Çetin bir Türkçe sınavı

YORUM | EKREM DUMANLI

Siyasetin harala gürele tartışmaları arasında kimi zaman çok önemli yazılar/düşünceler kaynayıp gidiyor. Hal böyle olunca bağrışmalı çağrışmalı konular, asli tartışma mevzularını ezip geçiyor. Kavga gürültüden geriye kırık dökük manzaralar kalıyor ve bu durum her defasında toplumda yaralar açıyor. Oysa daha esaslı gündemlerin konuşulması gerekiyor ki ülke ileriye doğru mesafe alabilsin.

Yukarıda hülâsa etmeye çalıştığım kanaatimi teyit eden bir yazı okudum geçenlerde. Alin Özinian imzası taşıyan makale Kronos News’de yayınlandı. “Türkçemizi Rahat Bırak!” Peki, oldu başlığını taşıyan yazı, arşivlik bilgiler içeriyor. Alin Hanım köşe yazısının hacmini zorlayarak Türkoloji eserlerinin listesini veriyor. Bu kadar kapsamlı çalışmanın Ermeni araştırmacılar tarafından yapıldığını okuduğunuzda şaşırıp kalacaksınız…

Özinian, sosyal medyada yürütülen linç kampanyalarına değindikten sonra “Madem Türkiye’yi bu kadar eleştiriyorsun, beğenmiyorsun, konuşma Türkçe! Rahat bırak dilimizi” şeklinde özetlediği azgın yaklaşımı gündeme getiriyor önce. Ardından bu yaklaşımın ne kadar sağlıklı olduğunu sorguluyor. Ve temel bir yaklaşım ortaya koyuyor: “Türkçe’nin bu coğrafyanın dili olması ve sadece etnik Türklere değil, bu topraklardaki diğer halklara da ait olduğunu, burada yaşayan herkesin ana dili olduğu konusu önemli bir konu”

İşte bu hüküm karşısında herkesin şapkasını önüne koyup bir kere daha düşünmesi gerekiyor.

Türkçe’nin en büyük felaketi, Türkçülüğün ayrımcı bir parçası haline getirilmesidir. Anadolu coğrafyasında yaşayan hemen herkesin ortak dili haline gelmiş Türkçe’yi ırkçı yaklaşımlarla inhisar altına aldığınızda, kaçınılmaz bir başka felakete sürüklenirsiniz: Diğer Anadolu dillerini inkâr etme; hatta yasaklama…

Kürtçe’nin yaşadığı sorun da bu gaddar tavrın bir yansımasıdır ve ‘Kürt sorunu’nun başlangıç noktasıdır. Kürt nüfusunun büyük bir bölümü Türkçe bilir, Türkçe konuşurken, insanları bir başka ana dilden mahrum etmenin ne anlamı olabilir! Kürtçe (ya da bir başka dil) konuşulduğunda bunun Türkçe’ye bir zararı yok ki! Mesele (en masum çıkarıma göre) zihniyet darlığından başka bir şey değil.

 Aslında Türkçe’nin zenginliği meselesinde önemli kilometre taşları var. Necip Fazıl’a plastik şair dedirtecek kadar kelimelerin ahenkli seçimine dikkat eden ve bir o kadar da diplomatik tercihler yapan Yahya Kemal’in “Güneş Dil Teorisi” gibi absürt bir dil zorlamasına karşı çıkması boşuna değildi.  Muhalefet etmenin zor olduğu bir dönemde, Yahya Kemal’in dil mevzuuna medeniyet çerçevesinde yaklaşması önemli bir tercihti. Nihat Sami Banarlı’nın tanımlamasına göre Türkçe bir imparatorluk diliydi ve o dilin (tıpkı diğer imparatorluk dilleri gibi) başka lisanlardan kelimeler devşirmesi bir nakise değil, harika bir zenginlikti. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Peyami Safa gibi güçlü kalemlerin Türkçe’ye ırkçı bir sınır çizmemesi büyük bir avantajdı.

Ne var ki bir tarafta ulusalcı sol, diğer tarafta ırkçı sağ, Türkçe’ye sahip çıkar havasında ayrıştırıcı bir güzergâhı tercih etti. Türkçe’nin radikal bir şekilde sadeleştirilmesini savunanlar, onun bir imparatorluk dili olduğunu idrak edemedi. Dili sadeleştirelim diye yaptıkları dayatma ile dili kısırlaştırdıklarını ve ortak hafızayı yok ettiklerini fark edemediler. Halbuki hayatın tabi akışı içinde başka dillerden kelime almak, kültürel zenginliğin bir yansıması olduğu gibi, düşünce derinliğinin de bir parçasıydı. Zaten aldığın kelime başka bir kalıba dökülerek Türkçeleşiyordu.

Bunu neden hatırlatıyorum: Bir dilin yaşadığı bütün coğrafyayı ve o alandaki etkileşimi tabii mecrasında kabul etmediğinizde düşünce dünyanızı görünmez bir zindana çeviriyorsunuz. 

Anadolu’daki bütün dilleri, lehçeleri, ağızları, şiveleri bir zenginlik olarak görmezseniz, Türkçe’yi bir kabile diline indirgediğinizin farkına bile varamıyorsunuz. Ondan sonra da herkese Türkçe üzerinden efelenme hakkını kendinizde bulabiliyorsunuz…

 Alin Hanım harika bir fasılla bağlıyor meseleyi: “Memleket kadar dil de Türkçe de hepimizin. Öyle ki, daha uzun süre, ömrüm yettikçe Türkçe konuşacağım, yazacağım, hatta şarkılar söyleyeceğim.”

Yaşanan vahşi soykırımdan kaçarak dünyanın dört bir yanına dağılan insanımız ve onların çocukları şimdilerde dünya dillerini öğreniyor. Ne güzel! İngilizce, Almanca, Fransızca, Flamanca… Bir başka toplumla kaynaşma adına değerli olduğu kadar, ufuk zenginliği açısından da hayati bir süreç bu. Türkiye’ye karşı kalpleri kırık bu insanların. Dolayısıyla Türkçe’ye karşı buruk olmaları da kaçınılmaz. Her şeye rağmen onlar da Anadolu’ya şöyle seslenebilmeli: Yeni dil öğrenmenin neşvesiyle beraber Türkçe konuşmaya, yazmaya, şarkı söylemeye devam …

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

6 YORUMLAR

  1. Gazetenin o şaşaalı dönemlerinde hep beklemişimdir, en azından HE’nin eserlerinde kullanılan ve dilimizi daha zengin, kıvrak ve kullanışlı hale getirecek kelimeler bir araya toplansın ve haberlerde yavaştan yavaştan kullanılsın. Bir milyon okurun olduğu bir dönemde ne kadar faydalı bir şey olurdu.
    Veya Kürtlerin yaşadığı şehirlerde gazete Türkçe ve Kürtçe çıksaydı bugün belki gidişat çok daha farklı olurdu. Kürtlerin bize bakışı da farklı olurdu elbet.
    Ama biz kendi diline bile sahip çıkamayan bir hareketiz. Sevgi dili Türkçe falan bunlar maalesef vitrinlik laflar olarak kaldı.
    Bu arada: Türkçe’ye, Türkçe’nin, Kürtçe’de diye yazılmaz. Doğrusu Türkçeye, Türkçenin, Kürtçededir.

  2. Yazınızı bir perspektifle destekliyorum, başka bir perspektifle de eleştiriyorum.
    Eleştiri kısmıma geleyim.
    Bir dil öğreniminde, baskın dil, öğrenilen dili engeller. Bu bir fenomendir, aylarını, yıllarını verdiğin dili konuşmaya çalışırsın ama konuşamazsın. Belki okuduğunu anlarsın, ama hayata karışamazsın. Bugün Almanya da yaşayan binlerce insanın özellikle de son gelen eğitimli kesimin yaşadığı da bundan farklı değil. Hayaller ile gerçekler de diyebiliriz buna. Almanca, İngilizce konuşamayan insanların zaten dönüp dolaşacağı yerde kendi dili Türkçesi oluyor. Bugün Türkçeye en fazla maruz kalan kitle, ihtimal yurtdışında yaşayan Türklerdir. Bu bir kaçıştırda çünkü. Başarılı örnekleri oldukça azdırda bunun.

    Geçen Nedim Hazar bir söyleşisinde, kendisini emekli yazar olarak tanımlarken mütevaziliğiyle, diğer taraftan bir gerçeği de işaret etmişti, Almanca bir konu da yazar çizer olabilmek için 30 yıl gerekli belki demişti. Bu iyi niyetli bir tahmin, ben sonradan bir ömrün yetmeyeceğini düşünenlerdenim. Bırakın, yazabilmeyi çizebilmeyi, düzgün, biraz da anlamlı soyut cümle kurabilmek için ancak bir 20 yıl gerekli. Elbette 1000 kelimeyle yürütülen asgari iletişmiden bahsetmiyorum.

    Bugün, yurtdışına çıkmış insanların dört elle türkçeye sarıldığını görüyorum hatta, gönüllüler hareketinden bazılarının bir müdafaa amacıyla türkçe yayınlar yapması,haberler sunması, toplumu bilgilendirmesi elbette gerekli, ama buraya bir iddiamı ortaya koymalıyım ki, o insanlar orada kalıp, o Türkçe ile yaşamını idame ettirme yolunu da seçecekler. Bunun Almancasını İngilizcesini kolay kolay yapma iradesiyle dil öğreneceklerini düşünmüyorum. Sebebi bunu yapmak için büyük emek vermek gerektiğinin bilincinde olmaları.

    Meseleye bu nedenle, Türkçe konuşun, yazın değil de, tam tersi artık lütfen ne türkçe konuşun, ne türkçe yazın diyerek yaklaşanlardanım ben. Gönüllülere en büyük tavsiyem, lütfen türkçeden kopun, türkçe okumayın, yazmayın, eğer bunu yaparsanız, o dili öğrenemezsiniz ve tuhaf bir paradoksun içinde bulursunuz. Bu bir kaçış çatısı. Evinden, cemaatinden, kültürel topluluğunun çatısından çıkmayan insanlardan oluşuyor Avrupa da Türk toplumu. Buna gönüllüler de dahil. Dialog bağlamında yapay bazı girişimler dışında, iliklerine kadar Türkçeye batmış bir toplum var Avrupa da. Bu aslında, entegre olamamanın da bir numaralı sebebi. Ne din ne kültür, konuşamamak.

    İnsanları bir araya getirende ne din ne kültür, asıl etken dil. Dil dinden daha büyük bir kapsayıcı evren. Bu nedenle ki, yabancı memleketlerde düşünce dünyası taban tabana zıt olsa da, gidip dinine çok yakın diye diğer müslüman topluluklar yerine, özellikle Türkler, yine de gidip, Türkiye de asla bir arada olmayacağı insanlarla yakınlaşabiliyor eğer alternatifi yoksa.

    Dil bir çatıdır. Çatısı Almanca, İngilizce olan yerlede yaşıyorsanız, iklimi de bu diller üzerinden yaşayacağınz ortada. Hal böyleyken, bu dilleri öğrenemeyip ancak atmosferine maruzkalmak kadar da insanı ilkelleştiren bir durum olamaz.

    Bunun en güzel örneğini yine gönüllüler bilir, dil okullarında yanı başında insanla rutin konuşmaların dışında konuşamamak, konuşmaya çalıştığın her girişimde de batırmak, bir çeşit ilkelliği hissettirir insanda, sanattan, kültürden edebiyattan bahsedememek,soyut ifadeleri, yorumları, analizleri ardı ardına sıralayamamak, modern insanın sözlüğünde ilkelliğin bir türü. Bir yaşam formu bugün bizim insanımız Batı da, ama gerçek anlamda birey değil, neden değil, ilgisizliğinden değil, ifade edememesi kendini.

    Faust deyip başladığım bir sohbete Almanla, ardına ikinci cümleyi getiremeyince hava durumuna getirdiğim sohbetin bırakacağı tat ortada. Kekremsi bir tat. Bu nedenle bir araya gelemiyoruz, ne kültür ne başka birşey. Bizim bir oturuşta keyiflenip dost meclislerirnde bitirdiğimiz demlik çayımız neyse, batı insanı içinde keyiflenip büyük bardaklarla bira içmekte aynı. Biz sebebin, ayrımın bunu olduğuna inandırarak kendimizi adeta, ortamdan, kültürden dem vurarak uzaklaştığımızı söylesekte, benim yaşadığım gerçeklik ve oradan çıkardığım tespitler bunu göstermiyor. Sebep dil.
    Konuşamamak..

    Peki neden? Sebebi basit, öğrenmek zor bir süreç ve belirli bir yaştan sonra zaten istenilen derinlikte olunamaması. Bu nedenle türkçeye kaçış, bu nedenle eline kamera olan yurtdışında ki kişinin youtuber olduğunda kendi diline, ülkesine yönelik yayın yapması, yazılarını, yayınlarını kendi dilinde yapması.

    Şimdi sorum şu Sayın Dumanlı, tr724 yazarı olsun, gerek siz, gerek başka bir entelijansiya gönüllüler hareketinden, sonradan gelen birisinin gayretle şu dili öğreneyim de bu dilde yayınlar yapayım, ve yayınlarım haberlerim Türkiyeye yönelik edğil, Avrupaya, ya da kaldığım ülkeye yönelik olsun diye bir eğilim, gayret, hedef görüyor musunuz? Varsa yoğunluğu nedir?

    Bu bir eleştiri değil, tespittir, “kolaysa sen yap” diyende yerinde demiştir, demem o ki sayın Dumanlı,
    şundan emin olabilirsiniz, kimse Türkçeden kaçmıyor, hatta Türkçeyi batı da yaşayan türkler kaçış gibi görüp, evlerine girer girmez televizyonlarına koşup, yahut türkçe yayınlara yöneliyorlar.

    Son nesil nasıl bilmiyorum, ama Y kuşağı, batı da yaşayan doğma büyüme batıda olanlar dahi türkçe yayınlara, türkçeye bağımlılar.

    Peki… sonuç ne? Sonuç bu.

    Bu nedenle, yönünü değiştirmeliyiz artık eski klişe anlatımlarımızın, en azından göz geçirmeliyiz. Bunlardan birisi de sizin bir perspektifle eski mantıkla yazdığnız bu yazı. Lütfen, eski demode olduğunu düşünmeyin, bir kategori olarak eski diyorum.

    Artık yeniye yönelmeliyiz, eskisi bizi biryere götürmedi, yahut en fazla buraya getiriyor, öyleyse şunu yapalım artık. Bu dil öğrenmek çok zor birşey, özellikle soyut, kavramsal konuşmak, entelektüel düzeyde konuşmak, öyle felsefik derinlemesine değil ama birazcık entelektüel düzeyde konuşmak, dialog un ta kendisi, iletişimin doğasının bir gereği batı da. Ortalama 30 kitap okuyan kendi dilinde insanların olduğu bir batı da, kendi dilimizde bi de 30 kitap okusak bile, bunu anlatamadıktan sonra, ortada oluşan o kocaman boşluğu görmezden gelemeyiz.

    Bu nedenle diyorum ki, yeni bir dil öğrenenler, lütfen, her aladan Türkçeyi çıkarın hayatınızdan, mümkün olduğunuz kadar uzaklaşın, çok fazla kaldığınız ülkenin diline maruz kalın, Mark Twainin talihsizliğini yaşadğı Almanca öğreniyorsanız zaten buna mecbursunuz, ömür yetmezse bile bugün başlasanız, 10 yıl sonra bir şeyler yapmış olmanın huzuru ve entegre olmanın tadını almaya başlamış olursunuz.

    Benim bu satırlarım, bir sorumluluk, görev bilinci gereği gereklilik olarak değil, tam tersi, tad almanın, yaşamdan mutlu olmanın yolunun anlatılması olarak yazılmıştır.

    Batı da yaşayan insanlar, mutlu olmak istiyorsanız, sağda solda bir konu açıldığında düşüncelerinizi güzelce ifade edip, on entelektüel hazzı, o denkleşmeyi, muhatabınazla bende senin kadar düşüncelerimle bu olayları görüyor analiz ediyorum diyebiliorsanız, toplumsal hayata karışırsınız, bir radyo programını arar fikrini söylersiniz, bir gazetede çıkan yoruma yazı yazar oranın parçası olursunuz, belki belediye başkanılğına adaylığınızı korsunuz sorunların giderilmesinde doğrudan etken olursunuz, belki sizde birşeyler karalar, romanınızı, fikir kitabınızı çıkarırsınız, belkiler bunlar ama bunlar sizi orada mutlu eder.

    Yoksa, böyle türkçe gelip, tr724 sitesinde, gelenin gidenin sadece gönüllülerin olduğu, çoğunlukla da yurtdışında ki gönüllülerin olduğu bu ortamda, tüm dünyaya yayın yapıyor duygusuyla türkçe ifadelerin derinliklerine dalar, ama neticesinde ekranın başından ayrıldığınızda, bir mesafe alınamadığını, yaşamın gerçekliğiyle karşılaşmayı hatırlar, o makus talihinize dönersiniz.

    Toplumsal yaşamdaki makus talihinizi yırtıp, hayata katılmanın yolu, dildir, bu nedenle,

    lütfen, Türkçeden uzak durun, asgariye indirin, az konuşun, az dinleyin, bulunduğunuz ülkelerin dilini alın atın. Dikkat edin, arada türkçe de bakın demiyorum, ki zaten bakacağınızı biliyorum. Öyle bir denge kurun ki, ket durdurmasın.

    Kastım şu ki, ket vurur, eski dil yeni dile. Maruz kalmayın. Bir dost, yaşayan olarak, samimice tespitim şu, eğer Türkçeye dalarsanız, Türkçe dinleme okumaya yönelirseniz, ve birde özellikle yazarsanız, şundan emin olabilrisiniz, başka bir dil öğrenmeniz onyıllar alır. Efektif kullanamazsınız dili.

    Bu fenomeni üzülerek söylemeliyim o nedenle. Manevi olarak bizim Abilerimiz var dediğimiz abilerimiz örneğin, bulundukları ülkelerin dilinli çok iyi biliyorlar mı? Yaşadığım memlekette, gerekçelerine sözüm yok, lakin, gönüllülere yön verme konumunda olanların şakır şakır o ülkenin dilini konuştuğunu görmedim.

    Kolay olan bu sayın Dumanlı, Avrupa da, Amerika da, o ülkenin dilini değil, kendi diline kaçış ve eski yaptığı şeyleri, vazu nasihatları, yayıncılığını, gazeteciliğini Türkçe yapmak. Bu bir eleştiri değil elbet.
    Ama meslekleşmiş bu hali genele yayarsanız, hata edersiniz.

    Bu yazınızın yönünü o neden eleştiriyorum. İnsanları Türkçeye itmek, evinden çıkamayan, entegre olamayan insanlar olun demenin diğer adıdır. Dil çatısı ana belirleyicidir yaşamda, din dahi değildir. Dil, coğrafyayla örülü öyle bir anı bırakır ki insanda, din bunun önceliğini sökemez.

    İstanbuldan Tel Avive giden İstanbul Yahudilerinin bir belgesilini izlemiştim, yapamıyoruz burada deyip, o eylül olaylarından sonra gidenlerden tekrar dönenler olmuştu, özlemleri o topraklar ve onla yoğrulmuş diliydi. Din değildi.

    İnsanlarla kaynaşmak istiyorsanız, en etkili yol dildir. Temsil değil, dildir.

    Temsille değil, dille insanlar kaynaşır, temsil=dil dir bu devirde bunun böyle anlaşılması gerekir.

    Dikkat ederseniz, yeni varsayımlarda iddialarda bulunuyorum klişelerden.
    Çünkü bu toplumu yaşıyorum, bende gözlemliyorum, tartışılabilir, eleştirilebilir, ki istediğim tam da bu,
    ama malesef olay şu ki, klişeler gerçeğin yanında yaldızlı parıl parıl ama yapay kalıyor.

    …..

    Yabancı memleketlerde yaşayan Türklerin Türkçeye yönelmeleri bir kaçış bunun farkındayız. Burada benim gibilerin yorum yapmalarının ardındaki bir sebepte bu. İnanıyorum siz değerli yazarların da bu yazıların ardından rahatlıyorsunuz. Allah insanın en karakteristik yeri olarak yüzü o yüzün de tam ortasına ağzı ve içine dili koymuş. burnunu otomatik olarak kullanan, gözünü görmek için kullanan insan, iletişim için ağzını kullanır, mimikler, göz hareketlerini kenara koyarsak, insanın yaşamının ortasında, tam merkezinde duran şey konuşmak yatar, tıpkı yüzünün tam ortasında ağzının, dilinin olması gibi, iletişimin olması gibi.

    Sosyal varlıklarız, bu nedenle, felç geçirmiş insan ile yurtdışında o ülkenin dilini konuşamayan insanların hali bir kanaatim. Herşeyden soyutlanmanın bir numaralı sebebi din değil, eğitimsizlik değil, konuşamamak o dili.

    Aşağılanmanın, ayrımcılığın da belki en temel sebebi, ten rengi farklılığı kadar belki etkili bu.

    Gerçeklerle yüzleşmek, çözümleri de ona göre üretmeliyiz, bu nedenle, benim de tavsiyem şu tüm okuyan dostlara.

    Yetişkinseniz yaşamınızda türkçeyi asgariye indirmeyi hedef edinin, zaten o sizin sürekli önünüze yeteri kadar çıkacaktır, ülkenizin diline yönelin, Türkiyeyi o ülkenin dilinden takip edin, bugün başlarsanız, 10 sene sonra meyvesini alırsınız derim.

    • Selamlar, iste yine ben.. Yorumunuzu genis tuttugunuz icin bu defa da tamamina degil dikkatimi ceken yerlere deginecegim.
      1) Öyle anlasiliyor ki Almanyada yasiyorsunuz ve kisa sürede bu ülkedeki sinirlarinizi gayet güzel fark etmissiniz. Almancanin da öyle ha demekle ögrenilemeyecegini anlamissiniz. Ve fakat buna ragmen insanlardan Türkceden kacmalarini istiyorsunuz. Nereye? Siginamayacaklari bir dile! Normalde bu kararlilik Almanyaya yeni gelmis ve karsilasacagi zorluklarin farkinda olmayanlarda gözlemledigim bi sey. Ve fakat sizin zorluklari görmenize ragmen insanlari bu kararliliga dogru motive etmenizi tam olarak anlayamadim.
      2) Türkceden kacmanin üzerinde bu kadar durmanizi Almanyali Türklerin bu baglamda ödedigi bedelleri göz önünde bulundurdugumuzda bi miktar tehlikeli de buldum. Almanyali Türkler egiitimli ailelerden gelmedikleri icin cocuklarina zayif ve siveli bir dil ögrettiler. Ögrettiler demek de yanlis, evde o dili konustular iste. Buna mukabil Almanya ortaminda sersefil olmamalari icin Almanca ögrenmelerini tesvik ettiler. Hele hele 2. ve 3. nesil Türkler evde bile Almanca konustuklari icin devam eden nesillerin hali ortada. Türkiyede kötü arkadasa, uyusturucuya, kumara alisan bi genc yillar yillar sonra haci olabilir. Bunun en büyük etmenlerinden biri de dildir. Almanyada kaybolan insanin kendi ailesine dönmesi zordur.
      3) Kaybolmanin da kendine göre türleri var elbet. Hangi dilin gramerini ögrendiyseniz iste osunuz. Matematigi hangi dilde ögrenmisseniz, cikarmayi, toplamayi, bölmeyi, carpmayi da öyle ögrenirsiniz; cikarmayi Almanca ögrenen Alman gibi soyutlar, toplamayi Almanca ögrenen lokantada Alman gibi hesabi öder, bölmeyi Almanca ögrenen insanlari Alman gibi siniflandirir, carpmayi Almanca ögrenen Alman gibi demagoji yapar. Matematigi Almanca ögrenen hesabini, kitabini Alman gibi yapar, Kimyayi Almanca ögrenen Alman gibi analiz eder, tarihi Almanca ögrenen yok yere sirtina bir soykirim yükü alir vesaire.
      3) Mutlu olmak icin illa da Almanlarla asik atmaya bence gerek yok. Insan cok farkli sekillerde de mutlu olabilir. Ben sizin tam tersinize muhacir abilerimize mesleklerini ifa edebilecekleri kadar Almanca ögrenmelerini tavsiye ediyorum. Bu meslek C1 gerektiriyorsa C1 seviyesinde A2 gerektiriyorsa iste o kadar. Kasmaya gerek yok. Dile özel yetenegi olan ögrenir, gencler, cocuklar ögrenir, ama 30unu gecmis insanlarin dille yatip dille kalkmasi mantikli degil. Ögrenebilseniz tamam ama zaten ögrenemeyecekseniz hayat bu degil. Bazi seyler icin Faust parcalamaya gercekten gerek yok. Sonucta Goethe bunu bi Almanla fikir teatisinde kullanayim diye yazmadi. Türk olarak da yararlanabilirim, Aborjin olarak da. Bir Almanla mezarliga gidin, hastaneye gidin, ayni dili derinlemesine konustugunuzu fark edeceksiniz. En güzeli yasadiginiz sehirde Müslüman olmus bir Alman varsa onunla vakit gecirmek, Almancanizin kisa sürede nasil yükselise gectigini gözlerinizle göreceksiniz. Mutlu olmak cogu zaman vazgecmek, bizden gecti diyebilmektir

      4) Türkiyedeyken meslegi gazetecilik, yazarlik olanlar Almanya´da ayni dilde gazetecilik ve yazarlik yapmalilar fakat konularini degistirmeliler. Türkiyeden ziyade Almanyanin, Avrupanin ve genel olarak dünyanin sorunlarina deginmeliler. Bunun icin konunun uzmani Almanlarla irtibata gecmeliler ve bu konuda kendilerine dil konusunda yardim edecek birileri mutlaka vardir. Öyle görünüyor ki, bunu Türkiyeyle ilgili meselelerde bile yapmiyorlar. Insan bir Alman hukukcuyla, siyasiyle, insan haklari savunucusuyla konusur, röportaj yapar di mi, yok, bu da yok.
      5) Türk sivil toplum örgütlerinin Türkceye batmis olmasi aslinda iyi bi sey ama bu da pamu k ipligine bagli. Bu kurumlarin üzerindeki birinci nesil tahakkümü bittiginde hepsi Almancaya batacaklar, eli kulaginda. Sebebi de cok basit, bilingual yetismedi nesiller. Bilingual yetismek demek her iki dili de grameriyle ögrenmek demek. Her ikisi mümkünken kendi dilinin aleyhine davranmak cok mantikli bir sey degil. Gelecek nesiller Almanlarla Faust parcalarken Yunus Emre parcalayamazlarsa ciktigimiz yolun bir anlami kalmaz.
      6) Abiler Almanca ögrenemezdi, cünkü isleyise tersti bi kere. Bikac sene sonra baska bir ülkeye tayin olma ihtimali olan bi insan niye Almanca ögrensin. Bu ancak Hizmet yerellesirse, Bavyeradaki bi adam en fazla Hamburga tayin edilirse olabilecek bi sey. Burada asil sorun yillar yili abilerin Almancasinin eksikligi meselesinin gözardi edilmesidir. Bunun arkasinda yatan sebep de tabii adamcilik. Yeter ki benim dedigimden cikmasin da varsin Almanca bilmesin. Nasisa Almancasindan et, süt, yün olarak sonuna kadar faydalanilacak sakirtler her yerde var. Biz baska yere tayin edildigimizde de ne halleri varsa görsünler. Akilli olup ekmeklerinin pesinde kossalarmis.
      7) Benim Almanyaya yeni gelenlere tavsiyem Türkceye simsiki sarilmalari olabilir. Sizlerle birlikte Almanyaya taze kan geldi, su an sizin sayenizde evinde cocuguyla Türkce konusan anne-babalarin sayisi artti. Cocuklarinizin cogu Türkceyi grameri ile ögrendi, o damgayi yedi, coklari Almancayi da en az Türkce kadar ögrenebilecek yasta. Sizler 60 yil önce gelenlerden daha egitimlisiniz ve onlar da egitimli olacaklar insallah, belediye baskani olacaklar, olup asil meselelere odaklanacaklar, saray soytarisi gibi standupci olmayacaklar, bi gram Türkce bilmedikleri halde gecimlerini Türkleri ilgilendiren konulardan saglamayacaklar, bir Kaya Yanar, Bülent Ceylan olmayacaklar, ha Cem Yilmaz da olmayacaklar, toplumun gercekten neye ihtiyaci varsa o olacaklar.
      Daraltmadigimi umarak iyi geceler, Almanya´da mutlu ve hizmetlerle dolu bir hayat diliyoum.

  3. Türk’lüğün ayranını kabartan, herkesi kendine hayran bırakan, iki yüze yakın ülkeye Türkçe selam veren “Türkçe Olimpiyatları” gönüllere Kur’ani ve Muhammed’i maya çalan, mübarek bir milletin, mübarek bir lisanının destanıdır. Bazıları idrak etmesede?

  4. Sevgili AhmetinAhmet, ne guzel yazmissiniz. Uzun yazmis olmaniza ragmen zevk ile okudum ve dediklerinize sonuna kadar katiliyorum. Tesekkurler…

    NOT: Diger yazi ve dusuncelere yorum yapmayi zaman kaybi olarak goruyorum. “Haci Murat arabayi elestirseniz ne olur? Motorunu sokup BMW motoru sokseniz ne olur?” Yapilmasi gereken tek sey Haci Murat`a elveda deyip, yeni araba almak…

  5. 15 Temmuz sonrası Doğu’dan–Batı’ya tarihin ikinci büyük nitelikli göç dalgası olarak da tarif edebileceğimiz göçün, beraberinde getirdiği bazı zorluklar da vardır. Bu zorluklar daha önceki veya sonraki göçlerden çok daha büyük farklılıklar göstermektedir/gösterecektir de. Konjonktürel durum, modern ve post-modern zamanların ağır yara aldığı böyle bir zaman dilimi ve modern sanatın içerisinde oluşan çatlaktan ilerleyen ‘akıl dışı’ da denilen yeni sanatla yayılan ve hemen hemen her alana etki etmeye başlayan bu yeni dönem, son göçü oldukça farklı kılmıştır. Kendinden önceki göçler ve oluşturduğu sorunlarla benzerlik gösterse de hem mültecilerin sosyo-ekonomik ve eğitim durumları hem de modern dünyanın insan hakları ve demokrasi konusunda aldığı pozisyon, durumu iyice özel hale getirmiştir.
    Mültecilerin ülkelerinden hoş bir şekilde ayrılmaması/ayrılmak zorunda kalmaları ve filmlere konu olacak kadar zengin ve ilgi çekici göç hikayelerine sahip olmaları, hem göçmenlerde hem de içinde bulundukları yeni toplumlarda ilgi uyandırmıştır.
    Fakat resmi iş ve işlemlerin bitmesi ile beraber göç, gerçek sorunlarını insanların ve şehirlerin üzerine bırakmaya başlamıştır.
    En başta (eskiye ait olan) din, ahlak, değer, kültür, tarih, medeniyet, dil ve diğer alışkanlıkların yeni halde durumunun ne olacağı/olması gerektiği sorunsalı ciddi kimlik bunalımlarının da habercisi olmuştur.
    Göçmenin Din Sorunu
    Din’in, dindarı tarafından tam öğrenilip sindirilememiş olması handikapı, ‘kutsal olan şeylerin toplum (Gesellschaft) içerisinde yaşanmasıdır (J. Wach)’ tarifli dini, bireysel alana taşımaya ve muhafaza etmeye zaman zaman yetmemiştir. Oysa din, özü itibari ile bireyseldir. Ayrıca, dini bağların, argümanların ve ritüellerin dinin tam olarak yaşamasına yardımcı olan cemaatin (F. Tönnies’in ifadesi ile Gemeinschaft) teşekkül ettirilemeyişi veya güven sorunlu başka meseleler, bireyi iyice dini yönden zayıflatmıştır. Bu sebeple, hem anayurttakiler hem de göçmenler cemaatin (Gemeinschaft) kıymetini yeniden keşfetmek üzeredirler.
    Aynı dinden olma hali, göçmenlerin tam adaptasyonu için yeterli bir unsur olarak kabul edilmemektedir. Dolayısı ile aynı kültüre sahip dindar göçmenlerin kaynaşması daha hızlı ve etkileşimli olmaktadır. Bu sebeple oryantasyon süreçlerinde cemaatlere olan ihtiyaç her zamankinden daha şiddetli bir şekilde hissedilmektedir. Gettolaşma kısa vadede cemaat bağlarının güçlenmesi neticesi verdiğinden desteklense de sonraki dönemler için sorun oluşturmamasının önüne geçilmesi gereken bir durumdur.
    Göçmenin Dil Sorunu
    Göçmenin Dil sorunu ise daha geniş alana etki eden bir meseledir. Kısa dönem önce yaşanan acılar, çekilen çileler, dökülen göz yaşları, kaybedilen hayatlar insanı hem duygusal hem de agresif yapmaya yetmiştir. Bireyde, kendisini önceye bağlayan ve içinden geldiği toplumla ortak yönlerini, o topluma aidiyetini gösteren dili inkar etme eğilimi başlar.
    Oysa bu durum gerçekten/hakikatten ve olması gerekenden o kadar uzaktır ki?…
    Wittgenstein’ in düşüncelerine göre gerçekliğin yapısı dilin yapısını belirler. Bu belirlemeye göre; gerçekliğin dışında ne düşünce, ne de dil vardır. Çünkü düşüncenin ve dilin sınırı, aynı zamanda gerçekliğin de sınırıdır. Wittgenstein, Tractatus’ ta ortaya koyduğu bu düşüncelerden, Felsefi Soruşturmalar’ da vazgeçer ve ilk dönemindeki iddialarının tersine, “nesneleri dil yoluyla gördüğümüz için gerçekliği görüş biçimimizi de dil belirler” der (Akt; Ali Osman Gündoğan).
    L. Wittgenstein’ın “Language Game” diye teorileştirdiği bu kavram, dilin kullanımına ve örüldüğü eylemlere atıfta bulunan felsefi bir kavramdır. O bir kelimenin/cümlenin ancak oynanan “oyun”un “kuralının” bir sonucu olarak anlam kazandığını savunur. Kişiyi var eden ve onu belli bir seviyeye getiren şeyin (Dil’in) terk edilmesinin açacağı problemleri tahmin etmek zor olmasa gerektir artık: Derin bir kimlik ve kişilik krizi ki varlığının sorgulanmasına kadar gider. Çünkü birey, konuştuğu ve göçmen olarak getirdiği dil ile yeni hayatı anlamaya başlamış ve kurgulamıştır.
    Çözüm
    Mevcut durumu kabullenip, yaşadığımız ülkenin/toplumun diline, sorunlarına da kayıtsız kalmamak gerekir. Hiç bir dil veya hepsi bir, Varlığı tam olarak tanımlayamaz/istiap edemez. Bu yüzden yeni dil bir kurtuluş adası değildir. Eski dilinizi unutmanız size eski sorunlarınızı veya yaşanmışlıklarınızı unutturmayacak/çözmeyecektir. Hatta yeni dil içerisindeki sorunlarla beraber misafir olacaktır içimize. İnsanın, (her türlü) eskisinden kaçması, ona küsmesi yeni yerde yeni hayatında karşısına zorluktan başka bir şey çıkarmayacaktır. Bu zorluk sadece o kişiyi değil içinde bulunduğu ve hiçbir zaman tam olarak onlar gibi olamayacağı toplumu da ilgilendirmektedir. Oysa özellikle batı toplumları gelişen ve gelişmekte olan demokrasileri ile çok kültürlülüğü istemekte ve bunu çoğunlukla zenginlik olarak görmektedirler. Yeni bir dil öğrenmek elbette oldukça önemlidir. Yeni dil öğrenilmezse oryante ve adapte olunamaz saçmalığını da bir kenara bırakmamız gerekmektedir. Fakat mefkure insanının içinde yaşadığı toplumun dilini öğrenmesi hiç olmazsa o topluma saygının bir ifadesi olsa gerektir. Oysa bizim daha yüce gayelerimiz vardır: Yaşadığımız güzellikleri anlatmak.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin