Zaman tünelinde bugünkü Türkiye’yi bulmak

Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

1839 yılı Türkiye tarihi için çok önemlidir. Özellikle de liberal demokrasinin modern Türkiye tarihindeki gelişiminin arkeolojisini yapmak bakımından. Çünkü 3 Kasım 1839 yılından Padişah Abdülmecit tarafından Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Mustafa Reşit Paşa’ya okutturulan Tanzimat Fermanı – diğer bilinen adıyla Gülhane Hatt-ı Hümayunu – Osmanlı devletini ve onun ardılı olan Türkiye Cumhuriyeti’ni tartışmasız biçimde modernleşmeye yönlendirmiş en temel belgedir. Bu fermanın en önemli özelliği özel mülkiyeti garanti altına almasıdır ki bu Osmanlı tarihinde bir ilktir. Özel mülkiyete sahip olunması, miras yoluyla gelecek kuşaklara bırakılabilmesi, alınıp satılması ve bunlardan çok daha önemli olmak üzere, özel mülkiyete müsaderenin (el koymanın) kaldırılması, Tanzimat Fermanı ile gerçekleşmiştir.  (Sonra 1915’te Ermeni soykırımı sırasında müsadere dibine kadar yapılmış mıdır, yapılmıştır, bunu da belirtmeden geçmeyelim!).

Tanzimat fermanını 1856 yılında Islahat Fermanı izlemiştir. Bu fermanla vatandaşlar arasında İslam hukuku temel alınarak yapılan dinsel ayrımcılık ortadan kaldırılmış ve devlet seküler anlamda vatandaşları karşısında kapsayıcı ve nötr konuma getirilmiştir. Yasalar önünde eşitlik, işkencenin suç kabul edilmesi gibi hukuk devleti bakımından önemli ilkeler Islahat Fermanı sonucunda hukuk müktesebatımıza girmiştir. Eşit vatandaşlık ilkesi, hukukun yürütmeden ayrılması süreci, devletin sekülerleşmesinin başlaması, temel mülkiyet hakkı ve yaşam hakkı gibi temel hakların bağlayıcı olarak kabul edilmesi, monarkın (tek adamın) anayasa ve yasa üstü konumunun sınırlandırılması fikrinin gündeme gelmesi gibi gelişmeler, Osmanlı tarihindeki Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı metinlerine dek geriye götürülebiliyor.

Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda her ne kadar iç dinamikler, yani reform talep eden Osmanlı aydınları ve devlet adamları bu ilerici ve özgürleştirici adımlarda birincil rol de oynamış olsalar, yönetici elitin – başta padişahlar olmak üzere – bu reformları yaparken iç gereksinimlerden çok dış dengeleri ve stratejiyi dikkate almaları, reformların hayata geçirilmesi konusunda çok büyük zorluklar yaşanmasına neden olmuştur. Batı’ya verilen – verilmesi gereken! – tavizler olarak algılanan reformlar, gayet gönülsüzce uygulanmış, fırsatı bulunduğunda ise eski sisteme geri dönüş eğilimi ön plana çıkmıştır. Bu işlevsel bakışa örnek olarak Tanzimat Fermanı’nın arka planında olan Avrupa’nın Osmanlı üzerindeki etkisini azaltmak, Mısır’da Mehmet Ali Paşa konusunda avantaj elde etmek, Fransız Devrimi sonucunda ortaya çıkan milliyetçilik akımının imparatorluk üzerindeki etkisini azaltmak, azınlıkların ayaklanma potansiyellerini törpülemek gibi stratejik hedefler ön planda olmuş, normatif gereklilik düşüncesi geri planda kalmış, belki de hiç olmamıştır. Islahat Fermanı’nda da aynı stratejik bakış daha etkin olmuş, azınlıkların devlete bağlanması ve dış güçlerin Osmanlı üzerindeki etkisinin azaltılması hedefleri birincil motivasyonlar olmuştur.

Aydınlarla kitleler arasındaki iletişimsizlik

Birinci Meşrutiyet’in 1876 yılında ilan edilmesi de siyasi elitlerin bakış açısından Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı reformlarında olduğu gibi, aynı stratejik yaklaşımdan beslenmiştir. Azınlıkların devlete bağlanması ve dış güçlerin etkisinin azaltılması Saray’ın en temel hedefleriydi. Her ne kadar Osmanlı aydınının bir bölümü bu reformlara destek olsa da, hanedan ve yönetici elitler bakımından esas olan eski sistemin muhafaza edilmesi, Batı’ya karşı taktik-stratejik üstünlük kurmak, dengeleme stratejisi gibi ana motifler olmuştur. Böylelikle Birinci Meşrutiyet de esasında meşrutiyetin özü olan monarkın (padişahın) yetkilerinin kısıtlanmasını gerçekleştirememiştir. Oysa Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınların istediği bu değildi. Batı ile bağı olan, iyi eğitimli aydınlar, sosyolojik ve tarihsel gelişmeleri okuyarak, çağın gereği olması bakımından liberal-demokratik değerleri, seküler yapıları, reformu ve değişimi talep ediyorlardı. Ancak halkın çok büyük bir bölümünün bu çağrıları anlama olanağı yoktu. Aydınlarla kitleler arasındaki eğitimsel uçurum kaynaklı iletişimsizlik, eskinin muhafazası konusunda hanedan ve muhafazakâr yönetici elitlere azımsanmayacak önemde bir taktik avantaj veriyordu. Zaten yürütme yetkisini elinde bulunduran padişah, sadrazam ve vekilleri istediği gibi atama ve görevden alma hakkına sahipti. Meclis-i Mebusan padişahı ve hükümetini denetleme hakkına sahip değildi. Ayrıca padişahta meclisi feshetme gibi yetkiler de vardı. Dolayısıyla bir güçler ayrılığı tesis edilmemişti. Birinci Meşrutiyet’in Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki yenilgi bahane edilerek Sultan 2. Abdülhamit tarafından sonlandırıldığında, Osmanlı-Türkiye lineer tarihinde evrimci değil devrimci çizgi de ister istemez aydınlar arasında genel kabul gören strateji haline gelmeye başladı. Osmanlı aydınları, imparatorluğun liberal demokrasiye reformlarla (evrimsel süreçle) geçeceğinden umudu kesmeye başladılar. Hatta bir çoğu da liberal demokratik bir yönetimden çok, Fransız Devrimi’nin tepeden inmeci ve jakoben reformlarını kendilerine örnek almaya başladılar.

Sultan Abdülhamit, 29 yıllık baskıcı yönetimi sırasında bu devrimci-tepeden inmeci yolun taşlarını döşedi. Abdülhamit yönetimine duyulan öfke, imparatorlukta özellikle iyi eğitim alan genç öğrencilerin ve aydınların örgütlenmesini beraberinde getirdi. İmparatorluğun kurtuluşunun yeniden meşruti yönetime geçilmesi olduğunu savunan aydınlar, bunun için Abdülhamit’in devrilmesi gerektiğini biliyorlardı. Abdülhamit kurduğu polis devleti ile muhaliflerin peşini bırakmadı. Baskıdan kaçabilenler, Avrupa’da örgütlendiler. Ahmet Rıza Bey gibi, Mizancı Murat Bey gibi aydınlar, hürriyet, eşitlik, temel haklar gibi değerleri çıkardıkları gazetelerde yurtdışından Memalik-i Osmanî topraklarından yaymaya çalıştılar. Böylelikle Jön Türk düşüncesi olgunlaşmaya başladı. Bu gruplarla aynı düşüncelerdeki bazı Harp Okulu öğrencileri Abdülhamit’i bir darbe ile devirmek istediler, ama darbe ortaya çıkartıldı ve darbeciler Fizan’a sürüldü (dikkat edin o günün istibdadında bile bu öğrencilerin yakınlarına dokunulmadı!). Bu aydınlar arasında Prens Sabahattin gibi ademi merkeziyetçiliği savunan ön-liberal aydınlar da vardı. Genç Osmanlı subaylarının hemen tamamı Jön Türk’tü – ortak noktaları Abdülhamit’ten kurtulmak ve anayasal bir rejim kurulmasıydı. Genç Mustafa Kemal (Atatürk) de Şam’da görev eri olan Beşinci Ordu’da silah arkadaşlarına kurucusu olduğu Vatan ve Hürriyet derneği çerçevesinde anayasal bir rejimi anlatıyordu. Bu tür gizli şebekeler birleşerek İttihat ve Terakki’yi oluşturdu. Cemiyet’in merkezi Selanik’ti. 1907 yılında tüm rejim muhalifleri ve Ermeni Devrimci Federasyonu Taşnaksutyun birleşerek Ahmet Rıza, Prens Sabahattin ve Malumyan’ın başkanlığında amaçlarını ilan etti: Abdülhamit’i tahttan zorla indirmek ve parlamenter demokratik bir yönetim kurmak! İttihatçılar 23 Temmuz 1908’de Manastır’da meşrutiyet yönetimini ilan ettiler. Abdülhamit İttihatçı askerlerin oranını dikkate alarak meşrutiyetin ilanını resmi gazetede yayımlamak durumunda kaldı. İttihatçılar önce hükümetleri arka plandan kontrol etmeyi tercih ettiler, doğrudan iktidarı ele geçirmediler. 31 Mart vakası sonrasında ise İttihatçılar iktidara el koydular ve Abdülhamit’i tahttan indirdiler. Mehmet Reşat, padişah olmasına karşın hiçbir varlık gösteremedi. Yasal müktesebat padişaha sınırsıza yakın yetkiler de verse, fiili durumun yasal durumdan önemli olduğunu Türkiye siyaseti yaşayarak görmekteydi artık. Bu durumun gelecek kuşaklara bıraktığı mirası dikkate almak durumundayız. Anayasaların toplumsal mutabakat değil, kâğıt parçası olduğu Türk siyasi geleneği içinde evrimcilik değil devrimcilik ve darbecilik böylece liberal demokrasinin ve temel hak ve özgürlüklerin yerini aldı. Siyaset özgürleştirici ve kurallandırılmış bir saha değil, ötekileştirici ve tahakkümcü bir despotizm enstrümanı haline getirildi.

Toplumu dönüştürmek

Bu anlamdaki siyaset, Cumhuriyet ile beraber yeni kurulan devletin de temel harcı oldu. Siyasette daima var olan normatif-etik özgürleştirici damar, baskıcı-ceberut siyaset mühendisliğine göre çok cılız kaldı. Anayasacılık teknik bir saha olmaktan kurtulamadı. Anayasa metinleri, kağıt üzerinde kalan ve sıklıkla da değiştirilen oynak ve uygulanmayan bir tür cendere olarak anlaşıldı. İktidara gelen her güç, anayasayı değiştirme hedefiyle siyaset yaptı. Çünkü toplumu dönüştürmek istiyordu.

17/25 Aralık soruşturmalarıyla beraber sosyolojik ve politik genetikte var olan bu araz yeniden ortaya çıktı. AB reformlarına tıpkı Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ya da Meşrutiyet gibi yaklaşan siyaset sınıfı, Kopenhag Kriterleri ve Venedik Komisyonu’nun ölçütlerinden sapmakta beis görmedi. Bunu yapan dibine kadar suça ve yolsuzluğa bulaşmış İslamcılara, durumu zaten kanıksamış olan sekülerler veya milliyetçiler de tepki göstermediler. Çünkü hepsi aynı gelenekten, aynı tarikten geliyordu. Hepsi aynı tarihsel malzemeyle beşlenmiş, hepsi de İttihatçı gelenekle öyle ya da böyle bağlantılıydı. İslamcı Erdoğan veya Türkiye ölçülerinde hala “sol” denilerek sola esasında hakaret edilen CHP, aynı sosyo-kültürel kodlara sahiptiler. Erdoğan’ın arkasındaki güç olan derin yapı da aynı kodlara sahipti. Bu kodlar Tanzimat’tan beri hukuk devletine, anayasaya, mülkiyet hakkına, temel hak ve hürriyetlere ısınamamıştı ki! Her zaman ana mesele Türkiye’nin kurtulması olmuş, kurtuluşu da Osmanlı’nın duraklama öncesindeki durumu olarak algılamışlardı. Daha fazla toprağa sahip olmak ve askeri bakımdan daha güçlü olmak gibi irredentist hedeflerin ve ahistorik idealize edişin fikirsel esaretini kıramayan Türkiye aydını, İslamcılık ve nasyonalizm dışında bir okuyuş bilmiyor, öğrenmek de istemiyordu. Evrensel olan veya yaşam standartlarının ilerlemesi gibi hedefler, ucuz dinbazlık ve antagonist şovenizm arasında bir yerlerde yitip gitti. Bu evrensel değerlerle sorunu olan diğer ortaklar, bugün stratejik ortaklarımız oldu: Rusya, İran ve Çin gibi.

Ne ektiysen onu biçiyorsun! 1839’dan bu yana geçen 179 yıldır hala daha en temel birey hak ve özgürlükleri, ya da Hammurabi kanunlarından beri kabul edilen suçun şahsiliği ilkesi gibi hukuk prensiplerini çözememiş olmamız, sanırım bu sosyolojik mirasla alakalı. Türkiye tarihinde demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin, hukuk devletinin – hatta mülkiyet hakkının bile! –  diğer temel evrensel normlarla beraber filizlenememiş olmasının nedeni, bu normatif yapının hiçbir zaman gerçek manada sahiplenilmemiş ve istenmemiş olması olmasın sakın! Devleti adalete önceleyen, devleti zenginliğe önceleyen, devleti bireye önceleyen topraklardan adil devlet, zengin devlet, birey haklarına saygılı devlet de çıkmıyor, çıkmayacak. Zaman tünelindeki Türkiye sosyolojisine girmemiz lazım azizim. Çok eleştirel okumalar yapmamız lazım. İşimiz zor, işimiz uzun. Osmanlı-Türkiye aydınlanmasının gerçekten aydınlanma olup olmadığını sorgulayarak, sıfırdan başlamalıyız devletimizi, toplumumuzu, tarihimizi ve kendimizi anlamaya.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Sorun devletle devletlesmekle ilgili degil devlet aygıtının hangi amac icin kullanıldığında. Elde edilen guce herkes boyun egmek zorunda oldugundan devlet gucunun suistimal edilmesinde . Devlet esitlik ve guvenligi saglayip kaosu onlemekten baska amac tasımamalıdır . Asıl amac insana topluma aittir. Ama turkiyede bunun tam tersi bir durum var

  2. Mehmet Bey, yaziniz cok kapsamli ve aydinlatici olmus. Sizin gibi genc ve hakikati egip bukmeden soyleme cesaretini gosterebilen aydin beyinlere bugun daha cok ihtiyacimiz oldugu bir gercek. Yazilarinizi zevkle ve ilgiyle okuyorum. Allah yureginize ve kaleminize kuvvet versin. (Edmontondan…)

  3. Evet, başlamamız lazım.

    Sanırım sahici başlangıcı da içine islamcılık ve nasyonalizm kaçmamış, ama gerçekten kaçmamış, bir kesim başarabilecek.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin