Dış ve güvenlik politikasında neler oluyor?

Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

O kadar çok iç politika konuşur olduk ki, dış politikada neler oluyor, sormuyoruz bile artık. Sanırım ümitsiz vaka olarak değerlendirilen Türk dış politikası, iç politikadan bile daha fazla karamsar olmamızı gerektirecek kadar kötü yönetiliyor. Kötü yönetim, dış politikanın hedefleriyle başlıyor. Türk dış politikasında uzun süredir hedef yok. Sürekli savunmada olan bir anlayış hâkim. Davutoğlu’nun “düş politikasında” ivme kaybeden ve bölgesinde etkisizleşen Türkiye, Çavuşoğlu döneminde “rejim aparatına” dönüştü ve adeta bir gaz verme ve gaz alma aracı haline geldi. Dış politikada yapıcı işbirliği değil, husumet dolu bir güvenlikleştirme dönemi yaşadı Türkiye. Bu dönemde müttefikleriyle sadece siyasal sistemi ve değerleri bakımından bir kopuş yaşanmadı. Aynı zamanda başta Suriye’deki farklılıklar olmak üzere, Ankara Ortadoğu’yu ABD’den ve NATO’dan tümüyle farklı algılamaya ve okumaya başladı.

15 Temmuz sonrasında ABD açıkça bakanlar düzeyinde fail ve sorumlu ilan edildi. İç siyasette çok zararlı olduğuna inandığım bir diplomasi dışı dille ABD darbe planlayıcılığı ve kışkırtıcılığı ile suçlanmaya başladı. İslamcı basın ve medya bunu İslamcı diskuru kullanarak (anti ABD ve İsrail ile anti Batı) yaparken, milliyetçiler ve ulusalcılar (yani sağ ve sol nasyonalist cenah) bu irrasyonel politikaya çanak tuttu. Erdoğan ve AKP’nin bu zararlı dış politika okuma gözlüklerini sağlıklı bir şekilde eleştirmek ve yapıcı alternatifler sunmak yolunu seçmediler. Batılı ülke liderleriyle Türkiye’de yapılan dış ve güvenlik politikası yanlışlarını istişare etmek gibi bir metot da izlemeyi açıkçası gerekli görmediler. Çünkü hepsi seçmendeki radikalleşmeyi fark ediyor ve bundan nemalanmak istiyordu. Parsanın tamamını Erdoğan’a bırakmak işlerine gelmiyordu. Oysa olan Türkiye’nin 70 yıllık Batı ittifakına oluyordu. Bu dönemde Transatlantik bağlar gittikçe çözüldü ve kâğıt üzerinde kalan bir ortaklığa büründü.

ABD RAHATSIZ…

Washington Türkiye’nin sahada Rusya ile yakınlaşmasından rahatsız. Ankara’nın önce NATO’dan müstakil roket teknolojisi için Çin’e yönelmesi, ardından Rusya’ya nükleer enerji ihaleleri verilmesi, son olarak da Rus yapımı S-400 füze bataryası alımı meselesi, Türkiye’yi NATO’dan hızla uzaklaştırdı. Ankara’nın Rusya güdümünde bir Suriye politikası benimsemesi ve hemen her fırsatta ABD ve Batı’yı Türkiye’nin düşmanı ilan etmekten geri durmaması, günlük ve sıradan ikinci-üçüncü sınıf haberlerden oldu. Yani Türkiye toplumu Batı düşmanlığını kanıksadı.

Algı meselesine gelince, 1920’lerden beri Türkiye’de siyasi elitler kendilerini ve Türkiye’yi muasır medeniyetin bir ferdi saydılar. Yani Batı’nın bir parçası olmak, Türk elitlerinin iç dünyasında belirleyici oldu. İster CHP isterse Demokrat Parti olsun, Türkiye’nin Transatlantik bağlarına birincil jeostratejik önem atfetti. Türkiye’nin NATO’ya girişi partiler üstü bir mutabakatla gerçekleşti. Dahası Avrupa bütünleşmesi (AKÇT, AET, AT ve AB) başladığından bu yana Türkiye daime tam üyelik hedefini birincil dış politika yönelimi olarak benimsedi. Dış alım ve dış satımlarımızın yüzde yetmişlerin üzerindeki bölümünü gerçekleştirdiğimiz AB ülkeleri ile ekonomik entegrasyonumuz ve siyasal bütünleşmemiz, daima partilerin üzerinde mutabakat içinde olduğu bir dış politika tercihi ola geldi. Üstüne üstlük siyasal değerler bakımından çoğulcu parlamenter demokrasi ve insan hak ve özgürlükleri bakımından AB daima Ankara’nın çoban yıldızı oldu. Bugün ise o çoban yıldızından ışık yılı uzakta bir yerde, Ortadoğu batağı ile Rus güdümlü Avrasya stepleri arasında bir yerlerde Türkiye.

MÜLTECİ ANLAŞMASI, AB İLE MÜZAKERELERİ DONDURDU

AB ile tam üyelik müzakereleri donmuş durumda. Esasında tümden müzakere sürecinden çıkarılmamasının tek nedeni, AB ile aradaki mülteci anlaşması. AB Erdoğan’ı kızdırıp mülteci sorunu ile yeniden uğraşmak istemiyor. Türkiye’nin “formel” tam üye adayı statüsünü de jure devam ettirip, günü kurtarmaya çalışıyor. Oysa AB ülkelerindeki Türkiye algısı artık Libya ve Suriye gibi. Yani Türkiye’de bu durum tam fark edilmese de – ya da fark edilmiyormuş gibi yapılsa da! – gerçekler çok rahatsız edici. Cumhuriyet döneminin tüm kazanımları adeta sıfırlandı. Türkiye’deki “seküler model” artık sadece bir mitten ibaret ve bu durum AB ve Batı’da gayet net okunmakta. Erdoğanist bir İslamcı siyasi sistem ve toplumsal yapının giderek egemen olduğunu gören Batılılar, Türkiye’yi daha çok bir tür tampon bölge olarak konumlandırıyor. ABD cenahında da durum pek farklı değil. Türkiye’nin “başka değerlere ait” bir toplum olduğu imgesi yerleşmiş durumda. Ortadoğu’nun İslamcı toplumlarından biri olan bir Türkiye algısı giderek elitlerde ve medyada hâkim ana damar oldu. Bu aslında çok acı. Çünkü sağı solu belli olmayan, “farklı değerlere” sahip bir tür Ortadoğulu ülke algısı, NATO üyesi, doğu Avrupalı Müslüman ama seküler toplum ve ciddi devlet algınsının çok ama çok önüne geçti. Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki rolü ve fedakârlığı da zaten ABD ve AB’de yeni nesilce bilinmiyor. Onlar için Polonya veya Estonya Türklerden çok daha derin müttefik. Bu durum Oryantalist ve Türk düşmanı Batı stereo tipi ile açıklanamayacak kadar fazla Türkiye’den kaynaklanıyor. Türkiye kendi bindiği dalı kesen, durup dururken dengesiz bir coğrafyada gereksiz riskler alan ve kimliğini değiştiren bir aktör. Sonuçta Batıdan kopan ve Rusya güdümünde 19. yüzyıl değerleriyle ve tarih okumasıyla hareket eden, kürselleşmeden korkan ve içe kapanan bir görünümde.

UCUZ KAHRAMANLIK

Erdoğan kitlelere “gaz verip” tüm dünyanın Türkiye’ye karşı olduğu algısını Türkiye toplumunda yerleştirirken, akıp giden nehirde aksi yöne boşa kürek çeken bir kayık gibi Türkiye nehrin ana akış yönünde hareket ediyor. Kontrolsüz bu gidişte, süreci yönlendirme olanaklarını elinin tersiyle iten ve rolünü oynamamayı ucuz kahramanlık ve milliyetçilik olarak kitlelere “satan” Erdoğan rejimi, her an kayalıklardan birine bodoslama dalabilir. Türkiye, 20. yüzyıl başındaki İttihatçılardan çok daha maceraperest ve daha da kötüsü vatanı umurunda olmayan bir güruh tarafından idare ediliyor. Kendi çıkarlarını ulusal menfaatlerimizin önüne koyan bu iktidar sahipleri, kendi siyasal bekalarını Türkiye toplumunun geleceğinden ve güvenliğinden daha fazla düşünüyor. Türkiye’nin sahada savrulması, dikiş tutturamaması, prestijinin ve yumuşak gücünün – eriyen demokrasisiyle paralel şekilde – yok olması, Erdoğan rejiminin umurunda değil. Dahası Rusya’nın kucağında, giderek etkisini kaybeden NATO şemsiyesi olmaksızın var olabileceğimizi düşünenler, son derece sığ bir güvenlik politikası – ve daha da kötüsü yakın tarih bilgisine – sahipler.

Türkiye bugün itibarıyla AB’den ve NATO’dan kopmuş durumda. Sadece bu kopuşun adı konmadı henüz. Olan durum bu! Uluslararası politika böyledir. Olan durumun adı uzunca süre konmasa da, gerçeklere göre hareket edilir. Formel aidiyetler ve kâğıdın üzerinde ne yazıldığı, uluslararası arenada çok anlamlı değildir. İçi dolu ittifaklar, içi bomboş cümlelerden çok daha etkilidir. Türkiye’yi yönetenler bunu bilmeli.

Bugün Türkiye daha az güvenli, daha tehlikeli ve riskli bir ülke. İşin kötüsü aydınımız ve uzmanlarımız da günü kurtarmak için bu durumu analiz etmemeyi ve iktidarın söylemine uygun yorumlarda bulunmayı tercih ediyor. İç siyasetteki sistemsel tıkanıklık (rejim) ve ekonomik problemlerin çığ gibi büyümesi yanında, Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasındaki bu son derece olumsuz, hatta korkutucu tablonun da üzerinde durulmalı. Çöküş tüm alanlarda hissediliyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin