Yücel-Altan-Altan-Ilıcak kararları ışığında… 1923’te kurulan devlet ve toplumdaki Stockholm sendromu

ANALİZ | MEHMET EFE ÇAMAN

Son iki yıldır, hatta belki de daha uzun süredir Türkiye’nin en birincil önemdeki gündem maddelerinden biri yargı alanında yaşanan haksızlıklar. O kadar yapısal bir sorun ki bu, birkaç örnekle işin içinden çıkmak zor. Türkiye’nin yargı bağımsızlığı ve bireysel hak ve özgürlüklerle her zaman başı belada oldu. 1980’lerden beri Türkiye’yi bizzat yaşayarak takip eden biri olarak hiçbir dönemde Türkiye’nin yargı alanındaki yapısal kronik problemlerine tümüyle son verdiği bir döneme tanıklık edemedim. 2005-2006 yılları arasında Komisyon Türkiye’nin AB tarafından üyelik müzakerelerine başlama kararı aldığında, Kopenhag Kriterleri’ni asgari ölçüde de olsa sağlayan ülkemiz için çok sevinmiş, çocuklarım için umutlanmıştım. Ancak kısa sayılacak bir süre içinde AB’nin neden kabul edilen kanunlardan ziyade uygulamalara önem verdiğini anlayacaktım.

O günlerde her şeye karşın AB liginde mücadele eden ülkemiz bugün çok farklı bir lige düşmüş durumda. Büyük bir gerileme var. O kadar dikkat çekici ki, bence sadece siyaset bilimcilerinin değil konuyla bilimsel veya profesyonel olarak ilgilenmeyenlerin de gözünden kaçmayacak kadar bariz bir fecaat yaşamaktayız.

ANAYASA MAHKEMESİ’NİN ÖLÜMÜ

Önce Şahin Alpay ve Mehmet Altan hakkında Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymayan bir yerel mahkeme, artık zaten sadece şekilsel olarak var olan hukuku da sonlandırarak, yargının artık bir erk olmadığını, salt yürütme emrinde olan bir yargı bürokrasisi olduğunu gözler önüne serdi, hem de hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde. Böylelikle Anayasa Mahkemesi’nin fiilen yok hükmünde olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Daha da dramatik olan şey, bu hukuk katliamının esasında bir rejim tezahürü olduğunu herkes atladı. Ortaya çıkan şey, Türkiye’nin anayasal düzeninin ortadan kaldırılmış olduğu gerçeğinin bir tür ifadesiydi ya da itirafıydı oysa. Anayasa Mahkemesi’nin fiilen bertaraf ve onun işlevinin de facto iptal edilmesinin anlamı, anayasanın siyasi yönetim tarafından ortadan kaldırılmış olmasıdır. Yıllardır bunu söylemekten ve yazmaktan bıktım, ama yineleyeyim: Türkiye’de bir sivil darbe yapılmıştır ve bugünkü olağanüstü hal (OHAL) uygulaması bir rejimdir. Bu rejim, güçler birliği ilkesine dayanıyor. Bu mega-gücün kimin kontrolünde olduğundan ziyade öncelikle tespit ve teşhis edilerek artık kabul edilmesi, çok elzem.

DENİZ YÜCEL PAZARLIĞI

Şahin ve Alpay kararları uygulanmayan ve artık ortadan kalktığı ispatlanan Anayasa Mahkemesi’nden sonra, başbakan Binali Yıldırım’ın Almanya ziyaretinde Alman şansölyesi Angela Merkel ile beraber yaptığı basın toplantısı sırasında Deniz Yücel meselesine ilişkin “prosedürü hızlandıracaklarına” dair açıklama, yargı bağımsızlığının yanı sıra güçler ayrılığının da yürütme lehine sonlandırılmış olduğunun siyasi bir itirafıydı. Yıldırım’ın yumuşak G ile şapkasız olan G’nin farkını bilmemesi veya sahibinin sesi yönetim modelinin üst bir bürokratı görünümünden kurtulamaması gibi argümanlarla pek ala dil sürçmesinden mütevellit bir yanlış olarak mazur görülebilecek bir durumun, esasen öyle olmadığını bir gün sonra anlayacakmışız. Evet, bu konuşmanın hemen ertesinde Deniz Yücel serbest bırakıldı haberi internete düştü. İşte bir somut kanıt daha, Türk yargısının “bağımsızlığı” konusunda! Oysa Erdoğan, bir yıl kadar önce Deniz Yücel’in bir Alman ajan-teröristi olduğunu (artık bu ne demekse!) iddia etmiş, elinde görüntüler olduğunu söylemişti. Dahası, Yücel’in İstanbul’daki Alman rezidansında kaldığını söylemiş, bunu Merkel’in yüzüne vurduğunu ve Merkel’in buna yanıt veremediğini belirtmişti. Üstüne üstlük, Merkel’e Türkiye’de yargı bağımsızlığının Almanya’dan daha iyi olduğunu da ifade ettiğini belirtmişti. Şimdi bu iddialar ışığında Binali Yıldırım’ın Merkel’e “prosedürleri hızlandırmaktan” söz etmesinden sonraki saatler içinde Deniz Yücel’in serbest bırakılmasını nasıl karşılamalıyız?

ALMANYA’NIN RASYONEL HAMLESİ

Ben iki türlü karşılıyorum. Birincisi, Deniz Yücel’in serbest bırakılmasına – bunu hazırlayan ve gerçekleştiren koşullarla ilgilenmeksizin – çok ama çok sevindiğimi söylemeliyim. Umuyorum tüm politik tutsaklar en kısa zamanda kendilerini rehin almış bulunan ve elinde koz olarak tutmaya devam eden güçten bir an evvel kurtulurlar. İkincisi, Deniz Yücel’in serbest bırakılmasının hukukla veya adaletle, hukuk devletiyle veya Türkiye’deki bağımsız yargı meselesiyle alakası yoktur. Bu bir rehine pazarlığıdır. Ortadoğu ülkeleri buna alışıktır. Bunun raconu, üç aşağı beş yukarı bir halıcı dükkânındaki halı pazarlığı gibidir. Küme düşen Türkiye’nin muhatapları olan ülkeler artık oyunu bu gerçeğe göre oynuyorlar. Bu nedenle mesele artık bir hukuk mücadelesi değil, bir rehine kurtarma operasyonudur. Böyle durumlarda elinde fiili gücü bulunduranla yürütülen müzakerede barem, rehinenin bir an evvel bu gücün elinden kurtarılmasıdır. Pazarlıkta kıstas budur. Almanya rasyonel hareket ediyor. Teşhisi doğru koyduğu için de sonuç alıyor. Bayan Merkel’in dediği gibi, mesele Yücel gibi ünlü olmayan tutsakların da akıbetidir. Bu mesele de Yücel örnek olayında olduğu gibi yürütülecek. Onu anlıyoruz yaşananlardan.

AYNI KOŞULLAR, İKİ FARKLI SONUÇ

Yukarıdaki değerlendirmeleri bir de Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak ve diğer bazı gazeteciler için yürütülen “mahkeme sürecinin” (!) sonlanması ve çok değer verdiğim, her biri birer özgürlük kahramanı olan bu usta kalemlerin ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılması perspektifinden okuyalım. Deniz Yücel hangi koşullar altında ve kıstaslara göre serbest kaldıysa, Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak ile diğer gazeteciler de aynı koşullar altında ve kıstaslara göre ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırıldılar. Yani ortada bir hukuk prosedürü yok. Olamaz da zaten. Çünkü anayasanın fiilen uygulanmadığı, yani rejimce gasp edildiği bir memlekette, verilen ceza falan yoktur. Olan, rehinelerin rehin olma durumlarının devamıdır. Ne zamana kadar? Bu sorunun yanıtını da hukuk sürecinde veya temyizde değil, onları orada tutmak isteyen gücün konumunda düğümlenmiş olduğu çok belirgindir, gün gibi meydandadır.

KARA MİZAH

Herhangi bir medeni ülkede gazetecilerin siyasi sebeplerle ömür boyu ve ağırlaştırılmış olanını geçtim, bir gün dahi hapis cezası alması, olanaksızdır. Ahmet Altan’ın, Mehmet Altan’ın, Nazlı Ilıcak’ın ve diğer masum meslektaşlarımın son bir buçuk yılda yaşamış oldukları dram, hayır düzeltiyorum komedi, ucuz bir vodvilde bile karşımıza çıkmayacak kadar bariz şekilde sırıtmakta. Eski Brezilya dizilerindeki melodramlarda, Aziz Nesin’in ya da Hasan Pulur’un aktardığı anekdotlarda, Rıfat Ilgaz’ın Pijamalılar’ında veya Hababam Sınıfı’nda rastlanılacak türden bir kara mizahla da karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Yani rahmetli babaannemin dediği gibi, ağlanacak halimize güler, gülünecek halimize ağlar olmanın ruh halini yaşamaktayız efendim. Bu, 900 yıllık bir uygarlığın yere vuruşu değil, serbest düşüş sonrası çakılarak tarumar oluşu, duman oluşu, moleküllerine ayrılışıdır. Bu nedenle paramparça olmuş bu cumhuriyetin yeniden bir tür “Japon yapıştırıcısıyla” tamir edilmesi imkânsızdır.

1923’TE KURULAN CUMHURİYET YIKILMIŞTIR

Deniz Yücel ve Altan-Altan-Ilıcak kararları şunu gösteriyor: 1923’te kurulan cumhuriyet bugün yeni ve tanımlanamayan bir rejim tarafından yıkılmıştır. Anayasa Mahkemesi’yle, sorumlu hükümet ilkesine bağlı parlamenter sistemiyle, ordusu ve polisiyle, iliği-kemiğine kadar mikro seviyede parçalanmış, dönüştürülmüş, fesih ve iptal edilmiştir. Anayasanın temellendirdiği siyasal sistem bu cumhuriyetle beraber enkaz altında kalmış durumdadır. Hasta dediğimiz yapı ex olmuştur yani. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendisini koruma mekanizmaları bir-bir ortadan kaldırılmış, mesela Anayasa Mahkemesi, mesela iyi-kötü de olsa işleyen bürokrasisi, mesela ordusu, mülkiyesi, ilmiyesi, adliyesi sırayla işlevsizleştirilmiştir. Ortada anayasal bir düzenin üstüne kurulmuş olan kakafonik bir Ortadoğu Baas tipi yapıyla karşı karşıyayız. Deniz Yücel’i, Ahmet Altan’ı, Mehmet Altan’ı, Nazlı Ilıcak’ı ve diğerlerini rehin almış olan bu kakafonik diktatörlük, sadece onları değil, on binlerce masumu da siyasi rehine olarak elinde tutuyor. Bitmedi, işinden KHK ile veya başka siyasi sebeplerle atılan yüz binlerce kamu görevlisini ve onların kat be kat yüz binlerce aile bireylerini de açlığa, hatta Ege ve Meriç’in soğuk sularına terk ederek de kitlesel rehine olarak elinin altında tutuyor. Bitmedi. Esasen rehine olan tüm Türkiye’dir. Tüm Türkiye toplumu, rehinedir. Stockholm sendromunun tüm semptomlarını gözlemlemekteyim. Rejimin medya-propaganda ayağı meselesi çözülmeden bu “hipnoz” hali bitmez.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Mehmet Efe beyin analizi, içerisinde çözüm yollarının emarelerini barındırıyor. Böyle ve daha çok kafa yormalara/hafakanlara ihtiyacımız var. Böylelikle bir menfez açılacak inşaAllah.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin