Doğru değerler hangileridir?

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Mesele salt iktidar değişikliği değil. Türkiye çok daha köklü ve kapsamlı bir meydan okumayla karşı karşıyadır.

Türkiye’deki en temel sorunlardan biri, aynı zamanda bugün karşı karşıya kalınan rejimden kurtulmayı başaramamanın da önde gelen bir nedeni, Türkiye toplumunda bariz bir şekilde ortada olan değerler evrenindeki bölünmüşlük, parçalanmışlık ve kutuplaşmadır. Bunda Osmanlı’dan Cumhuriyete, bugünlere dek uzanan çalkantılı dönüşümün rolü yadsınamaz. Modernleşme kuramlarının üzerinde durduğu gibi, gelenekselden moderne doğru geçiş süreci, uzun süre gelenekselle modernin yan yana var olmasına neden olur. Bu bir arada varoluş yüksek bir gerilim hattı yaratır, toplumu birleştirmez, aksine böler. Gelenekselciler ve modernistler arasındaki bölünmüşlük dışında başka kamplaşmaları da doğurur. Gelenekselciler de modernistler de yeknesak değildir çünkü. Her iki ana grup içinde sayısız alt gruplar türer. Toplum dönüştükçe tektipleşme azalır, çoğulculuğun doğurgan yapısı içerisinde farklı fraksiyonlar, yaklaşımlar, ideolojik yönelimler ve değerler türer.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Ana modernleştirici dinamiğin devlet olduğu Türkiye toplumunda tüm bu gelenekselci ve modernist akımlar devlete hâkim olmaya çalışır. Bu, devletin nesnel, yansız ve hakem konuma evrilmesine müsaade etmez. Devlet gerilimin ana kaynağıdır. Çünkü tüm biçim değiştirme devlet eliyle, daha da önemlisi devlet dayatmasıyla gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Transformasyon, düz çizgisel bir şekilde tezahür etmez. Çünkü devlet üzerinde etkili olan ideolojilerin, siyasi hareketlerin ve partilerin yaslandığı değerler, farklı geleneksel veya modernist iktidarlara göre yeniden formüle edilir. Bu yeniden formülasyon, temel politikalar üzerinde etkili olur. Örneğin eğitim politikaları, okul müfredatlarını bu değerler doğrultusunda yeniden oluşturur. Ya da dış politika yönelimlerine zemin teşkil eden düşünsel arka plan değiştiği için birbirine taban tabana ters çıkarlar ortaya çıkar. Diğer taraftan devlete hâkim olma güdüsü ya da rasyonalitesi, siyasal gruplar arasındaki normal olan rekabeti bir üst seviyeye taşır, var olan farklılıkları keskinleştirir, siyasal yarışı savaşa dönüştürür. Karşılıklı olarak birbirini etkisizleştirmek isteyen akımlar, siyasal mücadelenin esasını oluşturur. Siyasal alan çözüm üretimine dair teknik yaklaşımları tümüyle terk eder ve harp ortamının konsolide olduğu bir tür sıcak savaşı topluma dayatır. Farklı değerlere inanan insanların meydana getirdiği sosyal kolektif, toplum olma özelliğini yitirmeye başlar. Çoğunlukla bu süreç çok acı verici olur. Toplumun temel birimi olan ailelere kadar yansıyan bir ayrışma baş gösterir. Böylece parçalanarak atomize olan kolektif, bir arada yaşama arzusunu, ortak gelecek hedeflerini, asgari müştereklerini ve ortak iyiye dair reflekslerini tümüyle kaybeder. Artık çöküş kaçınılmazdır.

Çöküş genellikle kolektif olduğu zaman ilgi çekicidir. Birçok sosyal bilimsel araştırmaya veya jurnalistik ilgiye mazhar olur. Oysa bireysel çöküş(ler) kolektif çöküşün zeminini oluşturur. Nedense bireysel olan en az ilgilenilen hastalıktır. Yaşam öykülerinin mutsuz sonları kanıksanırken, kulakları olmayan, ama dili güçlü siyaset, iç savaş vari hamasi diskuru tüm toplumsal hücrelere kadar yayar.

Türkiye’de bu yaşanıyor. Üstelik son bir-iki yılın meselesi de değil bu. İlk modernleşme çabalarından bu yana Osmanlı-Türkiye toplumları hallaç pamuğu gibi oradan oraya savruldu. Başarısız devletlerin halklarında olan başarıya özlem, sürekli göreceli bir yüzeyde tezahür etti. En belirgin zafiyet, en doğrudan mukayeselerin yapılabildiği alanlarda ortaya çıktı. En temel başarı ve başarısızlık ölçütü, devletin teritoryal olarak büyümesi ya da küçülmesi oldu. Bu nedenle, bu konu üzerinde en etkili belirleyici olan ordu üzerine yoğunlaşıldı. İlk sınırlı modernleşme girişimlerinden itibaren ana ilgi alanı ordu oldu. Çünkü rakiplerle uluslararası alanda en somut mukayese baremi, savaşlardı. Gerileme döneminde savaşlarda yaşanan başarısızlıklar, Osmanlı elitlerini dönüşüm gerekliliği fikrine getirdi. Önceleri dönüşüm daha teknik alanlar olan mühendislik, tıp, askeri örgütleniş biçimi gibi alanlarda gerçekleşti. Fakat bu alanlarda ortaya çıkan yeniden biçimlendirme ve reformlar, çabucak başka toplumsal alanlara yayılacaktı. Teknik dönüşüm, arka planında değerler evrenindeki dönüşümleri – hayatı okumaya yönelik donanımı – gerekli kılıyordu. İlk gelenekselci-modernist kırılması bundan dolayı yaşandı. Gelenekselciler domino etkisiyle, geometrik oranda hız kazanan modernleşmenin önünü alamadılar. Fakat hızını kesme, mümkünse de u-dönüşü yapma arzusundan da hiç vazgeçmediler.

İroniktir, mağlup olunan rakipler Batı’da olduklarından, kopyalanan ve taklit edilen kültür de orası oldu. Batılılar Müslüman olsaydı, ya da Türkler Hristiyan, gerilim bu denli güçlü olmazdı. Örneğin Türkiye gibi reformlar yapan birçok Avrupa toplumunda değerler evreni temelli kırılmalar çok daha yumuşak ve kısa süreli olmuştur. Balkan ülkelerinde, İberya’da, Doğu Avrupa’da bunun birçok örneği var. Aynı şekilde, mesela Japonya gibi, kendi kültürünü Batı’nın diyametrik tersi olarak kavramayan, içinde Batı’ya karşı antagonizma barındırmayan vakalarda da modernleşme görece daha az sancılı oldu ve daha kısa sürede tamamlandı. Bu örneklerde Batı’ya kültürel olarak benzememek gibi bir çekince etkili olmadı. Oysa Türkiye’de durum çok farklıydı. Bunda iki ana dinamik rol oynadı. Birincisi Türkiye elitlerinin Osmanlı emperyal geçmişinden gelen öz konumlandırmaları ve ülkelerine biçtikleri rol, ikincisi ise İslam uygarlığının Hristiyan Batı’ya karşı içselleştirdiği üstünlük tezi. Oysa yirminci yüzyıl başında her iki dinamik de reel politik olarak hiçbir anlam ifade etmemekteydi. Türkiye elitleri bunu kabullenemediler. Yeni bir sayfa açarak yeni bir misyon belirlemede başarısız oldular. Bunda en önemli neden, bu yazının başında altını çizdiğim bölünmüşlüktür ve parçalara ayrılmışlıktır. Bunun da temelinde değerler vereninde ortak bir zemin oluşturamamış olmak yatmaktadır.

Bugün atomize olmuş Türkiye kolektifinin – toplum demekten imtina ediyorum – mikro-kutuplaşmadan malul sosyo-politik yapısında, herhangi bir mikro kolektif biriminin değerler evrenini taban olarak alıp yeniden toplumlaşmak olası görünmüyor. Bunun yüzdelerle ve oranlarla fazla bir ilgisi yok. Yüzde onluk bir grup bile olsa, bunun sekiz milyonluk dev bir kitleye tekabül ettiği ve bunun Türkiye sathında karmakarışık bir kolektif birliktelik meydana getirdiği unutulmamalı. Yani yüzde yetmiş veya yüzde on olmaları, o grubun tüm ülkeye kendi değerlerini başarılı olarak dayatmasını olanaklı kılmayacak. Dahası, bunu denemek ülkeyi mevcut soğuk iç savaştan aktif sıcak bir iç savaşa doğru kaydıracak. Mikro parçalanmışlıkta birçok grup var. Adını siz koyun! Hangi grup olursa olsun, ötekilerin rızasını alması mümkün görünmüyor. İktidara gelmek bu nedenle hep rıza ilkesi dışında siyasi hamleleri beraberinde getiriyor. Türkiye’de sistemin sürekli anti demokratik bir siyasal ve sosyal ortam oluşturmasının arkasında yatan en önemli gerekçe budur.

Peki, çözüm nedir? Çözüm doğru değerler üzerinde uzlaşmaktır. Bu öneri aslında bir tuzak içeriyor. Çünkü bu yazıyı okuyan herkes bu parçalanmışlıkta hangi değerlerin kendilerini doğru değerler olarak kolektife kabul ettirebileceğini soracaktır ve benim kendimle çeliştiğimi düşünecektir. Bu tuzağa düşenler yazıya dikkat eden okurlar elbette. Şimdi, o halde madem herkes yazıya odaklandı ve vurguladığım noktaları en azından şimdilik doğru olarak kredilendirdi, o halde doğru değerler nedir, izah edeyim.

Öncelikle şunu belirleyelim: Mikro parçalara ayrışmış ve mikro kutuplaşmalardan ve hamasetten muzdarip bir kolektifte en büyük açmaz, hiçbir grubun kendisini tam olarak güvende hissedememesidir. Bu ise esasında en önemli ortak noktadır. Çünkü tüm gruplar kendilerini güvenceye almak ister. Bu insanların doğasında olan bir arayıştır ve her türlü siyasal kolektifte temel teşkil eder. O halde, oyunun kurallarını hiçbir grubu başat belirleyici yapmayacak, ama hiçbir grubu da diğerlerine ezdirmeyecek şekilde oluşturmak gerekiyor. Bu da diğer bir ortak zemin oluşturuyor. Bu aşamadan sonra, ben Frankfurt Okulu’nun ya da Eleştirel Kuramın ortaya attığı doğru değerler tanımını Türkiye’ye önermek istiyorum. Hangi değer doğrudur? Frankfurt Okulu’na göre, bizi özgürleştiren her değer! Özgürleşmenin sınırı, başkalarının özgürlüğünü ihlal etmemektir. İnşaatın zemini bu olmalıdır. Bu değer herhangi bir ideolojiye ya da dine atıfta bulunmaz. Özü itibarıyla plüralist ve çok kültürlü (multikültürel) toplumlar tarafından benimsenir. Türkiye kolektifi böyledir. Toplum olması için bu değeri merkeze alan bir toplum sözleşmesine ihtiyacı vardır. Bu toplum sözleşmesi kuru bir anayasa yazımından çok daha derinlere inmelidir. Bu değer elbette anayasa ve yasaların ruhuna yansımalıdır. Ama en önemlisi okul müfredatlarına ve civic kimlik tanımda merkez teşkil etmelidir. Anadolu’da bir arada yaşayabilecek toplum, eğer coğrafi-teritoryal bir yeniden tasarım olmayacaksa – yani sınırlar yeniden çizilmeyecekse – mutlaka ademi merkeziyetçi, federal, civic kimliğe dayalı, teritoryal referansla halkını tanımlayan bir yapıda olmalıdır. Başka bir ifadeyle, ırksal-etnik kimlik dayatmasına, üniter devlete, anti-seküler iç fetihlere tümüyle kapalı, anayasal liberal bir hukuk devleti öneriyorum. İçerisinde her bireyin ve grubun kendisini güvende ve ait hissedebileceği bir hakem devlet, yegâne makul alternatiftir.

Dediğim gibi, sadece iktidar değişikliğiyle ve palyatif-pansumancı tedbirlerle ıslahat imkanı artık yok. Geleneksel-modern çatışmasının tetiklediği mikro kutuplaşmaları ve soğuk iç savaşı ancak doğru değerler üzerine inşa edilecek bir milatla – başlangıç noktasıyla – aşabiliriz. Bizi başkalarının özgürlüğünü ihlal etmeden özgürleştirecek her değer, doğru değerdir. Saydığım özellikleri kapsayan bir hakem devlet, bu temelin üzerine oturmalı. Olacak demiyorum. Ama teknik olarak olması gerekeni söylüyorum. Hiçbir işleyen demokrasi kolay kurulmadı. Var olan hiçbir demokrasi, olmadığı halde demokrasi olduğunu iddia eden rejimlerin evrimiyle de bugünkü konumuna ulaşmadı. Var olan sorunlara tanı koymak ve çözüm alternatiflerini – zorluk-kolaylık durumuna bakmaksızın – ortaya koymak gerekiyor. Yoksa alternatifi, hâlihazırda insana özgürce var olma olanağı sunmayan, ceberut yapıdır. Ceberut rejimi bitirmek, ona neden olan döngüyü sonlandırmak ve kolektif kanseri tedavi etmek herkesin yararınadır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

5 YORUMLAR

  1. Bati Medeniyeti de cökmeye mahkumdur. Batinin positif degerlerini, bilimini, teknigini ve belki yazili kanunlarinin %90 ina hayir ve kötü diyen yok. Ama Bati medeniyeti dünyada adaleti saglayamamistir bir, Ahlakin birinci kismi olan Aile, maneviyat, insanin Ruhi beslenmesi … konularinda hicbir katki saglamayip yozlasmistir iki. Bati medeniyeti dünyaya huzur getiremez, belki bilim, teknoloji ve maddi refahiyla (sömürerekte) belli bir süre kendine Rafah saglamistir.

  2. Çok büyük, ama çok büyük toplumsal bir herc-ü merc olmalı ki, doğru değerler evrenine kavuşabilelim vede içimize sindirebilelim…

    Kürtler yıllardır, cemaat om yıldır ve şimdi siyasal islamcılar ile faşist mhp liler ile ulusalcılar herc-ü merc olmalı ve ondan sonra akıllanır ve oturup o değerler evrenini kabullenirler…
    Ama dediğim gibi çok büyük bir herc-ü merc olmalı…

    Bakalım iktisadi tsunami geliyor gibi…
    Yani arzusunda değilim ama vak a bu…

  3. BIZ bize ait olan maddi, manevi degerlere sarilarak, ilim, bilim, adalet, hak- hukuk, sevgi, saygi, dini, insani … degerlere dönersek olur. Bunda batinin bazi degerleride vardir. Batinin wagonu olmak, köpegin kuyrugu misali bu ilk önce kendimize, dinimize, degerlerimize saygisizliktir. Yoksa hic kimse iyi olan bati degerlerine, ilim, bilim, caliskanlik, üretme, yetim Mali yememe (kendi icinde, Afrikada orda burda milyonlar yetimin hakkini yiyor) karsi degil. Bati ayni anda dünya suankinden 3-5 kez daha gelismemis olmasinin önündeki en büyük engeldi, engel olmayada devam edecek.

  4. Doğru değerleri tartışırken aslında hocam bir konuyu atlıyoruz. O da değersizlik. Yani değersizlik kendisi problemlerin kaynağı ise değerlerin doğrusunu tartışmak sanki bir üst levelde olması gerekiyor. Değersizlik çok büyük bir problemdir. İnsanların değeri varmış gibi görünmesi yanıltmaya neden olmaktadır. İnsanın ülkücü bıyığı varsa, yada türbanı varsa, yada sakalı varsa, yada modern kıyafet giyiyorsa bu görüntüden biz o kişiler hakkında kafamızda kendi semboller dünyamıza göre tasnif ediyoruz. Sabahtan akşama kadar tek işimiz insanları tasnif etmek. Komşuları tasnif etmek, sokaktan geçeni tasnif etmek, işte çalışanları tasnif etmek, oruç tutup tutmadığını, alkol alıp almadığını tasnif etmek zihinlerimizin çalışma biçimidir. Zihin çalışma biçimini değiştirmeyen herkes tutucudur. Yani akşama kadar şu şudur bu budur diye zihinsel faaliyet içindeyiz. Peki bizi herkesin birbirini sürekli gözetlemesine neden nedir? Kafasındaki değerler şablonu. Türban varsa içindeki düşman algısı güçleniyor. Sanki türban onun modern kıyafet giymesine engel oluyormuş gibi. Yani hem suçlu hem güçlü oluyor. Soykırım süreci maskelerini tam düşürmüştür. Düşmanın türban değil kendileri olduğu ortaya çıkmıştır. O kadar tehlikeliler ki modern kıyafet altında sanki batılı olmuş gibi olup soykırıma oh olsun diyor. İşte burada değersizlik var. Değerden ziyade içinde intikam duygusu, düşmanlık var. Ama bu hiç ortaya çıkmamıştı şimdiye kadar. Daha doğrusu bu kadar kendini açık etmemişti. Eğer bu insanların batı değer yargıları olsaydı mesela demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi seslerini bu değerler adına yükseltirlerdi. İnsanlar değerlerini yitirirken kendilerini nefsani duygular ile var etmişler. Bunun adına da varoluş demişler. Bu çürük bina üzerinden başkalarına sataşmışlar. Çünkü arkalarında asker vardı. Değer yargısı göstermek yerine üstünlük tasladılar. Tamam batı bizi kapıdında tutmak, kendilerine benzetmek için belli kurumlarını türklere verdiler. Bu kurumlar batı değerleri ise bu kurumlar çökertilirken hiç kimseden itiraz duyulmadı. Sadece nefsani hırıltılar duyuldu, oh olsun, yesinler birbirlerini diye. Demek ki yukarıda kanıtlafığım şekliyle hiç bir değerleri yok. Hadi diyelim batının laiklik değerine sahip çıkmadılar, atatürkün batılılaşma değerine sahip çıkmadılar, hukuka sahip çıkmadılar, geriye ne kaldı? Neyi savunuyorlar? Değer olarak kendi intikamdan oluşan heykellerini dikiyorlar. Bu durumdaki insanlar kafada birbirlerini kamplara bölmüşler. Değersizlik fışkıran kamplar ancak bir çatışma çıktığında anlam kazanıyor. O zaman herkes savaşa hazırlanıyor. Değer sandıkları şey grup aidiyeti sadece. Bir gruba ait olmak sanki bir değermiş gibi. Eğer insanların değeri olsaydı o değeri korumak ve örnek olmak adına o değeri herkese karşı ortaya koyarlardı. Bir hümanist değerleri gereği türkiyede her gruba karşı, kürtlere karşı değerlerini ortaya koymak zorundadır. Eğer insanların çoğu gibi nefrete, öfkeye, intikama, kine teslim olduysa o değeri zaten üzerinde taşıyamayacaktır. Dolayısıyla soykırım olduğunda yapılan uygulamalara oh olsun diyecektir. Demek ki bir değer sahibi olmak kolay birşey değil. Değersizlik daha kolay görünmektedir. Değer yargıları çıkarlarla çatıştığında yada nefret, kıskançlık, haset duygusuyla çatıştığında o değere gerçekten değer verip vermediğin ortaya çıkacağı vakittir. O yüzden insanların çoğunun değeri yoktur. Düşmanlık daha kolaydır. Paramparça olmuşlar ama sanki herşey yolundaymış gibi, buda sorunların üzerinin örtüldüğünün, yok sayıldığının göstergesi, bir yunan gemisini kovaladığımızda sanki bütün yaralarımızı kapatıyormuş gibi seviniyoruz yada milli maçta sanki hepimiz tek yürek atıyormuşuz gibi garip bir savunma geliştirmişiz, yada pkk düşmanlığı üzerinden herşey yolundaymış gibi. Yani sanki pkk ya düşman olunca insanların içindeki düşmanlıklar kendiliğinden gidiyormuş gibi. One minute diyince iki kelime ile sanki bütün problem çözülmüş gibi zavallılar içlerindeki sorunu israile meydan okuyarak gidereceklerini sanıyorlar. Müslümanlar rezil hallerini gösterdiler. Eğer örnek temsil olsaydı bazı değerler gerçekten bütünleşmeden yana olabilirdi. Ama müslümanlar dediğim gibi şeklen müslüman kalmışlar. Düşman algısı onların değerlerini bir bir yitirmelerine neden olmuştur. Dışarıdaki düşmanın camileri ahır yapmalarına baka baka içlerini boş vermişler. Müslümanlara bakınca kemalistlerin korkuları ne kadar gerçek dışı paranoyak olsada ama müslümanlar korkularında onlara haklılık ve gerçeklik kazandırmıştır. Kemalistlerin soykırım karşısındaki tutumları onların ne kadar tehlikeli olduklarını ve geçmişte yaşanan kötü olayların gerçekliğini göstermektedir. Devlet aslında en kolay çözüm yolunu bulmuş. Her kamp için ayrı bir lider atamış. Dolayısıyla kampları birleştirici bir sentez gerektiren değerleri bu topluma taşıma gereği duymamış. Kemalistlere onların duymak istediği şeyleri, müslümanlara müslümanların duymak istediği şeyleri, kürtlere de kürtlerin duymak istediği şeyleri söyletiyor. Bazen kemalistle milliyetçiyi, bazen alevi sünniyi, bazen türk kürdü birbirine kırdırarak uyarılmış bir köpek gibi insanların içini düşmanlıkla doldurmakta ve bu öfkeli insanların dilinden konuşan liderler ile onları yönlendirmektedir. Bazen devlette açık veriyor ama şaşkın kitleler farkına varmıyor. Normalde düşman olması gereken mhp ile pkk aynı düzlemde buluşabilmektedir. Yada chp ile mhp ye önce darbeye sebep olan iç çatışmayı yaşattırıp sonra onları anayasa referandumunda hdp ile birlikte hareket ettirmektedir. Ümmetçi akp ile milliyetçi mhp yi aynı safta tutmaktadır. Demek ki neymiş siyasi olarak da değer yargısı yokmuş, siyasetin halktaki karşılığı da değerden yoksundur. Evet insanlar güvende hissetme ihtiyacındadır ama burada burada kendisini güvende hissetmek isteyen masum insan profili çizilmemelidir. Düşmanlık duyguları beraberinde korku, kaygı bozukluğu, güvensizlik duyguları, düşman algısını getirir. Yani ikili bir mekanizma var. Bir yandan korkarken bir yandan düşmanlık göstermektedir. Yani ikisi kafa kafaya gitmektedir. Düşünün soykırıma oh olsun diyen birinin psikolojisi nasıl iyi olabilir. Ona seni güvende hissedebileceğin bir ortam hazırlayacağım dersek bu onu korumak demektir. Bu insanları kadın sığınma evlerindeki insanlar gibi korumamız mı gerekiyor. Erkek tehditi somut bir tehlike iken kemalistin sırf oh olsun dedi diye paranoyalara kapılıp bana zarar verecekler düşüncesi somut bir olay değil. Normal bir devlet zaten insanların güvenliğini sağlamaktadır. Ama devletin insanları barıştırma diye bir çabası yok. İnsanların da birbiriyle barışma diye bir çabası yok. Bütün mesele insanların nefis terbiyesi, biraz adalet duygusu, bir canlıya değer gibi temel insani değerler. Bu değerler bence din gerektirmeyen afrikada bile kendiliğinden edinilebilecek değerlerdir. Çünkü Allah zaten insanları bu değerler üzerine yaratmıştır. Geyiğin doğurduğu yavrunun hemen kendi kendine yürüyebilmesi gibi. Yani temel değerlerdir. Ama bu kadarını bile birbirimize gösteremiyoruz. Çünkü nefis kendini adeta fışkırtıyor. Adeta ilahlığını tayin etmiş. Öyle bir ortam kurulmuş ki nefis her türlü galip geliyor. Bu insanlara ne batıyı anlatabilirsin, ne müslümanlığı ne hıristiyanlığı. Bireysel yıkılışların genelde gözden kaçırıldığını düşünüyorum ve asıl odaklanılması gerekenin kamplar değil bireyler olduğunu düşünüyorum. Kamplar sürü aidiyetini barındırdığı için insanların işbirliği konusunda daha dirençli olacağını düşünüyorum ama bireysel olarak insanların ele alınmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Fakat tek sorun bireysel bazda bir insanın dünyasına düşen sorunlar ile tek başına mücadelesi zor olacaktır. Bu noktada çevresi önem kazanmakta ve çevresi ile iletişiminde o birey çelişkiler ile karşılacaktır. Yani adres eğitim sistemini göstermektedir. Sistemden ziyade öğretmenlerin de kamplaşma kodlarıyla yetişmemesi gerekir. Burada hocalarının önemi ön plana çıkmakta. Hocaları kendilerini daha özgür hissedemiyorsa bunu eğitimde talebelerine aksettirmesi de olanaksız. Demek hocaların en başta kampsız bir anlayış ortamında bulunması gerekiyor. Halbuki en büyük denetlenenler onlar. Yani bütün kamplaşmalarının kökeninde aşırı kontrol mekanizması vardır. Aşırı derecede kontrol kendini nasıl oluyorsa toplumda kamplaşmaya götürüyor. O zaman aşırı kontrol edenlere bakalım. Neden çekiniyorlar, neyden korkuyorlarda böyle kontrol geliştiriyorlar. Demek ki en baştaki birşeyden aşırı derece korkuyor. Korku demişken kendisini güvende hissetme ihtiyacı var demek ki. İşte ondaki bu güvende hissetme ve korku topluma yayılıyor. Kendi sıkıntısı yüzünden boş yere bu kadar insanı sıkıyor. Ama insanlar da çok fenalar. Hiç devletin tepesindekinden aşağı kalır yanları yok. Sanki insanların gizli bir ilahı olmuş devletin başındaki kişi. Demek insanlar yavaş yavaş güce doğru yönelmişler. Değerler şekilde kalmış sadece.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin