep.. Atmaya kıyamadım hiç.. Mandalinaları yedim, dallarını pencere pervazının bir köşesine iliştiriverdim.. Bazen de bir tutam maydanoz ya da nane koydum çay bardağına saplarıyla birlikte, peşinden hayal gücümün ışığı altında o maydanozlar, naneler büyüdü büyüde de, çamlara, meşelere, söğütlere dönüşü dönüşüverdi.. Tabii hayal kurma yetimi yitirmemek için kendime has yollar geliştirdim, geliştirirken de hiçbir fırsatı kaçırmadım.. Mesela iki buçuk yıllık mutlak tecritin ardından yaklaşık yirmi metre uzunluğundaki spor sahasına çıkarıldığımda, gökyüzü üzerime düşecek sanmıştım.. Dokuz adımlık beton zeminli dört duvar avludan sonra ayakkabılarımı çıkarıp sentetik de olsa çimlere basmış, sırtımı duvara yaslayıp yere çömelmiş ve şaşkın şaşkın bulutlara bakakalmıştım.. O an ölseydim, otopside vücudumda aşırı dozda gökyüzü mavisine rastlanacaktı.. Tereddütteydim.. Gerçekten benim payıma semâdan bu kadar büyük bir parça düşebilir miydi? Hem de bir saat boyunca.. İşte o bir saatte, hayalhaneme toplayabildiğim kadar malzeme yığmıştım.. Hala da onlarla idare ediyorum..

Bir hasrettir beklerim, bir özleyiştir özlerim baharı hapislikte; kışın öyle iç çekerim ki bahar gelip de ışıldasın diye ruhumda, kendi iç çekmeliğime kendim üzülürüm.. Pek çok erkeğin gönlü her bahar, yeni bir bahar yüzlü kadına akar.. Müsebbibi bahar olan bu meyletme hali masumcadır, tehlikesizdir.. Söze, eyleme dönüşmez, hatta duygulara dahi evrilmez.. Bu gönül akmaları salt bir kan depreşmesinden ibarettir.. Erkeğin yüreğindeki esas kadın yani maşuk için tehdit oluşturmaz.. Cemrelerle başlar, Haziran’ın ilk sarı sıcağının inmesiyle sona erer.. İşte böyle bir deli bahar, mahpusun da hürriyet tutkusunu depreştirdikçe depreştirir.. Her zamankinden fazla arzu edersin çıkmayı.. Çıkıp durmadan ama hiç durmadan; polis sirenlerine, jandarma dipçiklerine çarpmadan, yorgunluktan düşüp bayılıncaya kadar koşmayı.. Sanki dünya düzmüş, bir ütopyaya komşuymuş, sınırdaki çiti atlayınca o ütopyanın parçası olacakmış gibi koşmayı.. Paraya, pula en önemlisi kula tapılmayan, nefretin lügatlardan dahi silindiği; ince Memed’lerin silahlarının namlularıyla değil ama vicdanlarının çığlıklarıyla zalimleri dize getirip mazlumları azad ettiği; Montag’ların yakılacak tüm kitapları birer birer kurtardığı yepyeni bir diyar.. Çıkmak istiyorum ben de, taşmak istiyorum.. Ağlayan bir kız çocuğunun yanında durup, eline pembe mi pembe bir pamuk şekeri tutuşturup göz yaşlarını dindirmek istiyorum.. Papatyaların yapraklarını ‘seviyor, sevmiyor’ diye yolanları azarlamak; gelincikleri ezenlerin gözlerinin ta içine kızgın kızgın bakarak ‘Siz bin gün boyunca toprağa tutunmuş tek bir çiçek görmemek nedir bilir misiniz? ‘ diye sormak istiyorum.. Bir de aylardan Mayıs, zaman da ikindi vaktiyken, bereketten dalları yere değeyazmış bir kiraz ağacının altına oturup, kollarımı, karnıma çektiğim dizlerimin etrafında kavuşturup, yaprakların ardına gizlenmiş gün ışığına dalıp giderek yiten yıllara, hürriyete, esarete, sevip de geride bıraktığım kimi portakal çiçeği kimi menekşe kokulu kadınların kıvrıla kıvrıla çukurlaşan gamzelerine, memlekete, burnumun dibine kadar uzanmış kiraz salkımlarının som kırmızısına ağlamak ağlamak istiyorum.. Yani aslında yaşadığımı hatırlamak istiyorum..”

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin