‘Cemaat’ten değil misin?’ ‘Ne Münasebet! Elbette ki değilim!..’

Yorum | Bülent Keneş

Neredeyse iki haftayı bulan bir süredir herkesin gözü New York’taki mahkeme salonunda. Çaresizlikten olsa gerek Türkiye’de yitirilen adaletin izine belki burada rastlayabiliriz diye aklını, izanını, vicdanını, haysiyetini Erdoğan rejimine ipotek etmemiş kim varsa, dünyanın her neresinde olursa olsunlar, bio-ritimlerini son iki haftadır ABD’nin doğu yakası zaman dilimine göre ayarladılar. Ülkenin içinde bulunduğu berbat durumdan nasıl çıkılabileceğine dair dertlenen herkes hayatını geçici bir süreliğine o saat dilimine göre planladı. New York saatine göre yattı, New York saatine göre kalktı. Günün son mahkeme oturumuna dair Adem Yavuz Arslan’ın titiz notlarını ve izlenimlerini dinlemeden de başını yastığa koymadı. 

Onlardan biri de benim galiba. O mahkemede neler olup bittiğini farklı kaynakların yanısıra Adem’in yaptığı Periscope yayınlarından yakından takip ediyorum. Sevgili meslektaşım Adem, şu ana kadar olup bitenleri adeta tarihi bir tutanak tutar gibi dakika dakika raporladığı için davanın ayrıntılarını merak edenlere, Adem’i izlemeye devam etmelerini salık vermekle yetineceğim. Bense bu yazıda o dava vesilesiyle bir kez daha gündeme gelen ve baktığınız pencereye göre “cemaatçilik”, “Gülencilik”, “Gülenistlik”, “şakirtlik”, “Fetöcülük”, “Hizmet gönüllüsü” gibi birbirine taban tabana zıt çağrışımlara yol açan benimsenmiş ya da yakıştırılmış, yapıştırılmış, yaftalanmış, damgalanmış kimlikler üzerinde duracağım. 

HÜSEYİN KORKMAZ’I YAFTALAMAK İÇİN ÇIRPINIP DURDULAR…

Malumunuz olduğu üzere, New York’taki mahkeme ve jüri üyeleri son 4 gündür 17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda önemli bir rol oynayan İstanbul Emniyeti Mali Suçlar Birimi’nde görevli Komiser Yardımcısı Hüseyin Korkmaz’ı dinledi. Onun imhadan kurtarmayı başardığı bazı belgeleri gördü. Korkmaz, davanın yargılanan tek sanığı (tanıklığa her an geçebileceği söyleniyor) durumundaki Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın avukatları tarafından yapılan çapraz sorgulamalarda sürekli olarak tek bir konuda sıkıştırıldı. Parasını Türk hükümetinin ödediği avukatlar saplantılı bir ısrarla Korkmaz’ın Hizmet Hareketi mensubu olduğunu ispatlamaya çalıştılar. Aynı amaca matuf farklı formatlardaki benzer soruları onlarca defa tekrarladılar. Erdoğan’ın Türkiye’de oluşturmayı başardığı, dünyada ise şimdilik başarısız olduğu algıya oturacak bir iki kelimeyi Korkmaz’dan alabilmek için çırpınıp durdular.  

Korkmaz ise, her defasında Fethullah Gülen’i tanımadığını, adına her ne denilirse denilsin Hizmet Hareketi’yle bir ilişkisinin bulunmadığını, yaptığı işin polislik mesleğinin gereği olduğunu, karşılaştığı bütün zorluklara, yaşadığı onca sıkıntıya rağmen mesleğinin gereklerini yapabilmiş olmaktan büyük bir onur ve gurur duyduğunu, bu imkânı verdiği için Allah’a sürekli şükürler ettiğini söyleyip durdu. 

Şüphesiz ki, Hüseyin Korkmaz’ın Hizmet Hareketi’ne mensup bir polis olduğunu ispatlamaya yönelik bu nafile çabalar başarılı olsaydı, mahkemenin seyri önemli ölçüde değişebilecek ve belki de Korkmaz’ın tanıklıklarının ve Erdoğan’ın yakın çevresindekilerin İran’a yönelik ABD yaptırımlarını delmeye yardımcı olmak karşılığında aldığı on milyonlarca dolarlık rüşvetlere dair mahkemeye sunduğu bazı kanıtların geçersizliğine hükmedilebilecekti. 

KORKMAZ’IN MARUZ KALDIĞI ŞEYE ASLINDA HEPİMİZ HER AN MARUZUS

Ne kadar farkındasınız bilemem ama aslında Hüseyin Korkmaz’ın New York’taki mahkeme salonunda maruz kaldığı şeye her gün yüzbinlerce, belki milyonlarca insan başta Türkiye olmak üzere dünyanın pek çok köşesinde değişik dozlarda da olsa maruz kalıyor. Tıpkı bu yazıyı yazanın olduğu gibi, okuyanların pek çoğunun da benzer bir yaftalamaya, damgalamaya maruz kaldığını tahmin edebiliyorum. 

Doğası gereği, duygu, düşünce ve ruh haletleriyle, ancak bir ‘patchwork’a benzetebileceğimiz insanların kendi içerisinde birbiriyle yer yer örtüşen, yer yer çekişen kimliklerini, sosyal kişiliklerini ve rollerini teke indirmek, tekilleştirmek, klişeleştirmek, kendi zihin dünyalarında kurgulayarak başkalarına giydirmeye çalıştıkları stereotiplere hapsetmek için bazı çevreler hastalıklı bir çaba sergiliyor. Milyonlarca insanı kendilerinin tanımladıkları, kendilerinin kesip biçtikleri, kendilerinin şekil verdikleri, dilediklerince kalıba soktukları o tek kimliğe sıkıştırıp marjinalize etmek için amansız bir mücadele veriyor.

Düşünebiliyor musunuz, Allah’ın bahşettiği farklı farklı istidatlar, hassalar, kabiliyetler, duyarlılıklar ve sezgiler ile her biri bir umman enginliğinde, her biri bir evren derinliğinde olan insanları adeta aynı kalıba dökülmüş, birbirinden farksızlaştırılmış, tekdüzeleştirilerek standardize edilmiş fabrikasyon ürünlere dönüştürüp, kendi kokuşmuş beyinlerinde kurguladıkları türlü negatif çağrışımlarla dolu bir kimliğe, daha doğrusu hedefe koyduklarının kişiliğini ezerek yok etmeye matuf bir kategoriye mahkum etmeye yelteniyorlar.

‘NE MÜNASEBET! ELBETTE Kİ CEMAAT’TEN DEĞİLİM!’

Tuhaftır ama bu zulmü birileri şer amaçlı yaptığı gibi, belki bir o kadarı da güya hayır adına yapabiliyor. Yaptıklarının ne kadar korkunç bir zulüm olduğunun ve dağlar kadar büyük bir tekebbür içerdiğinin farkına bile varmadan üstelik… Kendi şahsi kimliklerinin, türlü renklerle dolu kişiliklerinin bile farkında olmaksızın o çok beğendikleri isim ya da kavramlarla sadece kendilerini tanımlamakla yetinseler bile bu başlı başına bir felaketken, bir de çok iyi bir şey yapıyorlarmış edasıyla kendilerine yakın gördükleri herkesi o kalıbın içine hapsetmek için pervasızca uğraşıp duruyorlar. 

Oysa ki insan, tüm özellikleri ve farklılıklarıyla Allah (cc) tarafından yaratılmış, hayvanların çoğundan farklı olarak kendisini yenilemesine, geliştirmesine yönelik önünde türlü kanallar ve imkanlar açılmış bir varlık. İnançlı insanlar olarak nedense Allah’ın (cc) dileseydi yarattığı her insanı aynı şekilde yarabileceğini, herkesi aynı renge boyayıp, aynı yeteneklerle ve hassasiyetlerle bezeyip, aynı fıtratlarla donatabileceğini hiç düşünmeyiz. 

Geçenlerde çoğu Hizmet Hareketi’ne yakın bir arkadaş grubuyla muhabbet ederken, bir arkadaş bana dönüp “Şimdi sen ‘Cemaat’ten değilim,’ diyebilir misin?” diye sordu. Verdiğim cevap “Ne münasebet, elbette değilim!” oldu. Arkadaş dönüp bu sefer “Ama sen öyle desen, öyle olsan bile herkes senin Cemaat’ten olduğunu söylüyor,” deyince de “O onların sorunu. Ben ne Cemaat’tenim, ne başka bir şeydenim. Ben benim ve bana yakıştırılan/yapıştırılan hiçbir kimliğe boyun eğecek değilim,” şeklinde cevap verdim. 

İnsanoğlu gibi karmaşık ve alabildiğine sofistike bir varlığın; sınır tanımayan, sınırlara takılmayan ve sürekli birbiriyle çatışan hayal ve düşünce dünyasıyla tam bir savaş meydanını andıran bir insanın, art niyetle ya da iyi niyetle, bu kadar kolayca bir kalıba dökülüyor olmasına isyan etmemek elde değil. 

HER İNSANDA KİMLİK ÇOK, VARSA ŞAYET KİŞİLİK TEKTİR…

Elbette ki herkesin baskın ve belirgin bir kimliği vardır. Ama insanların kişilikleri ile kimliklerini karıştırmamak gerekir. Her insanda, o da şayet varsa(!), kişilik tektir. İnsanın kendisine olan saygısını koruyabilmesi için üzerine titremesi gereken en hayati vasfıdır kişilik. Bugün içinden geldiğimiz türlü yozlaşmışlıklarla malul topluma dönüp baktığımızda kimliksiz hiç kimseyi görmeyeceğizdir. Çünkü, herkesin dört elle sarıldığı şöyle ya da böyle bir kimliği var. Peki aynı cümleyi “Kişiliksiz hiç kimseyi görmeyeceğizdir,” şeklinde kullanmanın bir imkânı var mıdır? Keşke olsaydı…

Kimlik bir açıdan durumsaldır. Yani aynı anda taşıdığınız pek çok kimlikten birini ya da bazılarını bazı durumlarda öncelemek durumunda kalabilirsiniz. Neticede kimlikler bir tür planlanmış davranış veya yüklenilmiş roller olduğundan, bazen mesleki, bazen medeni, bazen ideolojik, bazense kültürel vs. kimliğinizin öne çıkmasını tercih edilebilirsiniz. Kişilik ya da karakter ise, farklı durumlarda bütün bu farklı kimliklerinizle üstlendiğiniz farklı rollerle birlikte hep var olan ve devamlılık arz ertmesi beklenen bir özelliktir.

Neticede haysiyetle iç içe geçmiş kişilik her insanda bir tanedir. Kimlik için ise aynısını söylemek imkansızdır. Çünkü aynı insan aynı anda pek çok kimliği taşıyabilir. İçinden geldiği toplumun, miras aldığı kültürün, benimsediği değerlerin, edindiği tecrübelerin, oynadığı türlü sosyal rollerin, mesleğinin, meraklarının, heveslerinin ve tercihlerinin şekillendirdiği türlü türlü kimlikleri aynı anda sahiplenebilir. Bir insan, mesela, hem Hizmet Hareketi’nin faaliyetlerine elinden geldiğince omuz verip hem de yaptığı mesleği, o mesleğin ya da uğraşının evrensel ilkeleri çerçevesinde başarılı bir şekilde ifa edebilir. Hem o faaliyetlere destek olup, hem de çevreci, liberal, sosyal demokrat, feminist, insan hakları aktivisti vs. olabilir.

GAZETECİ ÖNCE GAZETECİ, POLİS ÖNCE POLİS, YARGIÇ ÖNCE YARGIÇTIR…

Mesela, bir gazeteciyi mesleğini yaparken, kimliklerinden sadece birine şöyle ya da böyle denk gelen içinde bulunduğu bir grubun maslahatları değil, gazeteciliğin evrensel ilkeleri bağlar. O ilkeler çerçevesinde mesleğini yapar ve o ilkelerle çelişmediği müddetçe faaliyetlerine destek olmaya çalıştığı o grubun ya da hareketin maslahatlarına da hizmet edebilir. Elinden gelebiliyorsa mesleğinin ilkelerini daha da geliştirmeye yönelik katkı da verebilir. Ama, insanlığın o alandaki birikimini bir kenara bırakıp, “Bu işin bizcesi budur” diyerek Amerika’yı yeniden keşfetmeye kalkamaz, züccaciye dükkanına girmiş bir fil gibi ortalığı kırıp dökemez.

Aynısı bir polis için de, bir memur, yargıç, savcı, bürokrat, asker vs. için de geçerlidir. Bir polis mesleği itibariyle önce polistir. Bir savcı önce savcı. Bir asker önce asker… Aile içindeyse tüm bunlar eş, baba-anne ya da çocuktur öncelikle. Evindeki kimliğiniz işine taşıyamayacağı gibi, işindeki kimliğini de evine taşıyamaz. 

Aynı şekilde, toplumda oynadığı sosyal rollerin karşılığı olan babalık kimliğini, eşlik kimliğini, evlatlık kimliğini, komşuluk kimliğini, falanca takımın taraftarı olma kimliğini, şu ya da bu ideolojiye kendisini yakın hissetme kimliğini, doğduğu aileden miras aldığı dil ve kültürden, inandığı dini inanç veya felsefi görüşten kaynaklanan kimliklerini yaptığı mesleğin evrensel ilke ve prensiplerine karıştıramayacağı gibi herhangi bir gruba yönelik beslediği sempatiyi de üstlendiği kamusal rollerine karıştıramaz. Karıştırmaması gerekir. 

Onun içindir ki, hepimizin sıklıkla düştüğü bir yanlıştan zinhar vazgeçmeliyiz. İnsanları kendimiz kesip biçip, enini boyunu kendimiz belirlediğimiz kalıplara döküp yaftaladığımız kimliklerle değil, eylemleri ve eylemsel görünürlükleriyle değerlendirmeliyiz. Bunu söylemesi kolay, yapması zordur. 

ÇOCUKLARIMIZA KİMLİKTEN ZİYADE KİŞİLİK KAZANDIRMAYA BAKALIM

Şurası bir gerçek ki, sosyal psikolojide kendi gözünde ve başkalarının gözünde ne olduğuna dair bir tanım içeren kimlik aslında insanların başının belasıdır. İnsanların birbirlerini araçsallaştırmalarından, sınıflandırmalarından, kategorize etmelerinden, ayrıştırmalarından, ötekileştirmelerinden, değersizleştirmelerinden ve düşmanlaştırmalarından başka bir işe yaramayan her türlü kimliği keşke bir kenara bırakabilsek. Kendimize, yakınlarımıza, çevremize, özellikle de çocuklarımıza bir kimlik kazandırmak için uğraştığımız kadar keşke tutarlı bir kişilik kazandırmak için de uğraşsak. 

Dedik ya herkesin bir kimliği var. Ama uzak ya da yakın çevrenize şöyle bir bakın bakalım herkesin oturmuş bir kişiliği, belirgin bir karakteri hakikaten var mı? 

Hüseyin Korkmaz’a gelince, kim ne derse desin ben sadece mesleğine aşkla, ölümüne bağlı bir polis gördüm sadece. Dini, inancı, ideolojik görüşü, yaşam tarzı, şu ya da bu oluşuma sempatisi ya da antipatisi olmasından kime ne? Diyeceğim o ki, çoğunu kendinizin yapıştırdığı insanların kimliklerine takılmayın, her durumda somut gerçekliğe bakın ve kanaatlerinizi öyle oluşturun. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Cemaatten olmamak sizin için gurur verici bir durum gibi cevap vermissiniz.
    Oysa ben;Butun insanlar bi arada, birbirlerini farklılıklarıyla kabulllenip ,huzur içinde yasasin ve Allah’ın yarattigi butun insanlari alabilecek buyuklukteki cennetine herkes gidebilsin, anlayışına sahip bir cemaate mensup olmaktan gurur duyuyorum…

  2. acayipti v’Allaha.. üç kere kündeye geldim sandım amma yediğim son aparkattan sonra…güreşte değil boks maçında olduğumuzu anca anladım!
    bundan böyle anlasam ne yazar..anlamasam…
    düşman mındar oldu..temizliği ben yaparım… eran yıkama!
    Selâm herkese

  3. Yanlış hatırlamıyorsam Erhan Başyurt, Faruk Mercan ve birkaç kişi hariç
    Hizmet medyası denen medyadaki herkeste bi entel dantellik hepsi en ufak fırsatta cemaat mensubu değiliz diye dile getiriyorlar sanki soruyormuşuz gibi
    bunu en çok dile getirenlerden biride Tarık Toros ve Turan Görüryılmaz şimdi bu koroya bülent abimiz de katılmış
    3 tane haber kanalı takip ediyorum
    Samanyolu
    Haberdar
    Ve Tr724
    hizmetten vebalı insanlarmış gibi onlardan olmadığını gururla söylüyen Gazetecilerin olmadığı ,
    Hizmete Gönül vermiş Gazetecilerin yüzde yüz olduğu
    Bi haber kanalı bilen varsa buraya yazabilirmi
    Biri çıkar kafası karışıklar diye abuk subuk bi yazı yazar
    Biri çıkar ne münasebet elbetteki cemaat ten değilim diye yazı yazar
    Breh breh verdiği tepkiye bak
    Ne münasebet elbetteki cemaatten değilim
    Sanki küfür etmişler
    Gayet güzel bi yazı yazmışsınız
    Şimdi bu anı diye yazdığınız cümleyi kullanmasaydınız olmazmıydı
    Sevgili Bülent Keneş,Tarık Toros Turan Görüryılmaz ve aklıma şuan gelmiyen diğer “entellektüel “ şahsiyetler
    Gayet güzel yazılar yazıp güzel programlar yapıyorsunuz
    Her fırsatta hizmetten olmadığınızı söylediğiniz zaman
    Daha inandırıcı
    Daha entelektüel
    Daha demokratik vs. Olmuyorsunuz
    Sadece daha kırıcı oluyorsunuz

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin