Zıtlıklar ve hayat tutkusu (2)

Yorum | Veysel Ayhan

“Nerdesin” hem bir çağrı hem de bir arayış idi. Yarım asır gözyaşı ve çileyle yoğruldu. Istırap yüklü bulutlar oba ve ovaları kuşattı. Gün geldi ekinler başağa durdu. “Öyle bir ekin gibi ki, filizini çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da gövdesi üzerinde yükselmiş. Kendisini ekenleri hayrete düşürür…” (48/29) Bir de baktık ki yüz binlerce başak, milyonlarca sürgün vermiş.

“Bireyin çiçek açması” denmişti. Bu dua gerçekleşti. Binler çeşit çiçek on binler nev’i tomurcuk ile yeryüzünü renklendirdi. Hasat mevsimi geldi. “Dane”lerin elenmesi, terbiyesi, olgunlaşması ve milyonlarca tarlaya saçılma mevsimi kapıya dayandı. Tarla fonksiyonunu bitirdi. Çadırlar söküldü. Su kanalları tıkandı. Traktör ve sabanlar kenara atıldı.

“Nerdesin” çağrısı yerine ulaşmış, milyonlarla dönmüştü ama aşılması gereken zıtlıklar vardı. Hem de kırk yıldır vardı. Hocaefendi bunları da o yıllarda seslendirmişti:

“Kanatlanıp pervâz etmeyi, yükselip gökler ötesi âlemlere varmayı hayal ediyorsun; bir çocuk gibi, şu dünyanın çamur ve balçığına bağlı kaldıktan sonra nasıl olacak ki..!

Gönül hayatında ‘tevhid’e ulaşmayı ve ruhânî zevklere gömülüp gitmeyi arzuluyorsun; içinde binbir kötü duygu kol gezerken ve sen, her dönemeçte bedenî hazlarına ‘evet’ derken nasıl olacak ki..!

Duygu ve düşüncede saflaşıp özüne ermeyi, insanî melekelerini geliştirip rabbânîleşmeyi düşünüyorsun; cismânî zevklerden sıyrılıp, behîmî arzulara başkaldırmadan nasıl olacak ki..!

Hep gözlerde ve gönüllerde olmayı, alkışlanıp göklere çıkarılmayı umuyor ve bekliyorsun, kendini eksiksiz ve kusursuz görüyor ve herkesin de bunu böyle bilmesini istiyorsun; her gün sırtında bin günahla cemiyet içindeki hâlin ve davranışlarındaki bu tutarsızlığınla nasıl olacak ki..!” Sızıntı, Eylül 1983

Hayat Tutkusu” deyip Bediüzzaman’la uyarıyordu:

“Eyvah! Aldandık. Şu dünya hayatını sâbit zannettik. O zan sebebiyle de bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür de çay gibi akar gider…”

Ardından bir öngörüsünü dile getiriyordu:

“Ve bizler, binlerce paradoksla üst üste yara alırken, özümüze ait her şeyi yitirirken, hâlâ Belh hükümdarı gibi, müdebdeb saraylarda, muhteşem koltuk ve yumuşak döşekler üzerinde, sevgiliye vuslat türküleri söylemekle kendimizi aldatacaksak, bir gün bize de: ‘Çatıda deve aranmaz!’ diyenler çıkacaktır.”

Ve çıktı da! Zıtlıkların faturası önemli bir problemdi ve ödeme günü kapıdaydı.

DEVÂSA MESAFELER

Eksikliklerin en önemlisi de şuydu: Rehnümâ ile milyonlarca muktedi arasındaki devâsa mesafe. Kemmiyet tamamdı, sayı problemi yoktu. Fakat Rehnümân’nın keyfiyeti ile ardındakilerin keyfiyeti arasında aşılmaz bir uçurum vardı. “Kur’an bir vadide biz bir vadide” nasıl olacaktı ki! İmam bir vadide cemaat başka vadide nasıl namaz kılınırdı ki! Bu “keyfi” kopukluğun kapatılması şart idi. Allah bu mesafelerin kapanması için tüm menfi esbaba izin verdi. Kur’an’da zikredilen tüm cendereler bir bir sökün etti kapımıza geldi. Zulüm perde perde karanlık bir bulut gibi ufku kapladı. Hz. Sabûr tecelli etti. Gayretullah beklemeye koyuldu. Çarklar “keyfiyet” için dönmeye başladı. Sürecin asıl maksadı zaten buydu. Belki de bu dönemin adına “süreç” yerine “Kur’an günleri” dememiz gerekiyordu.

ŞOK

Kur’anı okumayı iyi biliyorduk ama Kur’anı yaşamaya hazır değildik. Tam bir şok yaşadık. El bebek gül bebektik. Öğretmenlik yapıyorduk. Kitap okuyorduk. Güven içinde hizmet ediyorduk. El üstünde tutuluyor ta’ziz ediliyorduk. Yüksek makamlarda tekrim ediliyorduk. Dünya bütün debdebesiyle önümüzdeydi. Saray kapıları, servet yolları “buyrun” dedi. Kur’anı ruh bünyemize sindirmemiş halimizle tam bunlarla imtihan olacaktık ve kaybedecektik ki Allah’ın inayeti “süreç” halinde, “Kur’an günleri” halinde yardımımıza koştu. Dünya ile imtihan olup mağlup olmaktan bizi kurtardı. Dünyaya ait ne varsa cebren elimizden alındı. Allah’a hamdolsun.

KUR’AN KEVSER OLARAK HAYATIMIZA AKTI

Kur’an cemaati olmak kolay bir söz gibiydi. Bizler Kur’an okuyup Kur’an öğretince Kur’an cemaati olacağımızı sanıyorduk. Başkalarının kıssalarıyla, menkıbeleriyle, şehadetleriyle, çileleriyle teselli olmak konforluydu. Ahiretimizi mahvedecek böyle bir “hâl”den Allah kurtardı. Kurân hayatımıza girdi. Kıssalarıyla, mihnetleriyle, meselleriyle; Kafirleriyle, münafıklarıyla, müşrikleriyle… Kur’an cemaati olma yolu açıldı. Hadisteki “Kur’an, onların gırtlaklarından aşağıya inmez” tehdidinden kurtulduk. Kur’an Kevser gibi hayatımıza aktı. Gönlümüze indi. Kıssalar satırlardan kurtulup canlandı. Kur’an’da ne varsa aynıyla olmasa bile misliyle yaşamaya başladık.

Ve Geldiler…

  • Yarın: 3. Bölüm

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. VAVEYLA (çığlık)
    .
    .
    .
    .
    Nefta 3

    Git vatan! Kabe’de siyaha bürün
    Bir kolun Ravza-i Nebi’ye uzat
    Birini Kerbela’da Meşhed’e at
    Kainatta o hey’etinle görün!
    Bu temaşaya Hak da aşık olur
    Göze bir alem eyliyor izhar
    Ki cihanda büyük letafeti var
    O letafet olunsa ger inkar
    Mezhebimce demek muvafık olur
    Aç vatan göğsünü İlah’ına aç!
    Şühedanı çıkar da ortaya saç!

    Nefta 4

    De ki Yâ Râb bu Hüseyn’indir
    Şu mubârek Habîb-i zî-şânın
    Şu kefensiz yatan şehîdânın
    Kimi Bedr-in kimi Hüneyn’indir
    Tazelensin mi kanlı yâreleri?
    Mey dökülsün mü kabr-i eshâba?
    Yakışır mı sanem bu mihrâba?
    Haç mı konsun bedel şu mîzâba?
    Dininin kalmasın mı bir eseri?
    Adem evlâdı bir takım cânî
    Senden alsın mı sâr-ı şeytânî?

    Namık Kemal

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin