Biz dünyaya ne verebiliriz?

YORUM | KEMAL AY

Öyle veya böyle Hizmet’e mensup insanlar çeşitli ülkelere dağıldılar ve bir çoğumuz keşke Türkiye’de zulme doğrudan muhatap kimseleri de çekip alabilsek diye düşünüyoruz. Bu ne kadar mümkün, bilemiyorum. Mümkün olması için fiilî ve kavlî dua etmekten başka çaremiz de yok.

Ancak işin bize, yani bir şekilde Türkiye’den çıkmış ve başka bir ülkede yeni bir hayat kurmaya gayret eden kimselere bakan önemli bir yönü var. Türkiye’de şu aralar ‘mecburî dinlenmeye çekilmiş’ Hizmet gönüllüleri, muhtemelen hayata kaldıkları yerden devam etmeye başladıklarında şöyle bir tabloyla karşılaşmak isteyeceklerdir:

Yurt dışına çıkabilenler, gittikleri yerlerde Hizmet işlerine çabucak adapte olmuşlar, bu cebrî göç dalgası ciddi semereler vermiş ve Türkiye’deki kardeşleri, dostları için birer iftihar vesilesine dönüşmüşler. Orada ettikleri fiilî dua, Türkiye’de de belki de işlerin hayırla neticelenmesine vesile olmuş.

Elbette herkesin farklı mülahazaları var. Herkes farklı deneyimlere sahip. Kimisi bu dönemi ‘geçiştirmeye’ çalışıyor. ‘Şu işler biter bitmez’ Türkiye’ye dönüp kaldığı yerden devam edeceğine inanıyor. Kimisi bulunduğu ülkenin havasını, suyunu beğenmiyor başka ülkelere ya da imkânlara heves ediyor. Kimisi için gerçekten de kapalı bütün kapılar ve uzatılacak bir el bekliyor. İnanıyorum birçok kimse iç dünyasını dökebileceği insanlar arıyor; belki bulamıyor, belki çekiniyor.

Bütün bunları, birazdan anlatacaklarım karşısında, ‘Şimdi sırası mı yahu?’ dememeniz için yazdım. İlk günden beri ‘sırası’ aslında. Hizmet insanına düştüğü yerde kalmak değil hemen doğrulup üstünü başını silkeleyip yürümeye devam etmek yaraşır, diye düşünüyorum.

TÜRKİYE’DEKİ GİBİ DÜŞÜNMEK ABES

Hizmet Hareketi, Türkiye’de büyüdü. Haliyle Türkiye’nin bütün kültürel, sosyal özelliklerini içinde barındırıyor. İyisiyle, kötüsüyle. Muhtemelen yıllar evvel yurt dışına giden kimseler bulundukları yerin havasından da etkilenmiştir. Ancak görebildiğim kadarıyla, çok da ‘yerlileşmek’ kabil olmamış bu süreçte. Bilhassa Batı’da. Hatta diyebilirim ki Afrika ve Asya ülkelerindeki Hizmet mensupları, bulundukları ülkelerde fazla Türk göçmen olmamasının nimeti olarak daha sosyal hayatla iç içedirler muhtemelen.

Türkiye’de doğup büyümenin getirdiği bir ‘sosyalleşme döngüsü’ var. Bilhassa Anadolu’da muhafazakâr aile çocukları olarak büyüdüğümüz için, bize göre sosyalleşme akşamları bir evde bir araya gelip muhabbet etmek üzerine kurulu. Hizmet’in buna kattığı güzellik, o akşam sosyalleşmesinin Sohbet-i Canan ile taçlanmasıydı. Türkiye’de ‘evlerin’ misafire hep açık olması, avantajdı. Buna başka bir araya gelme vesileleri eklendi ama işin özü hep buydu.

Bununla birlikte Türkiye’de sosyalleşmenin ‘konuları’ da bir hayli ortalamaydı. Eğitim seviyesiyle mi açıklarsınız, ailelerin yetiştirme tarzıyla mı bilinmez, sosyal bir ortamda biraz siyaset, biraz futbol, biraz gündelik hayat meseleleri, biraz da TV’de şurada burada duyduğunuz şeylerden bahisler açsanız, insanlarla bir iki saat rahat sohbet edebilirsiniz. ‘Ortak konular’ diyebileceğiniz şeyler, genelde TV’den gazeteden sokaktan iş ortamından öğrenilen şeylerdir.

MUHATABI DOĞRU TANIMAK ŞART

Bilhassa Batı’da bu yaklaşımla insanlarla dostluk kurmak, hele ki genç nesilde çok zor. Bir kere Batı’da insanlar (Amerika’nın bazı eyaletleri farklıdır muhtemelen) kamusal alanda sosyalleşmeye daha eğilimli. Evde sosyalleşme pek tercih edilen bir durum değil. Bunun yanı sıra çok çeşitli konularla ilgililer. TV ve gazete dışında dergiler, belgeseller, filmler üzerine biraz genel kültür sahibi olmak, insanlarla iletişiminizi arttıracaktır.

Hobiler edinmek, çeşitli kurslara katılmak, hatta bazı akşamlar bir kafeye gidip karı koca sohbetinizi orada yapmak (geçen böyle bir ortamda tanıştığımız yaşlı bir kadın, eşime numarasını verdi yardımı dokunursa aramasını söyledi mesela) bile sizi daha ‘dışa dönük’ bir insan yapacaktır. Konserler, festivaller, kültür sanat gezileri Batı’da insanların ajandasında mutlaka yer alan faaliyetler. Picasso’yu bilmemek ayıp değil ancak Avrupa’da ‘hizmet edip’ Picasso’yu merak etmemek biraz ayıp.

‘Türkler, Batı’ya kültürel olarak ne sunabilir?’ sorusuyla meşgul olunmuş anladığım kadarıyla. Bilhassa şu zulüm karşısında memleketimizdeki suskunluğu görünce, ‘Türkler dünyaya hiçbir şey sunamaz!’ diye düşünenlerin de olduğunu hesaba katmak lazım. Fakat yine de bulunabilen tek cevap, yeme içme kültürü olmuş. Biraz da Sufizm var. Mevlâna neyse ki tanınmış bir Müslüman. Ancak Türkiye, İslam dünyası sadece bunlardan ibaret değil. Hizmet mensubu olarak buralarda ‘temsil’ edebileceğimiz çok önemli Türkiye ve İslam kültürü ürünleri mevcut. Emin olun insanlar bunlara çok meraklı. Kolombiya’dan topaç almış gelmiş bir ‘yerli’ ile tanıştım. Topacın hikâyesinden çok etkilenmiş. Topaç deyip geçmeyin, şimdilerde moda olan ‘spinner’ların atasıdır.

ORTALAMA BİR ÜLKEDEN GELDİK

Batı ile Türkiye arasındaki ‘kültürel’ seviyeyi şöyle özetleyeyim: Büyüdüğüm şehre ilk kez McDonald’s açıldığında, hemen herkes burasının ‘zenginler için’ olduğunu düşünmüştü. Türkiye arada geçen zamanda biraz zenginleşti de üniversiteye gittiğimde artık McDonald’s’ın biraz da ‘ucuzcu’ mekânı olduğunu keşfettik. Ancak bu arada Türkiye kültürel olarak fazla zenginleşmiş sayılmaz. Bu yüzden de Batı’daki ‘genel kültür seviyesi’ Türkiye için ‘yüksek kültür’ gibi algılanabilir.

Afrika ve Asya’yı hatta Güney Amerika’yı çok bilmiyorum ancak mutlaka oraların da kendince bir sosyalleşme biçimi ve sosyalleşme konuları vardır. Bunların iyi tespit edilmesi ve insanlarla konuşmak, tanışmak, temsil vazifesini yerine getirmek için bu konulara yatırım yapmak herkesin boynunun borcu diye düşünüyorum.

Türkiye ‘ortalama’ bir ülkeydi. Evet zengin bir tarihi var, fakat onu pek bilmiyoruz. Tarih bilgimiz maalesef hurafelerden ibaret. Bilen insanlara ulaşmak da zor değil. Dahası bu insanları topluluklara konuşturmak suretiyle tarihimizi temsil edebilir, daha da merakı olanlarla yakınlık kurabilir, diyaloga geçebiliriz.

Evet, Türkiye’nin zengin bir kültürü var. Üstelik tek bir etnik kültür de değil, Türk’ün yanı sıra Türkiyeli Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Süryaniler gibi pek çok dokusu olan bir ülke Türkiye. Bunların her biri merak edilmeyi, dünyaya tanıtılmayı ve böylece yaşatılmayı hak ediyor. Birçoğundan bizim de haberimiz yok. Bu kültür çeşitliliğinden başta bizim istifade etmemiz, akabinde de diyalogda olduğumuz insanlara fark ettirmemiz, iyi bir temsil olacaktır.

Türkiye’deki hatıralarımızın tamamı kötü değildi. Orada, şimdiki enkazın altında, kurtarılmaya değer çok şey var. İçimizdeki Türkiye’yi şimdi bulunduğumuz ülkelerde yeniden inşa etmek, yeniden kurmak silkelenmemiz için de faydalı olabilir.

İNSANLARA İLHAM VEREBİLMEK LAZIM

Bugüne kadar tanıştığım insanların hemen hepsi Türkiye’yi medyadan yakın şekilde takip ediyorlar. Bu insanlara Türkiye’deki durumu derinlikli analizlerle, kucaklayıcı ve kapsayıcı bir yorumla anlatmak gibi bir vazifemiz var. Sığ yorumlardan, ‘Şu kötü, bunlar iyi’ gibi kestirip atmalardan kaçınıyoruzdur inşallah. Zira bu insanlar zaman içinde daha da meraklanacak ve sizden Türkiye üzerine makale, kitap gibi materyaller isteyecektir. Buna da hazırlıklı olmamız gerekiyor.

1915’te Ermeniler, 1940’larda Yahudiler bütün dünyaya yayıldı. Her iki topluluğun da mümeyyiz vasıfları vardı ve bu vasıflar onlara gittikleri yerde tutunma imkânı sağladı. Ermeniler zanaat işlerinde iyiydiler. Terzilik, ayakkabıcılık, demircilik, kuyumculuk… Yahudiler de benzer şekilde hem zanaat işlerine yatkındılar hem de mensupları arasında çok eğitimli, birden çok dil bilen kimseler vardı. Diyeceksiniz ki dinî ve kültürel olarak Batı’ya yakındılar. Belki Avrupa Yahudileri için geçerli olabilir bu dediğiniz ancak bilhassa Ermeniler (ve Rumlar) bize, yani Anadolu insanına daha çok benzerlerdi.

Sosyal hayatın içinde olmak, özellikle kamusallığı güçlü Batı ülkelerinde ‘sosyal hayata katkı yapmak’ şeklinde oluyor çoğunlukla. Eskiden terzi, kasap ya da manav gibi meslek sahipleri gelen giden müşteriyle muhabbet eder, tanıdık edinirdi. Ancak şimdilerde insanlar iş dışında daha çok sosyalleşiyor. Bunun için de ortak noktalara hitap edip organizasyonlar yapmak icap ediyor. İnsanları sürekli ‘bizim soframızda’ ağırlama imkânımız yok. Tabii de değil. Bilakis insanlarla tanışmak, etkinliklere katılmak ve sonrasında o sosyal hayatı zenginleştirecek etkinlikler düzenlemek, içinde yaşadığımız topluma bizzat ‘faydalı olma’ anlamlarını taşıyor.

ÖYLE BİR KIVAMA GELMELİ Kİ…

Maruf hadis-i şerifte Müslüman’ın nasıl olacağı tarif edilirken, ‘elinden ve dilinden herkesin güven içinde olduğu kimsedir’ deniliyor. Bunu farklı bir yorumla, ‘elinden ve dilinden herkesin bir şekilde istifade edeceği kimsedir’ şeklinde düşünmek mümkün.

Bir vakitler Fethullah Gülen Hocaefendi’nin karşısına aldığı üniversiteye dereceyle yerleşmiş gençlere şu tavsiyede bulunduğunu işitmiştim (mealen): ‘Öyle bir kesme şeker kıvamı tutturmak lazım ki, sizi tutup Eğirdir Gölü’ne atsalar, orayı şerbet hâline getirmelisiniz.’ (Böyle bir şey dememiş olabilir, hatırayı nakleden kişi yanlış nakletmiş olabilir lakin Hocaefendi’nin düşünce sistematiğine çok uyduğu kanaatindeyim.)

Bu ‘kıvam’ meselesinin sadece dinî yaşayışla ilgili olmadığını (zira muhataplarımızın önemli bir kısmı dinî hayatımızı görmüyor zaten) bilakis dünya hayatındaki hâlimizle ilgili olduğu aşikâr. Konuşmalarımızda, oturup kalkmalarımızda, dünya metasına bakışımızda, yaşadığımız evin duruluğunda eğer ‘iç zenginliğimizden’ bir şeyler bulamazsa bu insanlar, tanıştığımızda ‘içimize’ dair merak edecek bir yön keşfedemezlerse, o kıvama gelememişiz demektir, sanırım.

Bunun için de ‘yalapşap’ yaşamayı, düşünmeyi, konuşmayı, yazmayı bırakıp, tertemiz denizler gibi hem dibindeki çakılı gösterecek kadar ‘şeffaf’ hem de enginliğiyle barındırdığı potansiyelle ve sükûnetiyle insanları büyüleyecek kadar ‘derin’ olmayı başarmaya çalışmalıyız. Ancak o zaman yaşadığımız bu yeni yerlerde, insanlara faydamız dokunacak, ‘alan el’ değil ‘veren el’ konumuna geçeceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin