Dostluktan düşmanlığa gerginlikten müttefikliğe Türk-Rus ilişkileri

Yorum | Dr. Serdar Efeoğlu

Büyük bir devlete yaslanmadan veya bir ittifakın içinde yer almadan varlığını devam ettiremeyecek devletlerin müttefikler bulması şart olsa da müttefikliğin devamı için tarafların birbirlerine güven duymaları gerekiyor.

Türkiye, AKP döneminde izlenen yanlış politikalarla yalnızlığa itildikçe ve ABD-NATO ekseninde problemler yaşadıkça çıkış yolu arıyor. Alternatifler içinde Osmanlı döneminde 250 yıl boyunca yoğun mücadeleler yaşanan ve dokuz büyük savaş yapılan Rusya ile “müttefik” olma düşüncesi önemli bir yer tutuyor.

BOLŞEVİK İHTİLALİ VE SONRASI

Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sıkıntılar, Rusya’da bir rejim değişikliğine zemin hazırladı. 1917’de yaşanan Şubat ve Ekim devrimleri sonrasında “çarlık rejimi” yıkıldı ve iktidara gelen Bolşevikler, savaştan çekilerek Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzaladılar.

Rusya bu antlaşmayla 2. Abdülhamit devrinde Berlin Antlaşması’nda aldığı Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı Devleti’ne geri verdi. Osmanlı kuvvetleri, Rusya’nın kargaşa içinde bulunmasından yararlanarak Kafkasya ve Azerbaycan’a kadar ilerlediler.

Mondros Mütarekesi’yle başlayan işgallere karşı gelişen Milli Mücadele süreci, Ankara Hükümeti ile Sovyet Rusya’nın yakınlaşmasıyla sonuçlandı. İki devlet, ortak düşman karşısında bulunmanın etkisiyle dostluk ilişkileri geliştirdiler.

Sovyet Rusya, Millî Mücadele boyunca Ankara Hükümeti’ne silah ve para yardımında bulundu. Sovyetler tarafından savaş boyunca 39.275 tüfek, 327 mitralyöz, 54 top, 63 milyon tüfek mermisi, 150.000 top mermisi, 1.000 atımlık top barutu, 4.000 adet el bombası, 4.000 şarapnel mermisi, 1.500 kılıç ve 20.000 gaz maskesi gönderildi. 10 milyon altın ruble de para yardımı yapıldı.

Ruslar, dostça ilişkilere rağmen Anadolu’da “komünizm” propagandası yaparak kendi rejimlerini ihraç etmeye çalıştılar. Bu durum Ankara Hükümeti’nde büyük tedirginliklere yol açtı.

Rusya, rejim değişikliği olsa da yayılmacı politikasını devam ettirmekteydi. Nitekim Türk tarafını desteklemenin bir bedeli olarak 1921’de Moskova Antlaşması ile Batum’u aldılar. Böylece Ankara Hükümeti, “tanınma ve yardımlar karşılığında” Misak-ı Milli’den ilk tavizi vermiş oldu.

Lozan Konferansı’nda Rusların, “Boğazların diğer devletlere kapalı olması” tezi, Batılı devletler tarafından kabul görmedi. Bu durum Sovyetler tarafından tepkiyle karşılansa da bir ay sonra da olsa bu statü onaylandı.

TÜRK-SOVYET DOSTLUĞU

Türkiye Cumhuriyeti, Batı dünyası ile yapılan bir savaş sonucunda ortaya çıkmış ve iki devlet de Milletler Cemiyeti’ne alınmamıştı. Emperyalizme karşı savaş açtığını ifade eden Sovyetler Birliği ile “yalnız” Türkiye, bu ortamda dostluk ilişkilerini devam ettirdiler. İki devlet arasında 1925 yılında dostluk ve saldırmazlık antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, 1935’de on yıllığına uzatıldı.

Sovyetler, 1936’daki Montrö Konferansı’nda Boğazların yönetimini Türkiye ile birlikte üstlenmek istediler. Bu durum, Lozan’da oluşturulan Boğazlar Komisyonu’nun farklı bir yapı ile devamından başka bir şey değildi.

RUSLARIN TALEPLERİ

Ruslar, Montrö’de Boğazlar Komisyonunun kaldırılması ve Boğazlarda Türk egemenliğinin kabulünden sonra Alman tehdidini ileri sürerek Boğazlarla ilgili taleplerini devam ettirdiler.

Türkiye, II. Dünya Savaşı’nda tarafsızlık politikası izleyerek taraflar arasında denge kurmaya çalıştı. Ancak hem Mihver, hem de Müttefik devletleri Türkiye’yi kendi taraflarında savaşa sokmaya çalıştılar. Müttefikler, Almanların Stalingrad mağlubiyeti sonrasında Türkiye’ye savaşa girmesi için baskı yapmaya başladılar.

Bu süreçte Sovyetler, Türkiye ile 1925’den bu yana yürürlükte olan dostluk ve tarafsızlık anlaşmasının yenilenmeyeceğini bildirdiler. Daha sonra da Boğazların statüsünde değişiklik yapılmasını, Kars ve Ardahan’ın kendilerine verilmesini talep ettiler.

Bir zamanlar dost olan iki ülke, artık düşman olmuş ve Türkiye, Sovyet tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı. O dönemde Stalin’in “Türkiye’nin bir elini Rusya’nın gırtlağına dayamış duran durumunu kabul etmenin mümkün olmayacağı” ifadesi, Sovyetlerin Türkiye’ye bakışını net olarak göstermekteydi.

Sovyetlerin 1946’da bir notayla Boğazları açıkça istemeleri üzerine İngiltere ve ABD, Türkiye’nin yanında yer aldıklarını açıkladı. 1947’de Truman Doktrini ve Marshall Planı ile başlayan yardımlar, Türkiye’yi ABD’ye yakınlaştırdı. Rus tehdidine tek başına karşı koyamayacağını anlayan Türkiye, ABD öncülüğündeki NATO’ya üye olarak kendisini korumaya çalıştı.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ

Savaşa girmese de ekonomik sıkıntılarla boğuşan ve askeri gücü yeterli olmayan Türkiye, Sovyet taleplerine ABD ve NATO’nun desteğiyle karşı durabildi. Sovyetler, 1953’de Stalin’in ölümü sonrasında Türkiye üzerindeki isteklerinden vazgeçtiklerini açıkladılar. Bu durum, Türkiye’nin NATO üyeliğinin caydırıcı bir rol oynadığını gösteriyordu. Böylece ilişkiler normalleşme sürecine girdi.

1960’da istihbarat amaçlı olarak Adana’dan kalkan bir Amerikan U-2 uçağının Sovyetlerce düşürülmesiyle ilişkiler tekrar gerildi. Ancak ABD ve Rusya’nın Türkiye’deki Amerikan roketlerinin kaldırılmasına dair anlaşmaları, ilişkileri yeniden dostluk yönüne çevirdi.

İlişkilerde önemli bir aşama, Özal devrinde 1984’de doğalgaz antlaşması yapılması oldu. Böylece Türkiye enerji açığını çözerken, Türk ürünleri de Rus pazarında yer bulmaya başladı.

Demirel’in 1992’deki Moskova ziyaretinde, 1925 anlaşmasına benzer bir dostluk antlaşması yapıldı. Bundan sonra ikili ilişkiler iyi bir şekilde seyretse de iki devlet arasında Kafkaslar ve Orta Asya’da ciddi bir rekabet yaşandı. Boğazlardan Rus petrol tankerlerinin geçişi, Güney Kıbrıs’a S-300 satışı, Karabağ, Kürt sorunu gibi konular zaman zaman gerginliklere yol açtı.

2000’li yıllar ise iki devlet arasında ilişkilerin geliştiği bir dönem oldu. Ruslar Türk turizminin önemli bir gelir kaynağı haline geldiği gibi iki taraf arasındaki ticaret sürekli arttı. Rusya, Putin döneminde tarihi yayılma politikalarına yeniden döndü. Önce Gürcistan’a, ardından Türkiye’nin tarihi bağları olan Kırım’ın yer aldığı Ukrayna’ya müdahale etti. AKP iktidarı ise bu gelişmelere açıktan bir tepki gösteremedi.

Türk-Rus ilişkilerinde kırılma noktası ise Suriye’de yaşanan gelişmeler oldu. Rusya Esad rejimine yardım gerekçesiyle Suriye’ye asker göndererek Akdeniz’e ulaşma imkânını elde etti. 2015 yılında bir Rus savaş uçağının Türk jetleri tarafından düşürülmesiyle gerginlik arttı. Bu olay sonrasında 2016’da Rusya’nın Ankara büyükelçisinin bir Türk polis tarafından öldürülmesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler durma noktasına geldi.

Batı’dan iyice soyutlanan AKP iktidarı, bütün bu olumsuzluklara rağmen Rusya’dan S-400 füzeleri almak için yaptığı anlaşmayı devam ettirmeyi ve son olarak da Suriye politikasında en başa dönme pahasına Rusya ile ilişkileri geliştirmeyi tercih etti.

DENİZE DÜŞEN YİNE YILANA SARILIRSA

Cumhuriyet dönemindeki Türk-Rus ilişkileri, “ortak düşman karşısında bulunma” sonucunda 1940’lara kadar dostça seyretti. Sovyetlerin II. Dünya Savaşı sonunda Boğazlar ve Doğu Anadolu ile ilgili taleplerde bulunmasıyla “Rusya”, yine büyük bir tehdide dönüştü. Türkiye’nin bu tehdidi, ABD ittifakı ve NATO üyeliği ile önleyebildiği dikkate alındığında iki ülke ilişkilerinin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor.

Bugün Rusya ile Türkiye arasında esen dostluk rüzgârlarının en ufak bir sorunda yerini büyük gerginliklere bırakacağı bir gerçek. Bu doğrultuda Türkiye’ye düşen; dünyadaki yalnızlığını, ABD ve Batı ile ilişkilerinin bozulma sebeplerini irdeleyerek yeni politikalar geliştirmek olmalı. Çevresindeki ülkelerle de her gün değişen söylemler yerine, karşılıklı menfaatlere dayanan dostluk ilişkileri kurma yaklaşımıyla hareket etmeli.

Türkiye, iki yüz sene önce 2. Mahmut’un “denize düşen yılana sarılır” sözünü söylediği dönemdeki gibi çaresiz olsa da Rusya ile müttefikliğe kadar gidebilecek adımları çok dikkatli atmalı ve bu ilişkilerin çok çabuk bozulabileceğini hesaba katmalıdır. Ayrıca Batı ittifakından ayrılarak “eksen değiştirmenin” kâr zarar hesabını iyi yapmalı ve süreci buna göre yönetmelidir.

Bu aşamada; AKP iktidarının izlediği yanlış stratejilerle dünyada “yalnızlığa mahkûm olan” Türkiye’nin doğru bir siyaset izlemesi çok zor görünüyor. Özellikle Sarraf davasının etkisiyle de karar alma mekanizmalarının, telafisi yıllar alacak hatalar yapacağı anlaşılıyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Türkiye genetik kodlarıyla asyalı olduğundan, Rusya, İran gibi ülkelerle koordinasyon içinde olmalı.
    Ruslarla savaşlarımız olmuş da, Viyana’ya kadar piknik yapa yapa gitmedik. Asıl savaşlarımız Rusyayla değil avrupayla oldu.
    Demokrasi güneşi ne orta doğunun,
    ne de asyanın üzerine doğmaz.
    Ham hayallerle zaman geçirmek abes

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin