Benim Kadıköy’ümün Surp Takavor’u ve çekirgelere karşı varoluş mücadelemiz

Yorum | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Kadıköy’de büyüdüm. Havası da kokusu da bambaşkadır. O kadar renkli, o kadar yan yana farklılıkların tezat oluşturmadan, doğal haliyle var olabildiği bir yerdir ki, keşke tüm Türkiye böyle olsaydı, keşke tüm gençler benimki gibi bir çocukluk ve gençlik geçirseydi diye düşündüğüm çok olmuştur. Kimsenin aşağılandığını görmediğim, ama son zamanlarda sıklıkla üzerine gidilen Bağdat Caddesi de dâhil, her semti ve mahallesi, her sokağı ve caddesi, birbirini tamamlayan kültürel dokuların iç içe geçmişliği ile kozmopolit ve çok kültürlü bir Türkiye modelidir aslında.

Son derece muhafazakâr bir topluluğun oturduğu Erenköy, Ethemefendi Caddesi’yle Bağdat Caddesine bağlanır. İslamcı bir hoca meslektaşımın bir gün Pendik’ten Kadıköy’e doğru Yalova dönüşü yaptığımız yolculukta Kadıköy için “ezansız semtler” tabirini kullanması kulaklarımdan uzunca süre çıkmamıştır. Tebessümle geçiştirdiğim bu önyargılı tutumunu kendi içimde onun kuytu ve homojen bir Anadolu kasabasında geçen çocukluk ve gençliğine vermiş, üzerinde durmamaya çalışmışsam da, o “ezansız semtler” algısının 2000’lerin başından itibaren Türkiye’yi bir ahtapot gibi saran İslamcı kültürün dünya ve Türkiye görüşüne denk geldiğini iyi bilirim.

Bir Galip Paşa Camii’nin ya da bir Zihni Paşa Camii’nin milyonda biri olamayacak mimarisiz gecekondu tipi camilerde ibadet eden ve bunu o çok yücelttiği Osmanlı geçmişiyle uyumlu bir kültürel tezahür sanan o prototip İslamcılardan kentli bir kültür dokusunu hazmetmelerini beklemek çok mu ütopik bir beklentiydi? Bilmiyorum. Ya da tek rakamlı yaşlarında Sahrayı Cedit Camii’nde duyulan ezan sesinin yankısında Ramazan pidesi aldığım veya cami önünde dedemle Kayışdağı Çeşmesi önünde su kuyruğuna girdiğim anılarımın Kadıköy’ünün bu “ezansız semtler” sataşmalarıyla nasıl çeliştiğini o kaba saba hadsiz sataşmalara karşılık anlatmaya mı çalışmalıydım?

KADIKÖY’ÜN YAPTIĞINI, ANADOLU NEDEN YAPAMADI?

Ah, insan olmanın dinden-imandan da, dünya görüşleri ve ideolojilerden de önce gelen bir kriter olduğunu yaşayarak anlamamı sağlayan Kadıköy; Moda’daki güzel çay bahçeleri, Dondurmacı Ali, ilk hamburgerimi yediğim ıslak hamburgerci Kızılkayalar, Kadıköy Halk Eğitim’in karşısındaki sokaktaki Artist sosisli sandviççisinden aldığım Amerikan (esasında Rus!) salatalı sandviçler, ya da en önemlisi, Çarşı’daki Halil Lahmacuncusu’nda tıka basa tokken dahi yine de bir “yemek arkası” sipariş etmemiz arkadaşlarla. Tüm bunlar sensin.

Caferağa Spor Salonu’nda okul basketbol takımıyla çıktığımız maçlar – birinde Kadıköy Anadolu’ya orta sahadan bir üç sayılık son saniye basketim vardır! – ve maçlardan sonra tabanvayla, Çarşı’ya inen minik sanat galerileriyle ve takıcılarla, sahaflar ve seyyar eskicilerle dolu asmalı sokaklardan geçerek Durak Kafe’de yediğimiz dönerli sandviçler. Ve Osman Ağa Camii’nden gelen ezan sesinin barlar sokağından gelen rock müzik sesiyle karışmasını yadırgamayan kulaklarımız. Ayrı evrenlerin birbirinin alanlarına saygısızca girmeden, huzurlu mesafelerini koruyup, bir sınırdan diğerine geçişlerde bu biraradalığın sanki dünyanın en olağan, en normal şeyiymişçesine akıp gitmesi. Liseli komünist bir grup çocuğun, bir 1 Mayıs günü, seksenli yılların sonlarında, polis korkusundan Taksim’e gitmekten vazgeçerek, sol görüşlü öğrencilerin takıldığı Rıhtım’a yakın Cafe Nostalji’ye sığınmaları. Yazarken bile beni gülümseten ironi, o günlerde o cafenin isminin gerçeğe dönüşeceğini ve gerçekten de kırklı yaşların ortalarında o günlere nostalji duyacağımı bilmemem!

Kadıköy öyle kopuk, hatta atomize olmuş alt kültürlerle dolu olup da, o yumruk gibi bütünlüğünü nasıl korumayı başardı? Ve daha da dramatiği, nasıl oldu da bu bütünlüğü Anadolu koruyamadı? Neden Kadıköy’ün mikro kozmosu içine aldıklarını dönüştürerek kendine benzetmesini bildi de, Türkiye giderek homojenleşti? Belki de Türkiye’nin Kadıköy’den öğreneceği çok şey vardı, kim bilir? Ama ben, ÖSYM sınavlarına girdiğim Kadıköy Kız Lisesi’nde – ki lisenin kız lisesi olmasından çok huy kapmış, etrafta anlatırken kendimi bir garip hissetmiştim, tıpkı bu satırları yazarken 17 yaşıma geri dönerek, yine kendimi bir tuhaf hissettiğim gibi – tüm Kadıköy’ü Türkiye, tüm Türkiye’yi de Kadıköy sanıyordum. Anneannemi ziyarete gittiğim İzmir’de, İzmir’in ve Girit kültüründen gelen ailemin bile bana çocukken fazla taşralı ve tuhaf gelmesinin nedeni de Kadıköy’de büyümemdi belki.

BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜNÜ BOĞAN BİBER GAZI

Enteresan olan, Kadıköy’de her zaman Müslüman ve gayrimüslimlerin bir arada yaşamasıydı, birbirlerini asla ötekileştirmeden. Bayram günlerinde birbirlerini saygıyla tebrik eden komşular, aynı sınıfları ve sıraları paylaşan kadim arkadaşlar, olağan şeylerdi. Benim Ortaokul arkadaşlarım arasında Mustafa’lar, Emrah’lar, Tolga’lar kadar, Elizabet’ler, Elza’lar, Can’lar vardı. Ve Aya Triada veya Aya Efimia Rum Kiliseleri veya Caferağa’daki Katolik Kilisesi gibi onlarca ibadethane, milli bayramlarda duvarlarına Türk bayrağı çekerlerdi – korkudan veya saygıdan değil, bizden birileri olduklarından dolayı! Ve dahası, ben bunu, bu yazıyı yazana dek, bir gün gayrimüslim kardeşlerimin bizim toplumumuza, Kadıköy’ümüze ait olduklarına dair bir argüman olarak kullanmam gerekeceğini tahmin bile etmemiştim, işin kötüsü.

Tıpkı Caddebostan Bet El Sinagogu gibi! Göztepe Taşmektep Sokak’taki bu Sinagog, mezunu olduğum Taşmektep’in (Göztepe Pansiyonlu İlkokulu) hemen yanı başındaydı. Bizim evde babaanneme ait olan Tekvin’in Kuran’la aynı yerde durması ve benim bunu babaanneme sorduğumda, bana verdiği “o da bizim kitabımızdır” yanıtının gizemi, uzun süre kafamı kurcalayacaktı ve belki de bu, en az Kadıköylü olmak kadar olağan bir şeydi. Kadıköy’ün gizemi, bunlar gibi iç içe geçmişlikler miydi? Kadıköy’ün farklı kokularla dolu, bezen izbe, bazen gün ışığıyla kavrulan sokakları, kadim dostum Ayberk’in cenazesinin kaldırıldığı Moda Camii’nde onun cenazesi başında nöbet tuttuğum o serin Nisan gününe dek bu nedenle mi hep sığınılacak, gizlenilecek, iltica edilecek bir başka gerçeklik olarak görünecekti benim gözüme? Süreyya daha sinemayken, orada izlediğim onlarca harika film, basket idmanları sonrası acılı turşu suyu içtiğim ufak turşucular, parça çikolata ve akide şekeri aldığımız kuruyemişçiler. Kahraman Bapçum’un İstiklal Marşı söylenirken gülen çocukları tokatladığı Kalamış Lisesi’nin yerine gökdelen dikilen bahçesi, duta tırmandığımız ve eriğe daldığımız komşu bahçeleri. Mahalle maçlarına yabancı ülkelerle milli maça gider gibi gittiğimiz komşu muhitler. Kadıköy. Kadıköy’üm. Babamın il tiyatrosu, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’ndeydi. Yeditepe Oyuncuları orada doğdu! Sonra Teşvikiye’ye taşındı tiyatro – çok protesto etmiş, engelleyememiştim ama.

Babamla son dönemlerinde sıklıkla bir arada olduğumuz mekânlar arasında, Göztepe Et Lokantası vardı. Babaannemin hafızasını tümüyle yitirmeden önce kutladığımız son anneler gününde, anne olan eşimle, küçük kızım ve babamla beraber… O rant kültürünün eski binaları birer birer yıkması gibi, yok olup gitti eskiler. 2015 yılında sol bir grubun protestosuna, onlardan en az dört kat fazla sayıda polisin, gün ortasında, sıkışık trafik içinde, etrafta binlerce çocuk, kadın, yaşlı genç insan varken biber gazı kullanarak “müdahale etmesi” sonrası, bir sarı dolmuşun içinde yakalandım, Kadıköy’e edilen tecavüze. Bu ne ilk, ne de son olacaktı. Dolmuşun içi cehenneme dönerken, çaprazımda oturan yaşlı amcanın fenalaşması, iki yanımdaki genç kadının kucağındaki bebeğini gazdan korumaya çabalaması ve benim bu olaydan sonra aylarca kronik bir öksürükle cebelleşmem sonrasında, Kadıköy’ün – tıpkı Türkiye gibi – bu yeni “kültüre” teslim olacağını sezmiştim. Fakat yine de, vakurdu, direniyordu Kadıköy.

HOMOJEN BİR TÜRKİYE’NİN AYAK SESLERİ

30 Nisan 2018. Surp Takavor Kilisesi. Çarşı’nın sembollerinden. Güzelim mimarisiyle, saygılı cemaatiyle, Beyaz Fırın’a yakın, Kadıköy’ümün mis kokan sokaklarının aromalarına her Pazar ayininde buhurdanlıktan yayılan tütsülerin de harman olduğu o huzurlu mekân. Duvarlarının önüne çöp dökerek, duvarlarının üzerine “bu vatan bizim” diyerek tecavüz ettikleri Surp Takavor Kilisesi! İşte bu satırların yazarını vatansızlaştırmaya çalışan “medeniyetin” mümessilleri bunlar. Kadıköy’ü hedef almaları, işlerini ciddiyetle yaptıklarının en önemli göstergesi aslında. Yüzlerce yıldır yan yana var olan, hayır düzeltiyorum, iç içe var olan, beraber bir uygarlık kuran ve bunu dünyaya inat, tüm insanlığa gösteren Kadıköy, yine karanlık günlerinden birini yaşadı. Tıpkı 6-7 Eylül olaylarında Kadıköy’de gayrı Müslim kardeşlerime saldıran uğursuz barbarlar gibi, çok kültürlü,kozmopolit, heterojen her şeyden nefret eden, kültürden, insanlıktan, toleranstan nasibini alamamış bir zihniyet, yeni bir fethe çıktı. O duvarlara yazdıkları “bu vatan bizim” cümlesini kavrayamadıkları aşikar.

Bu cümlenin o kilisenin duvarına 1453’ten tam 565 yıl sonra yazılması, aslında hala bu topraklara duyulan yabancılığın saldırgan kompleksi. Oysa Osmanlı atalarımız bu kompleksi taşımamışlardı. Balkanlarda ve Anadolu’da başka dinlerden olan tebaaya karşı hak ve hukuk ve dahi saygıda kusur etmemişlerdi. Kadıköy Surp Takavor Kilisesi’ne yapılan çirkin saldırı, İslamo-faşist ideolojinin, sağ ve sol nasyonalizme bulanarak adım-adım dönüştürdüğü “yeni Türkiye” belasının önemli bir başka emaresidir. Bunlar, tıpkı Cemaat’e ve Kürtlere yapılan cadı avı gibi, tıpkı liberal ve solculardan nefret eden Taliban-IŞİD hayranı AKP gençliği gibi, tıpkı ABD’li rahip Andrew Brunson’ı rehin alan hukuksuz kafa gibi, eriyip giden Kadıköy’ün ve kadim Türkiye’nin yok oluşunun sesleridir, sarsıntılarıdır.

Türkiye artık homojenleşiyor. Kadıköy, bu homojenleşmeye direnen son kalelerden biri. Koca bir ekosistemi yiyip tüketen çekirgeler gibi, mümbit ne varsa bitirmeye kararlılar. Ama dayan, Surp Takavor! Dayan Kadıköy! Sık dişini. O ruhsuz, rant kültürünün yok ettiği tüm değerlerimiz gibi, kendi zihinlerinin tahayyülü olan çölleştirilmiş bir vatandır istedikleri. O benim vatanım değil! Olamaz! Sizin vatanınız mı? O halde, verdiğimiz mücadele, sadece hukuk ve insan hakları mücadelesi değil, bir varoluş mücadelesi aslında!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Merhaba Mehmet Efe Bey, Babaanneniz meseleyi cozmus kavramış, Gerçekte butun peygamberlerin, butun kitapların aynı seyi anlatmakla vazifeli oldugunu, cunku hz Allah da cifte standart yoktur, gercek adalet vardır, Galiba sizde meseleyi cozmussunuz zira Peygamberin insanlıgı ortak degerler etrafında birleştirmesine verilen ad olan ummet in , muslumanları diger din mensuplarına karsı birleştirmek olmadığını, tam tersi insanlığın ortak degerler etrafında birleşmesi oldugunu sizde kavramışsınız. Hz. Ali efendimizin enfes ifadesiyle insanlar icinde insanlardan bir insan ol…aki yeryuzunde kavgalar mutsuzluklar bitsin ortadan kalksın….Bizlere bunu hatırlatan yazınız icin tesekkurler.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin