12.Yılında ‘kafası karışıklar ve yeni başlayanlar için Dink cinayeti (1)

YAZI DİZİSİ | ADEM YAVUZ ARSLAN

Başlarken;

Bugün Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülüşünün yıl dönümü. Dink, 12 yıl önce bugün Şişli Halaskar Gazi Caddesi’nde bulunan gazete binasının önünde ensesine yakın mesafeden sıkılan kurşunlarla öldürüldü. Tüm dünyayı şok eden bu cinayetin tetikçisi Ogün Samast kısa sürede yakalandı. Trabzon-Pelitli’deki irtibatları da hemen ‘toparlandı’. Zira hem Ogün Samast hem de onu yönlendiren, silahı bulan ve ‘hedefi’ gösterenler Jandarma’nın da polisin de tanıdığı (!) kişilerdi.

Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan “Hiçbir cinayet Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacak” demiş ve ‘faillerin bulunacağı’ sözünü vermişti. Ancak Dink Suikasti’ni planlayıp tetikçileri organize edenler, ‘vurun’ talimatını verenler izlerini ustaca kaybettirdiler. Cinayeti ‘ihmal’ tartışmasına kilitleyip içinden çıkılmaz hale getirdiler.

Geride kalan 12 yıl ‘esas faillere’ ulaşmamıza yetmedi. Dava siyasi konjonktüre göre yön değiştirdi. 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu sonrası iktidarın Gülen Cemaati’ne fatura etmeye çalıştığı bir ‘fırsat’a dönüştürüldü. Agos’un tabiriyle “Türkiye’nin en büyük adalet sınavlarından birinin araçsallaştırıldığı çirkin bir plan” uygulamaya kondu. Savcı Gökalp Kökçü tam da bu amaca yönelik bir iddianame yazdı. Dink’i psikolojik harp operasyonlarının hedefi haline getirenler, tetikçiyi bulup yetiştirenler, mahkeme önlerine kadar gidip Dink’e saldıranlar, İstanbul Valiliği’ne çağırıp tehdit edenler dosyanın dışına çıkartıldı.  Onların yerine ihmalleri olup olmadığı tartışmalı iki emniyet müdürü ile cinayete dair haber yapan gazeteciler sanık oldu.

12 yıl önce ‘Bu cinayet Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacak” diyen dönemin Başbakanı Erdoğan, şimdi ‘o karanlık odaklar’la. Dava, Erdoğan’ın müttefiklerinin çizdiği ‘çerçeve’ ve ‘hedefe’ göre ilerliyor. Geçtiğimiz günlerde HDP Milletvekili Garo Paylan tarafından TBMM’de verilen ve AKP-MHP oyları ile reddedilen araştırma komisyonu kurulması talebinde dile getirildiği gibi; “ Hrant Dink davasında ihtiyaç duyulan adalet, temsili bir yargılama ve tetikçilerin/belli kişilerin ceza almasıyla değil; cinayete ortam hazırlayanların ve sonrasında sorumluları bir tür cezasızlık zırhıyla kuşatarak bu nefret suçunun üstünü örten zihniyetin tüm aktörlerinin açığa çıkarılması ve hakikatin aydınlatılması ile yerini bulacaktır.”

Bu yazı dizisinde ‘bakış açısı’nı değiştirip cinayetin öncesine bakacağız. Zira bu cinayet gerçekte 19 Ocak 2007’de işlenmedi. Öncesinde uzun ve kapsamlı bir hazırlık evresi var. 2003 itibariyle MGK’da çerçevesi çizilen ‘azınlık ve yabancı düşmanlığı’nın Ulusalcı dalgayı şişirmek için nasıl istismar edildiğini, bir anda ekranları saran misyonerlik tartışmalarının aslında nasıl bir planın parçası olduğunu, Dink’in afişe edilip hedef yapılmasının Ankara’dan başlayarak Trabzon ve İstanbul’a uzanan ve ‘devletin aktif rol aldığı’bir proje olduğunu, cinayette aktif rolü olmasına rağmen sorgulanmayan MİT ve Jandarmayı, emniyette yaşanan ekip savaşlarını ve cinayetin nasıl ustaca saptırıldığına dair çarpıcı detayları, gün yüzüne çıkmamış bilgileri okuyacaksınız.

 

1.BÖLÜM

 

Dink Cinayeti’ni anlamak için takvimleri geriye almak, bugünlerin moda tabiriyle ‘büyük resme’ bakmak gerekiyor. Çünkü cinayeti ‘tetikçi’ ve ‘azmettirici’ denklemine indirgersek ‘esas aktörleri’ ıskalamış oluyoruz.  Nitekim soruşturma uzun süre bu denklemde götürüldü. Siyasi konjonktüre göre yön değiştirdi ve bugün AKP iktidarının talepleri doğrultusunda ‘Cemaat’e mal edildi.

Oysa ki profesyonelce kurgulanmış, adım adım uygulanmış bir abluka ile karşı karşıyaydık. Üstelik cinayeti planlayıp senaryoyu yazanlar finali de çok başarılı yapmıştı. Cinayeti Trabzon’un Pelitli beldesinde bir gurup tetikçiye yıkmayı başardılar. Azmettiricileri unutturup ‘ihmali olanları’ tartıştırdılar. Kitleleri ona inandırdılar.

MGK VE ‘ASIL PATRON’

“Dink cinayeti ile MGK’nın ne ilgisi var?” diyenler olacaktır. Fakat Dink’i ölüme götüren süreci analiz ederken önce ‘Devlet’, ‘MGK’ ve ‘Örtülü operasyonlar’ başlıklarına bakmak şart.  Yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde belgeleriyle göreceğiniz gibi, Hrant Dink cinayetine giden sürecin uzun ve kapsamlı bir ‘hazırlık dönemi’ var.

Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor. Türkiye’de devlet-toplum ilişkisi her zaman problemlidir. Rejim için toplumun çeşitli kesimleri, özellikle azınlıklar, dini gruplar her zaman ‘tehdit’ olarak görülmüştür.

Döneme göre tehdit konusu değişebilir ama ‘tehdit’ ve ‘güvenlik’ denklemi hep ön planda olmuştur.  Her ne kadar seçimler yapılsa iktidar – muhalefet- meclis olsa da Türkiye’de ‘esas güç’ hep ‘devlet’ ve özellikle de ‘Milli Güvenlik Kurulu’ndaydı.

GÖLGE HÜKÜMET: MGK

MGK, eylem planı aşamasına getirilen ‘toplumla ilişki projeleri’nin uygulama üssüydü. Bu yüzden MGK askerin hükümete ‘milli güvenlik’ gerekçesiyle dayatmada bulunduğu ‘gölge hükümet’ olarak adlandırıldı. 1980 darbesini yapıp siyasileri hapse yollayan irade MGK’ya da 2945 sayılı yasayla hükümete tavsiye edilen konuları ‘takip ve kontrol etme, yönlendirme, koordine etme ve denetleme’ görevi verdi.

MGK’nın ‘beyni’ MGK Genel Sekreterliği ise ‘gerektiğinde diğer bakanlık, kurum ve kuruluşlarla müşterek yürütme’ gücüne sahipti. Ayrıca Başbakanlık dahil tüm bakanlıklar MGK’nın talep ettiği ‘çok gizli olsa bile’ temin etmek zorundaydı.

Bir bakıma vatandaşın oyuyla seçilmeyen ve toplum tarafından denetlenemeyen bu yapı ‘hükümetler üste’ bir pozisyona sahipti. Hem yasaların kendilerine verdiği yetki hem de edinilmiş tarihsel tecrübelerden dolayı Türkiye’de siyasiler, bürokratlar ‘büyük patron’ olarak her zaman asker, özellikle de MGK’yı gördüler.

Bu ülkede ‘büyük projeler’ bizzat devlet eliyle yapılıyor. Eğer dikkatli bir gözle incelerseniz yaşadığımız tüm büyük olaylarda şu silsileyi görürsünüz:

MGK birilerini ya da bir konuyu tehdit olarak belirler ve Genel Sekreterlik o konu üzerine planlar yapar. Devletin güvenlik birimleri bu tehdide karşı istihbarat üretmeye başlar. Sonra da tehdit olarak görülen kişi ya da grupların karşısına ‘elemanlık’ ilişkisi bulunan kişiler çıkartılır.

Takip eden süreçte bu kişiler protestolar organize eder, eylemler yapar, medyayı manipüle eder. Hanefi Avcı’nın deyimiyle ‘odayı ısıtırlar.’ Hedefe ulaşıldıktan sonra da ustaca izlerini kaybettirip, delilleri karartırlar.

Fail olarak da ilgisiz yerleri gösterirler.

AKP İKTİDARA GELDİ MİSYONERLİK PATLADI (!)

28 Şubat için ‘1000 yıl sürecek’ deniyordu ama 2002 seçimlerinin AKP tarafından kazanılması kendini ‘devletin sahibi’ olarak gören çevrelerde ciddi bir krize de neden oldu.

Sonuçta 28 Şubat’ta ‘iç tehdit’ sıralamasında olan kitle ve temsilcisi iktidara gelmişti. Politika belirleyiciler bu kez ‘din ve irtica’ üzerinden gitmenin fayda etmeyeceğini de biliyorlardı.

Ve hiç kimsenin aklına gelmeyecek, ilk duyulduğunda ‘nasıl yani?’ dedirtecek bir planı uygulamaya koydular. AKP’nin iktidara henüz geldiği günlerde MGK toplantılarında ‘yeni iç tehdit’ olarak ‘misyonerlik ve azınlıklar’ belirlendi.

MGK Genel Sekreterliği ‘misyonerlik’ konulu toplantılar yapmaya, devlet kurumlarına talimatlar göndermeye başladı. Askeri istihbarattan üst üste misyonerlik raporları gelmeye başladı.

İlginç bir şekilde toplumsal hareketlenmeler başladı.

Bazı eski İslamcılar, eski ülkücüler, eski tüfek solcular, emekli askerler ve emekli yüksek yargıçlar işareti almışcasına ortaya çıktılar ve sayıları yüzleri bulan platformlar kuruldu. Paneller ardı ardını izliyor, ekranlar bir anda ‘misyonerlik tartışmaları’ ile doluyordu. Türkiye’nin her yerinde Kuvva-i Milliye dernekleri kuruluyordu.

KURGULANAN YENİ SÖYLEMİN SATIRBAŞLARI

MGK’da pişirilip aynı anda geniş bir kesim tarafından dolaşıma sokulan ‘Ulusalcılık söylemi’nin istihbarat raporlarına yansıyan satırbaşları şöyleydi;

  1. Devleti iç ve dış tehditlerden kurtarmak için “İkinci Kurtuluş Savaşı” yaşanması gerektiği, ilk Kurtuluş Savaşı’nın hem dış düşmana hem de halka karşı yapıldığı düşüncesi ile “İkinci Kurtuluş Savaşı”nın da halka karşı verilebileceği,
  2. Azınlıkların ülkeyi yöneten asıl kesim olduğu, Ermeni iddiaları karşısında, Ermenilere karşı tepkisel eylemlerin meşruiyetinin bulunduğu,
  3. AB ve ABD ile kurulan ortaklık ve temasların bağımsızlığı tehdit ettiği, siyasilerin ajanlık yaptığı ve ihanet içinde olduğu,
  4. Kürtlerin batıdaki suçların ana kaynağı olduğu, batıda Kürtlerin bulunduğu yerlerde karşı eylem başlatılarak Kürtlerden arındırılmış bölgeler oluşturulması gerektiği,
  5. Mevcut siyasi yönetimin ‘Vatana ihanet’ suçu işlediği, bu yönetimden hesap soracak “Milli Hükümet”in oluşturulması gerektiği,
  6. Cumhuriyetin iç düşman karşısında tehlike altında olduğu, gerektiğinde ülke içerisinde bir tasfiye sürecinin başlatılacağı,
  7. Avrupa Birliği’ne ve ABD’ye karşı Rusya ve/veya Çin merkezli yeni politikaların uygulanarak ülke bağımsızlığının yeniden kazanılabileceği,
  8. Ülkenin, içerisinde bulunduğu süreç itibariyle başta ordu olmak üzere çeşitli kurumlar vasıtasıyla siyasi yapıya ve demokratik sürece müdahale edilebileceği,
  9. Ülkenin kiliseler ve misyonerler tarafından işgal edildiği, azınlık vakıfları vb. düzenlemelerle hükümetin bu işgale destek olduğu,
  10. Siyasi iradenin kusuru nedeniyle devletin işlevsizleştirildiği, bu nedenle duyarlı kitlelerin harekete geçmesi ve hükümete karşı tepki vermesi gerektiği biçiminde özetlenebilecek genel bir söylemi farklı düzeylerde paylaşmaktadır.”

Misyonerlik ve azınlık tehdidi, Ulusalcılığın doğması, büyüyüp gelişmesi için yükseltiliyordu. Askeri cenah daha dün karşı durduğu muhafazakârların “milliyetçi” eğilimlerinden istifade etmek istiyordu.

Bunun amacı ise siyasi bir ideal olarak ufukta beliren AB’nin, müktesebatı ve uyum yasaları ile devletin derinliklerinde kurulu bulunan güç dengesini askeri doktrin aleyhine değiştirmesini engellemekti. Hükümetin karşısına “Ülkelerinin hükümet tarafından satıldığını ve Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan bağımsızlığın tehlikede olduğuna inandırılmış öfkeli bir halk kitlesi” dikilmek isteniyordu.

O dönemde askere yakınlığı ile bilinen gazeteci Mehmet Ali Kışlalı 12 Ocak 2005’te “Misyonerlik Tehdidi” başlıklı yazılar yazmaya başlıyor, daha sonra Ergenekon davası sanıkları arasında yer alacak olan ATO Başkanı Sinan Aygün ‘misyonerlik tehdidi’ raporları yayınlıyordu.  Bir ticaret odasının ve onun başındaki işadamının ‘birdenbire’ misyonerliğe ilgi duyması ve bu konuda çalışmalar yaptırması doğal olarak dikkat çekti.

Daha da ilginç olan ise ATO’nun raporunda yer alan bilgilerin ‘GİZLİ’ ibareli bir askeri istihbarat raporunda birebir aynı olmasıydı. Birden bire Taksim ve Kızılay Meydanları’nda İncil dağıtan kişiler görülmeye başlandı. Ekranları ‘papazlar’, ‘din değiştirmiş gençler’ doldurdu. ‘Misyonerlik’ tartışmaları gündemin ilk sırasına yükseliyordu.

MİSYONERLİK RAPORLARI MGK’YE GELİYOR

12 Mart 2003 tarihinde Başbakanlık’a Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nden GİZLİ kodlu bir yazı geldi.

Yazıda 7 Mart 2002’de Genelkurmay Başkanlığı’nın MGK ve Dışişleri Bakanlığı dahil iç ve dış güvenlik ile ilgili hemen hemen bütün kurumların katılmasının sağlandığı, MGK’nın bu toplantı sonrasında misyonerlik konusunda alınacak tedbirler konusundaki çalışmalarına devam ettiği, bu çalışmalar sonucunda alınacak tedbirlerin EK’te sunulduğu ifade ediliyordu

Raporun imzacısı ise Org. Tuncer Kılıç’tı.

Belge adeta “gölge hükümet” tanımlamasına uygun yasa değişikliklerini ‘talimat gibi’ tavsiyelerle bildiriyordu. Belgede Bayındırlık Bakanlığı’ndan, Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’na, Milli Eğitim Bakanlığı ve RTÜK’e kadar kurumların misyonerlik konusunda yasal ya da idari açıdan yerine getirmeleri gereken adımlar sayılıyordu.

MGK’nın bu çalışması üç açıdan ilginçti.

Birincisi belgeden Genelkurmay’da düzenlenen bir toplantı sonrasında MGK’nın iş büyütüp tedbirler paketi hazırlaması, ikincisi nasılsa bu işin tam bir yıl sürdüğü, üçüncüsü ise aslında güvenlik ve istihbarat bürokrasisinin katılımıyla yürüyen bir çalışmayı MGK’nın birkaç bakanlığa talimat veren bir tavsiye metnine dönüştürmesiydi.

MGK Başbakanlık’a yaptığı bildirimin bir benzerini 17 Kasım 2003’te Org. Şükrü Sarıışık imzasıyla yineledi ve 40 sayfalık bir endoktrinasyon (aşılama)dokümanını Kara, Deniz, Hava, Jandarma Komutanlıkları ile İçişleri’ne, Diyanet İşleri’ne, Genelkurmay’a ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne gönderdi.

Doküman, “Misyonerlerin Temel Amacı, Misyonerlerin Devletlerle İlişkisi, Osmanlı’da Misyonerlik, Yabancı Okullar ve Misyonerlik, Misyonerlerin Hedef Kitleleri, Yürürlükteki Mevzuata Göre Misyonerlik Faaliyetleri, Misyonerlik Faaliyetlerinin Önlenmesine Yönelik Alınmasında Fayda Görülen Tedbirler” başlıklarını içeriyordu. Dokümanda Azınlık Okulları ve Misyonerlik isimli bir bölüm de vardı.

Dokümanda “Misyonerliğin bir AB projesi olduğu” anlatılıyordu. Dokümanda misyonerliğin faal olduğu alanlar sayılırken Karadeniz’de “öteden beri aktif Katolik kiliselerinin bulunduğu”, Doğu Karadeniz’in bu faaliyetler için özellikli bir alan olduğu ileri sürülüyordu.

54 MİSYONER İÇİN 40 SAYFALIK RAPOR YAZILIYOR

17 Kasım 2003 tarihli Şükrü Sarıışık imzalı MGK belgesinde misyonerlik ve azınlık tehdidinin tehdit olarak tanımlandığı ifade ediliyordu.

MGK bu belgesinde 2000 yılına ait misyoner sayısını veriyor. İfade aynen şöyle: “2000 yılı itibariyle Türkiye’de 45’I yabancı, 9’u da Türk olmak üzere 54 misyonerin faaliyet gösterdiği tespit edilmiştir.”

Tüm Türkiye’de faaliyet gösteren misyoner sayısı 54, bu 54 kişinin oluşturduğu tehdidi anlatmak için MGK’nın hazırladığı raporun sayfa sayısı ise 40. Yani neredeyse her bir kişi bir sayfa rapor üretecek değerde tehdit üretmiş.

Tabii bu tablonun “Bu kampanyanın arkasında aslında başka bir amaç mı var?” sorusunu akla getirmemesi mümkün değil. MGK’nın bir yıl çalışıp 54 kişi için 40 sayfa rapor hazırlaması, Ticaret Odası’nın bir anda Misyonerlik raporları yayınlamaya başlaması, jandarma ve MİT’ten misyonerlik raporları yağmaya başlaması ‘pişirilen bir şeyler’ olduğunun göstergesidir.

Aksiyon Dergisi’nin 17 Ocak 2005 tarihli 528.sayısında Türkiye’de bir anda parlayan misyonerlik ve azınlık düşmanlığını analiz etmiş, bir operasyonun geldiğine dikkat çekmiş ve ‘Senaryo misyonerlik, hedef ne?’ diye sormuştum. Bu kapak haberinden iki yıl sonra ‘hedef’in ne olduğunu tüm Türkiye gördü.

YALAN RAPOR FURYASI

Bu dönemde ise akla ziyan raporlar piyasayı işgal ediyordu. Özellikle 2000 öncesinde irtica ile ilgili psikolojik harp operasyonları bütün hızıyla devam ederken Genelkurmay Başkanlığı istihbaratı akıl almaz iddiaları MİT’e ve Emniyet’e gönderiyordu.

Genelkurmay;

Nisan 1997’de, İstanbul’da Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkarak şeriat düzenini getirmek isteyen 700 bin İBDA/C örgüt mensubu, 500 bin Nurcu ve 1 milyon 200 bin çeşitli dini örgüt mensubunun bulunduğunu,

Şubat 1998’de, Türkiye İsyancı Şeriat Komandoları adında bir örgütün Türkiye’de 150.000 üyesinin bulunduğunu ve örgüt üyelerinin Hizbullah örgütüne kaydolduklarını, TSK’yı saf dışı bırakarak Türkiye

Cumhuriyeti’ni yıkıp yerine şeriat esaslarına dayalı bir devlet kuracaklarını,

Kasım 1997’de, İstanbul Şile’de ormanlık bölgedeki Üvezli, İsaköy ve Bıçkıdere köylerindeki Kur’an kurslarında yoğun irticai propaganda yapıldığını, Ümraniye, Sarıgazi ve Sultanbeyli’den toplanan kimsesiz çocukların bu köylerde militan eğitimi aldıklarını,

Mart 1997’de, İstanbul’daki toptan gıda maddesi dağıtımının şer’i düzen yanlılarınca ele geçirildiğini,

Şubat 1997’de, Ankara-Sincan’da İran, Libya ve Cezayir’li Hizbullah mensuplarının oturduğunu, bunların ev kirasının belediye tarafından karşılandığını, belediyenin bu parayı İran’dan aldığını bildiriyordu.

Bugünden geriye dönüp baktığımızda güldüren bu raporlar Genelkurmay’dan MİT ve emniyete yollanıyordu. Öne açılmak istenen Ulusalcı tepkinin oluşması için ihtiyaç duyulan tehditlerin acilen yaratılması gerekiyordu.

Eğer oluşturmak istediğiniz kimlik, örneğin ulusalcılık ise, gayri milli bir tehditten söz edilmesi gerekiyordu. Sonuçta zıt kutuplar birbirini çeker. Bu yüzden zıtlardan birini üretmek diğerini beslemeyi kolaylaştırıyor.

GENELKURMAY’DA MİSYONERLİK SUNUMU

Genelkurmay temsilcisi Fener Rum Patrikhanesi’ni Türkiyede’ki misyonerlik merkezlerinden birisi olarak göstermişti.

Patrikhane misyonerlik kampanyasında Türkiye’deki tartışmaların odağı haline geldi. Fener Rum Patrikhanesi’ni, kendisini ‘Türk Haliç Platformu’olarak tanıtan bir grup protesto etti. Bu birlik içinde en çok tanınan isim Avukat Kemal Kerinçsiz’di.

Patrikhane önündeki protestoların ardı arkası kesilmedi.

Daha sonra da ‘Milli Güç Platformu’ adını alan bir platform kuruldu. Aralarında Hukukçular Birliği, MHP İstanbul İl Başkanlığı, İşçi Partisi, Noel Baba Vakfı, Yeniden Kuvayı Milliye ile Şehit Aileleri Derneği ve Bağımsız Türk Ortodoks Kilisesi vardı.

Patrikhanenin protesto edilmesinde öne çıkan bir başka isim ise Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin basın sözcülüğünü yapan Sevgi Erenerol’du.

Erenerol’un 2006 yılında Genelkurmay Karargâhı’nda Misyonerlik konferansı verdiği de bu aşamada basına yansıdı.

Erenerol bu konferansta şöyle diyordu:

“Misyonerlik her ne kadar bir din değiştirme olarak biliniyorsa da siyaset satrancının bir piyonudur. Tek amaç din adına bu toprakların ele geçirilmesidir. İstanbul’un 2010 Kültür Başkenti ilan edilmesi de bu ekümeniklik meselesinin bir parçasıdır. Bu yüzden son yıllarda Bizans görünümlü bir tarihi yapılanma başlatıldı. Restorasyonlar hızla sürdürülmektedir. Bu şekilde devletin parçalanma süreci de başlatılacaktır. İstanbul’u; ayrı, özel bir İstanbul Devleti olarak yapılandırmaya gitmektedirler.”

“Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmeden 5 yıl önce Genelkurmay Psikolojik Harp Tabur Komutanlığı’nca “fişlendiği” belgelendi. Psikolojik Harp Tabur Komutanlığı’nca hazırlanan ve Genelkurmay Başkanlığı Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı’na sunulan ‘Yayın Analizi’ adı altında Agos Gazetesi yayınlarının ve yazarlarının andıçlandığı ortaya çıktı.” (Yeni Şafak Gazetesi, 20 Temmuz 2010)

ADIM ADIM OPERASYON VE DİNK’İN AFİŞE EDİLMESİ

  • Psikolojik harekât süreci kusursuz bir biçimde start alıyor: “2004’ün

6 Şubat’ında Agos’ta, Gaziantepli Hripsime Gazalyan’a dayanılarak,

Sabiha Gökçen’in, 1915 olayları sonrasında evlat edinilen Ermeni çocuklarından

biri olduğu yazıldı.  

15 gün sonra Hürriyet bu haberi manşetine taşıdı. Gazete ertesi gün de, Gökçen’in Boşnak olduğunu ilân edecekti. Ancak “Ermeni değil Boşnak” haberinin yanında Gökçen’i yakından tanıyan Pars Tuğlacı’nın görüşlerine yer verilmiş, Tuğlacı Agos’un haberini desteklemişti.

  • Hürriyet’teki haber üstüne Genelkurmay hemen ertesi gün meseleye

müdahale etti. Ordu, Gökçen’in Ermeni olduğunu ileri sürmenin “habercilik”

diye nitelenemeyeceğini bildiriyor, ilk Türk kadın pilotun kökenini tartışmanın “millî bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı

olmayacağını” ilân ediyordu.

  • Hürriyet, Sabah, Akşam ve Cumhuriyet gazeteleri Genelkurmay’ın

açıklamasına arka çıktılar. Milliyet, “Ermeni iddiasını ilk uçuş tarihi

çürüttü!” dedi, Aynı gazetenin yazarı Melih Aşık’a göre “Gökçen’in

Ermeni olma ihtimali yok”tu.  Akşam, “Gökçen Ermeni değil Bosnalı”

diye yazdı.

  • Yine Milliyet’te Hasan Pulur, bu vesileyle Hrant’a doğrudan saldırdı.

Ondan “Türkçe’yi iyi bildiği anlaşılan…” diye sözedip, Hrant’ı sanki

bir yabancıymış gibi takdim etti. Pulur’a göre Hrant, “Cumhuriyet ve

Türkiye düşmanı bir Ermeni”ydi!

  • Cumhuriyet’te İlhan Selçuk, “Ermenilerin ortalıkta bırakıp kaçtıkları

çocuklardan sayılıyor Sabiha” diye yazdı. Katledilen, sürülen bir halkı

aşağılamayı kendine yedirebilmişti.

  • Genelkurmay açıklamasından iki gün sonra, 24 Şubat 2004 günü,

Hrant İstanbul Valiliği’ne çağırıldı. Vali yardımcısı Ergun Güngör’ün

odasında, iki “istihbarat görevlisi” ona, hayatının tehlikede olduğunu

imâ etti. Bu görüşmeden İstanbul Valisi Muammer Güler’in de, dönemin

içişleri bakanı Abdülkadir Aksu’nun da haberi olduğu sonradan

ortaya çıkacaktı. Vali Güler, görüşmeyi doğrulayacak, ama Hrant’ın

tehdit edildiğine katılmayacaktı. Cinayetten sonra Meclis araştırma

komisyonuna, “Devlet böyle tehdit etmez,” diyecekti. “Yapsa başka

türlü yapardı.”

  • Hrant’ı tehdit eden iki “istihbarat görevlisi”nden MİT’çi Özel Yılmaz,

çok sonra, Ergenekon soruşturmasında da karşımıza çıkacaktı. Hrant’la

görüştüğü sırada MİT İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı’ydı. Ergenekon

şüphelilerinden Bedrettin Dalan’a “Kaç, yoksa seni de alacaklar,”

tüyosunu verdiği ileri sürülüyordu. Dalan’ın özel kalem müdürü

Ergenekon’dan gözaltına alındığında onu kurtarmaya kalkmış, bunun

için MİT Müsteşarı’nın adını kullanmış, savcılar MİT’le görüşünce Özel

Yılmaz’ın tertibi ortaya çıkmıştı. Özel Yılmaz, Ergenekon’dan ifadesi

alınacağı sırada MİT İzmir Bölge Başkanı olarak atandı. MİT tarihinde

vekaleten bu makama atanan ilk isimdi. Teşkilat, elemanıyla ilgili

soruşturma açtığı yollu haberleri de yalanladı.

  • Mehmet Soykan adlı yurttaşın şikâyet dilekçesini değerlendiren

Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nın, Hrant’ın bir yazısından ötürü, “Türklüğü

aşağılama” suçlamasıyla 301’den dava açtığı gün, 25 Şubat’ta,

Cumhuriyet’ten Deniz Som, kuşatma harekâtına katıldı. Som, Sabiha

Gökçen meselesi üzerine yazarken, Hrant’ın Ermeni kimliği üzerine

kaleme aldığı bir başka yazısını konu etti. “Damardan kan temizleme

operasyonu” yapmakla suçladığı Hrant’ın, “Adolf Hitler’in bile ilerisinde

bir faşist” olduğunu ileri sürdü.

  • 2004 Şubat’ının sonunda Emin Çölaşan, Hrant’ın söylediklerini çarpıtma

üzerine kurulu plana uygun olarak, Dink’i “şeriatçı özlemi olanlar,

Türkiye’nin bölünmesini isteyenler, Apo’ya özgürlük isteyenler”le

biraraya koydu. Çölaşan’a göre Hrant, Türk kanının zehirli olduğunu

ileri sürmüştü. Kuşatma ilerliyordu.

  • Önce Vatan gazetesinin başyazısına Orhan Kiverlioğlu, “Hrant’ın hırlayışı”

başlığını attı. Faşist gibi siyasî hakaret sıfatlarıyla yetinmeyip

Hrant’ın “maymun genleri taşıdığını”, ondan “orangutan maymununun

bile tiksindiğini” yazdı. Bu şahıs, birilerini göreve çağırıyordu:

“Türklüğe hırlayan Hrant’ın kafasına dank edecek bir kanun olmalı”.

Kiverlioğlu daha sonraki bir yazısında da, “insan suretindeki Ermeni

tarihçi sürüngenlere de Türk kanının zehirli vasfını içtimai şifa niyetine

göstermek lâzım” diyecekti.

  • Hrant Basın Konseyi’ne başvurdu. Konsey, Yeniçağ’ın yayınının “yazara

karşı zorbalığa özendirebileceğine” hükmetti, gazeteyi “uyarma” kararı

aldı. Ama oybirliğiyle değil oyçokluğuyla! Konsey’in bazı üyeleri hem

hile hem kışkırtma yapan gazetenin uyarılmasını gerekli görmemişti.

  • Kemal Kerinçsiz’in öncülük ettiği Büyük Hukukçular Derneği yeni bir

şikâyet kampanyası organize etti. Tek tip dilekçelerle yine savcılığa

başvurdular.

  • Hrant hakkında, kesinleşmemiş mahkeme kararı üstüne yorum yaptığı

gerekçesiyle, “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçlamasıyla 14

Ekim 2005’te bir dava daha açıldı.

  • Bu davanın duruşmasında saldırganlar mahkeme koridorunda Hrant’a

vurmaya kalktılar. Mahkeme salonunda ona “Hain!” diye bağırdılar.

Bir başka duruşmada da Hrant’ın avukatlarından biri saldırganların

yumruklarına hedef oldu.

  • Savcı, ortada herhangi bir suç olmadığını bile bile dava açmış, yargıçlar,

ilk duruşmada beraat kararı verip davayı bitirebilecekken süreci

uzatmışlardı. Böylece her biri yeni linç girişimlerine sahne olan duruşmalar

yapılabiliyordu.

  • Mahkeme önü gösterilerinde açılan bir pankart, Malatya katliamı ve

Hrant Dink suikastları arasında bağ kurmayı sağlayabilecek, yürütülen

plana ışık tutabilecek bir ifade içeriyordu. Bu pankartta Hrant’a,

hep yaptıkları gibi “hain” vs. demiyor, onu “misyoner çocuğu” diye

adlandırıyorlardı.

  • Hrant’ın yargılandığı duruşmalarda mahkeme önlerinde toplanan

kalabalığın öndegelen isimleri, Sevgi Erenerol, Kemal Kerinçsiz ve

diğerleri, Kasım 2005’te, Fener Rum Patrikhanesi önündeydi. Oradaki

bir toplantıyı bahane ederek gösteri düzenlediler, Patrikhane’nin

Yunanistan’a taşınması için imza kampanyası başlattılar.

  • Hrant her gittiği yerde izlenir, söylediği her şey yeni düşmanlık vesileleri

yaratmak üzere haberleştirilir olmuştu. Yeniçağ, 2005 Kasım’ında

bu tür haberlerinden birini “Hrant uslanmadı” diye vermişti. Ortadoğu

da 2006 Mart’ında, “Ya sev ya terk et’” ve “Kovun bunları!” başlıkları

attı. Hrant’ın adının geçtiği yerde mutlaka “Türklüğe hakaretten yargılanan

Ermeni gazeteci” ibaresi yeralıyordu.

  • Ergenekon davasının sanıkları arasında yeralan çeşitli kişiler,

Hrant’a karşı sürdürülen kampanyada hep ön saflardaydı. Ardarda suç

duyuruları yaparak Hrant’ı mahkemeden mahkemeye sürüklenmek

zorunda bırakan, duruşmaları da saldırgan gösteriler düzenlemek için

fırsat haline getiren Avukat Kemal Kerinçsiz hep en öndeydi. Meşhur

Veli Küçük bu gösterilerden birine bizzat gelmişti. Oktay Yıldırım

değişmez simalardandı. Sevgi Erenerol da oradaydı.

  • Kerinçsiz, sadece davaları izlemekle yetinmiyordu. 2006 Şubat’ında

Akdeniz Üniversitesi’nde düzenlenen bir panele de Hrant’ın peşinden

gitmiş, salonda söz alıp gerilim yaratmıştı.

  • 2006 Mayıs’ında Yargıtay, Hrant’a yönelik operasyonun gelip geçici

bir sindirme eyleminden ibaret olmadığını ortaya koydu. Yargıtay 9.

Ceza Dairesi Hrant’ın altı ay mahkumiyet kararını “usul” yönünden

bozarken “suç işlenmiştir” dedi. Hrant’ın sözlerinin “Türklüğü tahkir

ve tezyif edici nitelikte” olduğuna “kuşku bulunmamakta” ydı.

  • Aralık 2006’da Hrant yine mahkemede, saldırganlar da “Hrant Dink,

Taşnak, Hınçak, ASALA ve devşirmeler seninle gurur duyuyor – Büyük

Türk Milleti” pankartıyla bina önündeydi. Polis, tekme yumruk saldırmasınlar

diye önlerine bir bariyer koydu.”

Özetle, sürece dair bilgi ve belgelerin bize anlattığı tablonun özeti şöyle;

MGK birilerini tehdit olarak kabul edip planlar yapıyor, bu konuda devletin birimlerini kullanarak istihbarat üretiyor, daha sonra iç tehdit hedefi olarak görülen kişi ve grupların karşısına (muhtemel) elemanlık ilişkisi bulunan kişiler çıkarılıyor, onlar etkili protestolar organize ediyor, yani Hanefi Avcı’nın deyimiyle ceketin çıkması için birileri “odayı ısıtıyor.”

Protestoları organize edenler konuya göre bölüşüm de yapıyor.

Mesela misyonerlik konusunda Erenerol öne çıkarken, Patrikhane konusunda Kerinçsiz ve Erenerol birlikte hareket ediyor, daha sonra Dink konusunda ise Kerinçsiz öne çıkıyor. Hatta İstanbul Ülkü Ocakları’nın eski başkanı olduğu için protestocu grup desteği sağlamak üzere Levent Temiz de destek veriyor.

Sabiha Gökçen haberi Hürriyet’te manşet olarak verildiğinde ilk tepki gösterenlerden birisi o dönemin Ege Ordu Komutanı Org. Hurşit Tolon olmuştu. Tolon aslında psikolojik harbi iyi biliyordu. Ege köylerini gezmeye çıkıyor; tarlanın, bahçenin içinde köylü kadınların yanında, “ülkenin bütünlüğü tehdit altında, hükümet sabrımızı taşırmasın” türünde açıklamalar yapıyordu.

Ergenekon sanığı E. Org. Hurşit Tolon, Hürriyet’in Gökçen haberine ilk tepkiyi veren isimdi. Bu arada Ergenekon davası kapsamında hem Hurşit Tolon’dan hem de Durmuş Ali Özoğlu’ndan “Türkiye’de yaşayan azınlıklar” ve “Rum, Ermeni, Yahudi azınlığın sahip oldukları vakıflar” ile ilgili detaylı bilgilerin yer aldığı “GİZLİ” ibareli belgeler bulundu.

Dahası Tolon’dan ele geçirilen “Misyonerlik” isimli 27 slaytlı sunumda saldırıya uğrayan Zirve Yayınevi’nin eski adı olan “Kayra Dağıtım” ismi not edilmiş ve Malatya, İstanbul, İzmir, Trabzon isimlerinin altı çizilmişti.

Yine Ergenekon soruşturması kapsamında İbrahim Şahin’den de Tedhiş Planı ele geçirilmişti. Orada da Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan’a yönelik bir eylem hazırlığı tespit edilmişti.

KAFES EYLEM PLANI VE MİSYONERLİK OPERASYONLARI

2009 Şubatı’ndan başlayan bir dizi ihbar sayesinde, Beykoz ve Poyrazköy’de bulunan cephaneleri gömen gurubun “Kafes Eylem Planı”na bağlı olarak hareket ettiği, yapılanmanın bir kısmının halen deşifre olmadığı ortaya çıktı. İhbarda adı geçen Levent Bektaş’ın evinde yapılan aramalarda gizli belgeler arasında şifreli olarak muhafaza edilmiş Kafes Planı da ele geçirildi.

Eylem Planının detayında da yine gayrimüslimlere yönelik hazırlanmış bir plan yer alıyordu. Planda, gayrimüslimlerin can ve mal güvenliklerini sorgulanır hale getirerek AKP hükümetinin zor durumda bırakılması hedeflenmişti.

Plan dört aşamalıydı. Birinci aşamada, gayrimüslimlerin isimleri, adresleri, eğitim kurumlarında çalışanlar, dergilerine ve gazetelerine abone olanlar, mezarlıkları belirlenecekti.

İkinci aşamada, AGOS aboneleri internette yayınlanacak, tehdit telefonları açılacak ve adalar bölgesindeki yoğun güzergahlara tehdit içerikli duvar yazıları yazılacaktı.  Eylemin son aşamasında ise, gündeme oturtulan tüm azınlık kuruluşlarına bombalı saldırılar düzenlenecekti.

Kafes eylem planının büyük bir bölümü azınlıklara ve spesifik olarak AGOS Gazetesi okuyucularına-abonelerine ayrılmıştı. Plan içeriğinde Agos abonelerinin isimlerinin deşifre edilmesi, abonelerin hedef gösterilmesi, ardından 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi gibi konularının tekrar gündeme getirilmesi yer alıyordu.

Gizli ibareli belgenin 1. sayfasında ise “Uygundur. Kadir Paşa koordine etsin.” parafı bulunmaktaydı. Eylem planındaki ilginç ayrıntılardan birisi de eylem planı içerisinde C zaman diliminden bahsedilmesiydi.

Geçmişe yönelik birçok olaydan başarılı veya başarısız şeklinde bahsedilmekteydi.  Anlaşılan o ki C zaman dilimi diye bahsedildiğine göre A ve B zaman dilimleri aşılmıştı. Durum kısmında da anlatıldığı gibi A ve B zaman diliminde Rahip Santoro, Malatya Zirve Yayınevi ve Hrant DİNK operasyonları başarı ile sonuçlandırılmıştı.

YARIN: KARADENİZ ADIM ADIM ISITILIYOR

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Agziniza saglik. Sadece “MGK’da pişirilip aynı anda geniş bir kesim tarafından dolaşıma sokulan ‘Ulusalcılık söylemi’nin istihbarat raporlarına yansıyan satırbaşları şöyleydi” seklinde basladiginiz ve ardindan siraladiginiz 10 madde bile, tabii eger halka duyurulabilir ve ispatlanabilirse, cok is yapilmis olur…

  2. Yazınızın başında “Kafası karışıklar için” ifadesini görünce “tam benim için” deyip okumaya başladım. Açıkça söyleyeyim, daha da karıştı!
    Ne yani şimdi biz devletin üst makamlarında, derin devletin her yerinde, hatta ülkenin kurucuların da içinde kendini gizleyen azınlıkların, Sabetayistlerin olduğunu yıllardır söylemedik mi? En yukarılarda birilerinin Pakraduni olduğu ifade edilmiyor mu?

  3. Su benden once yorum yapan arkadaslar neyi anlamadiniz. Ayrica su 10 madde onlar ergenekonun pisikolojik harekat yaklasimlari. Neyini isbatlayacaksin zaten isbatlandi bunlar. siz ergenkon teror orgutunden bihabermisiniz. Yazida anlatilan orgenekon yapisinin calisma sistemidir. Neyi anlamadiniz. Ayrica pakrudini denilen seyde bir nevi bu yapinin bir uzantisi kapadokya erenerollarla ilgili birsey. Hayret yani anlatilanlari akpli bir saf gibi karsilamissiniz siz ergenekon surecinde baska gezegendemiydiniz. Zaten bu yazilanlar ozaman ozellikle samanyolu bugun tv aksiyon dergisi ve taraf gazetesinde anlatildi hic okumadinizmi. Yoksa ev araba alma işleri cokmu mesgul etti Sizleri. Bence bir yazi dizisini son bolumunu okumadan yorumda yazmayin. Bende zaten size yaziyorum yazi ya degil. Yazi simdilik gayet guzel olmus yazanin eline saglik. O gunleri anlamayan bu gunleri ve yasananlari anlamaz zaten. 3kere 5 kere okuyun ne yapip ne edin anlayin yaziyi.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin