Breh breh breh! Dünyanın vicdanıymışlar!

Yorum | Bülent Keneş

Kökeni Yunanca olan ve bölünmek, yarılmak, ayrılmak, parçalanmak anlamına gelen ‘şizofreni’, bir ruh hastalığı olarak algılama ve düşünme yetilerinde meydana gelen arızaların kişilerin davranışlarında yol açtığı ciddi bozulmalara karşılık gelir.

İşin uzmanlarına göre, bir şizofreni hastası, kendisini rahatsız eden dış dünyadan bağını koparır. Gerçeklerden uzaklaşarak kendi kendine yeni bir dünya kurar. Şizofreni, yaygın olarak bilinenin aksine, kişilik bölünmesi sonucu bir çift kişilikli olma hali değildir. Aynı anda iki farklı gerçekliğe inanmaktır. ‘Gerçek gerçeklik’ normal bir insanın algıladıklarına denk düşerken, ‘ikinci gerçeklik’ normal bir insanın asla anlayamayacağı tuhaflıklara karşılık gelir.

Devletin tepesine tebelleş olmuş AKP Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve profil çapından ya da kişilik irtifasından dolayı başbakanlık koltuğuna oturtmaya layık gördüğü Binali Yıldırım’ın davranışlarının azıcık aklı başında olan her insana tuhaf gelmesi bundan olsa gerektir. Çıplak gözle görülebilen gerçeklikle Erdoğan ve Yıldırım’ın gördükleri, göstermeye çalıştıkları; inandıkları, inanmak istedikleri ya da inanıyormuş gibi yaptıkları gerçeklik arasındaki uçurumun derinliği düçar oldukları hastalığın ciddiyetini gösterir niteliktedir.

…VE DİKTATÖR SORDU: DEMOKRATLAR OLARAK BİZ NE YAPACAĞIZ?

İrili ufaklı 200’e yakın medya organını kapatmış, en az 250 gazeteciyi hapsetmiş; binlerce akademisyeni üniversiteden atmış, yine binlercesini hapse tıkmış; 4 binden fazla savcı ve hakimi konumundan etmiş, 2 binden fazlasını hapse tıkmış; binden fazla avukatı gözaltına aldırtmış, 500’den fazlasını mahpus etmiş; onlarca holdingi, binlerce özel mülkü gaspetmiş; en az 150 bin kamu çalışanını sorgusuz sualsiz işlerinden etmiş; 55 bin masum insanı psikopatik manyaklığa varan görülmedik bir keyfilikle tutsak almış; hamile ya da lohusa kadınlardan ve hatta yeni doğmuş bebeklerden yüzlercesini hapse atmaktan geri durmamış; sırf Kürt oldukları için onbinlerce insanı içeri tıkmış; sivil halkın yaşadığı şehirleri, kasabaları, köyleri tanklarla, toplarla yerle bir etmiş; ülkede demokratik hukuk kurallarına göre çalışır tek bir kurum bırakmamış; polisi partizan milise, çapulculaştırdığı orduyu kapıkuluna çevirmiş; sistematik işkenceyi alenileştirecek kadar ileri gitmiş;  haydutlar gibi adam kaçırmayı sıradanlaştırmış; mafyatik bir maharetle masumları rehin alma alçaklığını sınır aşar hale getirmiş ve dünyanın kendisinden haklı olarak “diktatör” diye bahsetmesini sağlamış Erdoğan, Perşembe akşamı yaptığı bir konuşmada ne derse beğenirsiniz?

Başında bulunduğu ülkede, ana hatlarıyla özetlediğimiz acınası gerçeklik buyken, onu bambaşka bir gerçekliği anlatırken görüyoruz. “Emperyalizmin acımasız vukuatları karşısında demokratlar olarak ne yapacağız?” sözünü pervasızca edebilmek için nasıl bir ruh haletine, nasıl bir şizofreniye, nasıl bir manyaklığa düçar olmak lazım artık siz tahmin edin. Hile hurda ile de olsa seçilmiş başbakanı ipleri elindeki Pelikanlara yem etmiş; hile hurda ile de olsa seçilmiş belediye başkanlarını saplantılı bir şekilde kafaya takmış; ülkede hukukun ‘h’sini, adaletin ‘a’sını bırakmamış; her yeri ah-u zarların ayyuka çıktığı karanlık birer zulümhaneye, her köşesi feryatların kulak tırmaladığı birer işkencehaneye dönen bir ülkenin tepesinde olduğu halde bir insan nasıl bir hastalığın dramını veya nasıl bir yüzsüzlüğün konforunu yaşıyor olmalı ki, hiç utanıp sıkılmadan kendisinden “demokrat” diye bahsedebilsin?

NE MENEM BİR ŞEYDİR BU GÜÇLÜNÜN HAKLI OLMA HALİ?

Duydunuz mu? Zat-ı şahaneleri Erdoğan hazretleri “Güçlünün haklı olduğu bir dünyada yaşamak da istemiyormuş.” “Güçlünün haklı olması” vicdanlarında kırık dökük de olsa hala adalet hissi taşıyan insanlar için ne büyük bir zulümdür hiç düşündünüz mü? Suçlunun, ahlaksızın, zalimin, hayının ve alçağın güçlüsünün hakkını yediklerine zulüm üstüne zulüm yapıp bir de üstüne haklıymış, vicdanlıymış gibi ahkam kesmesi, ahlak ve vicdan dersi vermesi ne çekilmez bir zulümdür bilir misiniz?

Zalimin zulümlerden şikâyet etme yüzsüzlüğü, ahlaksızın ahlaksızlıklardan bizarmış gibi rol kesmesi fiili zulümden daha büyük bir zulüm, fiili ahlaksızlıklardan daha büyük bir ahlaksızlık değil midir? Güçlünün haklı gibi racon kesme ahlaksızlığına asırlar boyunca örnek olacakların çıkıp bir de başkalarına yansıttıkları bu kepazelikten muzdariplermiş gibi ahkam kesmelerine ne buyurulur peki?

Sahi ne menem bir şeydir bu güçlünün haklı olma hali? Mesela, 17/25 Aralık 2013’te yaşanan kepazelikler gibi bir şey midir bu? Yakın çevresiyle birlikte Erdoğan ve ailesinin adi bir hırsızlıkta, hayasız bir yolsuzlukta, yönettiği ülkeye ihanet edip milli çıkarlarını başka bir ülkenin çıkarlarına peşkeş çekme karşılığında İran’ın Reza’sından kasa kasa, kutu kutu rüşvetler alırken suçüstü yakalandığında güçlü olmanın kendisini haklı çıkarması gibi bir şey midir? O güçle, yakasını kaptırdığı hukuku tarumar etmek midir güçlünün haklı olma hali? Yoksa, sanki o ahlaksızca cürümleri işleyenler onlarmış gibi, kanun adamlarını oradan oraya sürmek, hapse tıkmak mıdır? Hatta kendi rezilliklerinin ortalığa dökülüp saçılmasından sorumlu tuttuğu kesimlerin doğmamış bebeklerinden bile intikam alacak kadar alçalmak, gözü dönmek ve canileşmek midir?

YOZ VE MÜRAİ BİR VİCDANIN SAHİ KAÇTIR HAVA PARASI?

Nasıl bir şeydir sahi güçlünün haklı olması? Cürm-ü meşhud halindeyken yakalanmış olmanın verdiği korkuyla kısık mı kısık bir ses tonuyla talimat verdiğin evladınla birlikte tüm sülalenin gece boyunca sıfırlayamadığı haram milyarların üzerinde otururken ahlaksız gücünün verdiği şımarıklık ve küstahlıkla başkalarına ahlak dersi vermek midir? Sırf kepazeliklerin daha fazla ayyuka çıkmasın diye gerçeklerin sesi olma cesareti gösteren gazeteleri kapatmak, televizyonları susturmak, geriye bıraktıklarını da önünde secdeden kalkmayan her şekle girebilen omurgasız şebeklere çevirmek midir? Nedir güçlünün haklı olması?

Güçlünün haklı olması, kirli siyasi hesaplarla IŞİD’inden PKK’sına varıncaya kadar türlü terör örgütleriyle iş tutup, evdeki hesap çarşıya uymayınca aynı terör örgütlerini bahane ederek zavallı gariban insanların evlerini başlarına yıkmak mıdır? Güçlünün haklı olması, demokratik hukuk devletlerinden haksız yere istediklerini alabilmek için o ülkelerin masum vatandaşlarını rehin almak, şantaj ve blöflerle ahlaksız mı ahlaksız pazarlıklara girişmektir belki de. Kim bilir?

Güçlünün haklı olması sanki yetmezmiş gibi bir de yüzsüz olmasına ne demeli peki? Kendi ülkesinde kendi eseri olan devasa hukuksuzluklar, adaletsizlikler, devlet kılığına bürünmüş zulümler, haydutluklar ve alçaklıklar sanki hiç yokmuş gibi davranıp “Maalesef dünyada adalet yok. Özellikle ekonomik noktada güçlü olanın haklı olarak takdim edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Haklı olanın güçlü olduğu değil, güçlü olanın haklı olduğu bir dünya. Böyle bir dünyayı kabullenmek mümkün değil. Ben böyle bir dünyada yaşamak istemiyorum. Böyle bir dünyada yaşamak bize bir zul,” diyerek insaniyet havaları basan pörsümüş yoz ve mürai bir vicdanın sahi kaçtır hava parası?

Hukukun, adaletin, en temel hak ve özgürlüklerin, evrensel insani değerlerin yerlerde süründüğü, haydutluk, katliam, zulüm ve işkencelerin ayyuka çıktığı bir ülkede insanların aklıyla dalga geçercesine “Biz otoriter bir rejim mi kurduk?” diye sorup, ardından da “Hayır” diye cevap verebilmek ne türden bir duygu durum bozukluğunun işaretidir acaba? Bu vahim hastalığın isabetli teşhisi için sanırım girişteki ruh hastalığı tanımına dönüp yeniden bir bakmak gerekir.

ZİNDANDAKİ 669 BEBEKTEN UTANMADAN VİCDANDAN BAHSEDEN BAŞBAKAN

Ağababası böyle olur da, düşük profil kontenjanından başbakanlık koltuğuna oturttuğu, yolsuzluklarındaki yoldaşı, hırsızlıklarındaki sırdaşı, rüşvetlerindeki paydaşı geride kalır mı hiç? O da, insanlığın sükut ettiği, vicdansızlığın zirve yaptığı, insafın kuruduğu bir devr-i zulmetin nesiller boyunca lanetle anılacak kapkaranlık bir figürü olduğunu unutmuş, hiç utanıp sıkılmadan, “Türkiye’nin misyonu, mazlumların sesi, aklı ve vicdanı olmaktır. Faaliyetlerimiz Türkiye olarak kendi topraklarımızla sınırlı değil. Bir anlamda Türkiye yaptıklarıyla dünyanın vicdanı olmaya devam ediyor,” deyivermiş.

He ya, hiç utanıp sıkılmadan adam çıkmış bunu demiş… Hem de 669 bebeğin zindanlarda olduğu, her gün onlarcasına ters kelepçe vurulan 20 binden fazla fazilet timsali mütedeyyin kadının kodeslere tıkıldığı bir cehenneme dönen ülkenin utanç tarihine ibretle geçecek Başbakanı olarak demiş. Hem de, bir şekilde getirmeyi başardıkları kızının bulunduğu bir salonda, Malcolm X’in “Eğer dikkatli olmazsanız gazeteler sizin mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise sevmenizi sağlar,” sözüne atıfta bulunmuş hayasızca.

Oysa, bunu diyen şarlatan ve ağababasının tamamını foseptik medyası haline getirerek, yalan ve iftiranın binin bir para etmediği Türk medyası üzerinden kesintisiz yaptığı şey tam da Malcolm X’in uyarıda bulunduğu kepazelikten başkası değil. Bu şarlatanların ellerine geçirdikleri gücün verdiği sarhoşluk, arsızlık ve sınırsız küstahlıkla masum insanları en alçakça yalanlarla, en soysuz iftiralarla her gün nasıl şeytanlaştırdıklarını, nasıl düşmanlaştırdıklarını, nasıl kriminalize ettiklerini bilmesek, Allah muhafaza, belki Malcolm X’in onurlu birer varisleri olduklarını bile düşünme hatasına düşebilirdik.

‘KIRAN VURDU MEMLEKETİ, ZALİMLER HAKAN OLMUŞTUR’

Sadece Suriye’den kaçıp Türkiye’ye sığınanların değil, kendi yönettiği ülkenin vatandaşlarının da akın akın kaçarak sığındığı Batılı demokrasilere utanmadan laf edecek kadar gerçeklikle bağını koparmış olan Yıldırım, belli ki bu konuda da ağababasının izinde. “Radikalleşmenin yanı sıra yabancı düşmanlığı gibi akımların da özellikle gelişmiş ülkelerde artmaya başladığına şahit oluyoruz. Üstelik bu radikalleşme dalgasının demokrasilerinin gelişmiş olduğunu düşündüğümüz Avrupa’da başlamış olması, ayrı bir endişe kaynağıdır,” incileri ona ait. Acınası Yıldırım’ın düçar olduğu bu vahim hastalığın isabetli teşhisi için de yazının girişine şöyle bir bakmak yeterli olur sanırım.

Arsız zalimlerin gerçek diye sundukları acayip palavralar bir yana, yönettikleri ülkenin acı gerçekleri en iyi Ataol Behramoğlu’nun “Yunus Gibi” şiirinde karşılığını buluyor. Hakikaten de bu harami dinbaz zalimlerin elinde, şairin dediği gibi, bahtsız memleketimizde korkulan ne varsa olmuştur…

Kıran vurdu memleketi / Zalimler hakan olmuştur / Yedikleri yoksul eti / İçtikleri kan olmuştur.

Kula kulluk etmeyenin / Vicdanını satmayanın / Haram lokma yutmayanın / Mekânı zindan olmuştur.

Yalan dolan yazıp çizen / Kudretliye övgü düzen / Dün dinsizim diye gezen / Bugün Müslüman olmuştur.

Emeksiz zengin olanın / Kitapsız bilgin olanın / Sermayesi din olanın / Rehberi şeytan olmuştur.

Haramisi, soyguncusu / Uğursuzu, vurguncusu / Cellat ruhlusu, soysuzu / Bakan, sadrazam olmuştur.

Korkan varsa konuşmaya / Anlam yükleyip susmaya / Gerek kalmadı korkmaya / Çünkü korkulan olmuştur.

Sesime kulak ver gülüm / Tutsaklığa yeğdir ölüm / Nerde varsa böyle zulüm / Çaresi isyan olmuştur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. 🙂 peh peh peh

    Köşe yazısı oldukça kallavi….

    Ancak sakin ve dingin kafayla okumak gerek…

    Ayrıca cumartesi ,pazar ev işleri ve pazar işleri var.En iyi ihtimal pazar kahvaltısı sonrası çay, çeşme molasında sakin sakin okurum.

    Giriş paragrafında şizofren kelime kökeni anlamı vardı.”İletişim” kelimesinin kökeni aklıma geldi.Ortak anlamına gelen “communis” ve ortak kılmak anlamına gelen “communicare” den türetilen “communication” dijital ortamda yayımlanan gazeteler,dergilerde iletişimin bir parçası.Ve günümüz insanına bilgiye ulaşmayı kolaylaştırıyor.Güzel bişey!!!

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin