Yüzyılların yükü

Haber-Yorum | Kemal Ay

Geçenlerde bir otobüs durağa yaklaşırken asfalttaki çöküntüde birikmiş yağmur sularına hızla girerek üzerime çamurlu su sıçrattı. İstanbul’da yaşarken bu tip olaylara alışmıştım. Ancak Avrupa’nın önde gelen şehirlerinden birinde de aynı şeyle karşılaşmak, beni düşüncelere gark etti. ‘Ne var canım alt tarafı otobüs su sıçratmış’ diyebilirsiniz ama aslında bu ufak çaplı olayda Türkiye’nin şu meşhur medenîleşme hikâyesinin ana hatlarını görmek mümkün.

Orhan Pamuk, The Guardian’da yayınlanan bir makalesinde, Türkiye’de ve İran’daki taksi şoförlerinin trafik kurallarına uymamayı bir nevi ‘başkaldırı’ olarak gördüklerini söylemişti. Neye başkaldırı? Batı medeniyetine. ‘Kurallarımızı Batı’dan ithal ediyoruz ancak kim olduğumuzun ve daha önemlisi Batılı olmadığımızın farkındayız’ mesajı bir nevi. Bu tavrın hemen karşısında bir başka tavır daha var. O da Batılılar gibi yaşama arzusu. Gelgelelim bu arzu da sürekli ya Batılıların ‘ihaneti’ eliyle ya da ‘taklit’ ile başkası olmanın imkânsızlığı ve aslında Batılı olmadığının sürekli hatırlatılmasıyla inkisara uğratılır.

Yine de bu ikinci tavrın sahibi, ilkinin küçük başkaldırısına karşılık şöyle bir refleks geliştirir: Günlük hayatımızdaki her türlü arıza aslında Batılı olamayışımızdan kaynaklanır. Otobüs mü gecikti? ‘Avrupa’da otobüsler hep saatinde gelir efendim.’ (Trenler ve tramvaylar daha dakik ama benim yaşadığım şehirde otobüsler hep, en az birkaç dakika rötarlı.) Bir tüneli su mu bastı? ‘Avrupalı olamayışımızdan bunlar hep!’ (Oysa daha geçen gün bir yağmurda komşu şehrimizin tünellerini de su bastığı için kapatmak zorunda kaldılar.) Profesyonellik, dakiklik, meraklı ve araştırmacı olma gibi hasletler önce ‘Batılı değerler’ olarak hedefe konur, ardından bunları ‘Türk usulü’ yapmak, yani yapmamak, bir çeşit ‘yerlilik’ göstergesi olarak anlatılır.

SUÇLU HEP BAŞKASI OLABİLİR Mİ?

Gündelik işlerdeki bütün hataları, problemleri daha büyük bir anlatıya havale etmek, insanın kendine yapabileceği en büyük kötülük. Bunun bir yönü, çevresel şartları asıl fail gibi görüp kendi iradesini hiçe sayma ve böylece sonsuz bir (dünyevî) acizliğe teslim olma. ‘Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?’ sözünde cisimleşen bu durum, şartların eşitsizliğine vurgu yapıyor gibi görünse de, aslında sorunu örtüyor. Urfa’da Oxford yoktu ama bu sözü söylediği sırada İbrahim Tatlıses’in parasını verip Oxford ayarında bir üniversiteye gidebilme imkânı vardı mesela.

Bir diğer yönü ise sorunun asla çözülemeyeceğine dair öğrenilmiş çaresizlik hâli. Kimsenin hatadan dolayı mesuliyet almadığı, sorunların oturulup birlikte çözülmediği, yanlış kararlar verenlerin yanına kâr kaldığı o kadar çok olay yaşanmış ki, insanlar nihayet gündelik hayatın arızalarının ‘kültürel’ ya da ‘tarihsel’ olduğuna hükmetmiş. ‘Bizden adam olmaz!’ noktasına gelinmiş.

Bu, her şeyden evvel çok ağır bir yük. Yıllarca evli kalmış ve sürekli geçimsizlik biriktirmiş karı kocaların kavgalarına benziyor. Artık mesele bir bardağın bulaşık makinesine konup konmamasını geçmiş, o bardaktan yola çıkarak sürekli varoluşsal sıkıntı üretiliyor. Çünkü en temelde itiraf edilemeyen, edilmek istenmeyen sevgisizlik ya da karşılıklı saygının yitirilmesi gibi şeyler var. Herkesin malumu olup da bir türlü dillendirilmeyen hakikatler, zamanla insanlarda irrasyonel tavırlara yol açıyor. Ancak uzaktan baktığınızda görebileceğiniz bir parodi hâli bir nevi. En ufak bir eleştiri ya ‘Sen hep böyleydin!’ şeklinde bir kişisel açmaza ya da ‘Sana da laf söylenmiyor’ tarzı iletişim katili tavırlara sebep oluyor.

ODANIN ORTASINDAKİ FİL

Türkiye gibi ülkelerde bir türlü geçmiş hatalarla yüzleşilmediği ve çok temel problemler halledilmediği için bugünkü meseleler karşısındaki tepkilerimiz irrasyonel bir hâlde. ‘Odanın ortasındaki fil’ metaforunda olduğu gibi ortada devasa cüssesiyle duran fili kimse konuşmuyor ve fakat hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar.

Mesela şu an iktidar bir hayli absürt bir şekilde ‘Avrupalılar bizi kıskanıyor’ ya da ‘Türkiye dirilişe geçti’ masalları söylüyor. İktidarı destekleyenlerin buna nasıl inandıklarını sorguluyoruz. Aslında inanmadıklarını fakat ‘ekmek parası’ gerekçesiyle inanır gibi yaptıklarını düşünüyoruz bazen. Ancak zaten bu parodi, Türkiye’de birkaç yüzyıldır oynanıyor. Ortada alışılmadık bir durum yok. Bilakis artık evimizin bir parçası hâline gelen bir ‘fil’ var.

Bugün AKP’nin ürettiği ‘iktidar’ geçmiştekinden çok farklı değil. Bütün problemleri ‘Batılı (muasır) olmamaya’ bağlayan ve suçu sürekli yeterince muasır olamayan ‘ötekinde’ arayan bir tavırla, trafik kurallarına uymayarak ‘Batılı olmadığını’ ispata çalışan, bu arada da kendisini eleştiren herkesi ‘öteki’ ilan eden tavır arasında el değiştirdi sadece ‘iktidar’. Her iki tavır da aynı hastalıkla malul: Hakiki problemin üstü sürekli kapatılıyor ve suç sürekli ‘karşı tarafa’ atılarak şiddetli geçimsizlik hâli yeniden üretiliyor.

ORTAK REFERANS NOKTASI ÜRETEMEMEK

Bu tip durumlarda her iki tarafın da kabulleneceği bir ‘otorite’ sorunların çözümünde faydalı olabilir ancak Türkiye gibi ülkelerde ‘devlet’ o çeşit bir hakemlik görevini yapmadığı için, toplumsal yarılma, yani Batı’yla ilişki üzerinden ayrıma tabi tuttuğumuz iki kutuplu tavırlar, birer hastalık semptomu olarak kalıyorlar. En ufak bir mesele tarihsel hesaplaşma diskuru üzerinden tartışıldığı için hiçbir şekilde ‘haklı’ ve ‘haksız’ rollerinde oynama olmuyor. Her iki taraf da kendini ‘haklı’ karşı tarafı ‘haksız’ olarak konumluyor ve dış dünyayı bu eksene göre anlamlandırmayı sürdürüyor.

Bütün kültürel ve tarihî birikimimiz, onu soğukkanlı bir biçimde tasnif edemediğimiz için, karşımızdaki en büyük engel olarak belirmiş durumda. Toplumdaki her türlü hastalığın kaynağı olarak bir Cemaat gösterildiğinde insanların buna hemen ‘ikna olması’ ve o güne kadar yaşadığı bütün sıkıntıları çabucak gösterilen ‘günah keçisine’ yükleyip kendini aklaması, biraz da bundan. Hakemlik görevini hiçbir kurumun ifa edemediği hatta bu vazifeyi kötüye kullandığı bir toplumda, toplum bu asırlık toplumsal hastalıkları en ufak bir meselede bile farkında olmadan sergiliyor.

Buraya kadar anlatılanlardan fark edebileceğiniz üzere, ‘muasır medeniyetler seviyesi’ hâlen en büyük meselelerimizden birisi ve bu ‘yara’nın yol açtığı enfeksiyonlar en ince gündelik hâllerimizde bile karşımıza çıkıyor. Bir türlü kendi ‘objektif’ gerçekliğimizi inşa edemediğimiz ve bu arada bir gözümüzün sürekli orada olduğu Batı istikrarlı bir biçimde gelişimini sürdürdüğü için de, daha birkaç nesil daha bu problemlerle yaşayacağız gibi görünüyor.

Otobüs size su sıçrattığında, asansör bozulduğunda, yürüyen merdiven çalışmadığında, uçaklar rötar yaptığında hayalimizdeki o ‘aşırı mükemmel’ muasır medeniyete tutunarak kendimizi eleştireceğiz hep. Bu arada aynada gördüğümüz yüzü sanki bir başkasına aitmiş gibi suçlayacağız. Oysa yapılması gereken ortada… File bakın.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin