‘Yeni Roma’ Rusya ve Erdoğan rejimi: Uçuruma giden yol

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN | @MehmetEfe_Caman

Batı’dan kopan ve Rusya’ya yamanan bir rejim var bugün. AB ile müzakerelerin sonlandırılmasının tartışıldığı ve ABD’de Erdoğan rejiminin bulaştığı kirli ilişkilerin Reza Zarrab ve Halkbank davaları üzerinden ortalığa saçıldığı bugünlerde, Türkiye’deki rejimin izlemekte olduğu dış politika konusu hep ikinci planda kalıyor. Kamuoyu olaylara genellikle rejimin geleceği açısından bakıyor. Elbette bu anlaşılır bir durum. Ancak, rejimin dış politika tercihlerinin nedenlerini çözümlemek ve bu tercihlerin maliyetini hesaplamak da çok önemli.

Önceki analizlerde Erdoğan rejiminin Türkiye’deki Avrasyacı derin devletle olan ilişkilerini göstermeye çalışmıştım. Avrasyacıların Erdoğan hükümetinin yolsuzlukları nedeniyle Erdoğan ve yakın çevresi üzerinde nasıl etki kazandığını ortaya koymuştum. Bu durumun Türkiye’de hangi iç politika tercihlerini beraberinde getirdiğini izah etmeye çalışmıştım. Yine daha önceki analizlerden birinde, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisinde NATO’cu kanadın Avrasyacı kanat tarafından nasıl bertaraf ve tasfiye edildiğini incelemiştim.

TÜRKİYE BATI’DAN KOPMA SEBEBİ ERDOĞAN’IN ÇIKARLARI

Bu analizler ışığında, Türkiye’nin neden AB’den ve Batı’dan koptuğu anlamlı bir şekilde izah edilebiliyor. Buna göre, Erdoğan 17/25 Aralık sonrasında Avrasyacı derin devletle işbirliğine gitmek zorunda kaldı. Bu işbirliğinin temeli, kısaca özetlemek gerekirse, Erdoğan iktidarının bulaştığı yolsuzlukların hasıraltı edilmesi, buna karşılık olarak bazı önemli politika alanlarında Avrasyacıların beklentileri yönünde değişikliklere gidilmesiydi. Erdoğan ve Avrasyacıların anlaşmalarındaki en önemli dış politika çıktısı, Türkiye’nin temel güvenlik ve dış politikalarının yöneliminin değiştirilmesiydi. Açacak olursak, bu değişim Batı yönelimli Türk dış politikasının ekseninin değiştirilmesi, yani NATO ve AB yöneliminin terk edilmesi, bunların yerine Rusya ile yakın bir stratejik işbirliğine gidilmesini öngörüyordu.

Erdoğan’ın bu anlaşmayı kabul etmesinin iki temel nedeni vardı. Birincisi, yukarıda işaret ettiğim Avrasyacıların bunu bir tercih olarak Erdoğan’a dayatmalarıydı. İkincisi ise, Erdoğan’ın bu dayatmayı kendi perspektifinden bir tür “kazan-kazan” fırsatı olarak görmesiydi. Şöyle ki, Erdoğan Batı yönelimi devam ettiği sürece hukuk devletine bir gün geri dönülmesi gerektiğini biliyordu. AB ile müzakerelerin doğası gereği Türkiye mevcut fiili diktatörlüğü uzun vadede devam ettiremezdi. Bu durum, yolsuzlukların hasıraltı edilmesi döneminin bir gün bitecek olması ve ucunda yüce divan olan bir yeni dönemin bir gün öyle ya da böyle yeniden başlaması gibi büyük riskler içeriyordu. Bu nedenle Erdoğan da Batı ile ilişkiler yerine Rusya ile yakınlaşmanın, kendi rejiminin bekası bakımından gerekli olduğunu düşünüyordu.

SOVYETLERİN BIRAKTIĞI YERDEN PUTİN BAŞLADI

Farklı motivasyonlarla da olsa, hem Avrasyacılar hem Erdoğan Rusya ile yakınlaşmanın Batı ile mevcut ilişkilere göre çok daha ehven olduğunun bilincindeydiler. 15 Temmuz sonrası ABD’nin (kontrollü) darbe girişiminin arkasındaki güç olarak lanse edilmesi, Almanya’nın ve AB’nin Türkiye düşmanı olduğu algısının kamuoyuna pompalanması, Erdoğan ve rejiminin giderek daha da restleşen bir tutumla NATO ve AB müttefiklerinin üzerine gitmesi, bu bağlamda okunmalı.

Bu dış politika yönelimindeki kırılmayı anlamayanlar olabilir. Hatırlatalım: İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği (SSCB) Türkiye toprakları ve Boğazlar üzerinde hak iddia etmişti. Türkiye’nin süper güç haline gelen SSCB’ye kendi olanaklarıyla direnebilmesi imkânsızdı. Bu nedenle Türkiye ABD ve Batı’ya güvenlik ve savunma politikaları bağlamında yakınlaşmak durunda kaldı. Yani Batı yönelimli güvenlik politikaları ve dış politikanın nedeni ideolojik değil, stratejikti. Buna Reelpolitik diyoruz. NATO üyeliği ile sonuçlanan bu yakınlaşma, beraberinde SSCB ile güç dengesini getirerek, karşılaşılan ciddi yayılmacılık sorununa çare bulunmuştu.

Gelelim daha geriye uzanan tarihsel verilere. SSCB’nin Rusya demek olduğunu sanırım ifade etmek gereksiz. Rusya, yakın dönem Osmanlı tarihinde karşılaşılan en ciddi rakip ve tehdit olarak ön plana çıkıyor. Her zaman sıcak denizlere inmek gibi bir hedefi olan Rusya, küresel güç haline geldiği 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarına nüfuz etmek stratejisini takip ediyor. Jeopolitiğin devletlerin dış politika önceliklerini belirlediği yönündeki bilinen gerçek, bu noktada önem kazanıyor. Çünkü Rusya’nın bu stratejisini SSCB de 1940’lardan itibaren benimsedi. Bugünse SSCB’nin devamı olan Rusya, aynı stratejiyi benimsiyor.

RUSYA’NIN ‘YENİ ROMA’ STRATEJİSİ

Küresel bir güç olan Rusya’nın günümüzde Avrasyacılık denilen bir strateji izlemekte olduğunu yine önceki analizlerde belirtmiştim. Putin, iktidara geldiğinde devraldığı enkazı bu strateji sayesinde giderek güçlenen ve etkinleşen bir tür ideolojisiz yeni Sovyetler Birliğine dönüştürmeyi başardı. Elinde dünyanın en büyük taktik nükleer silah envanterine ve konvansiyonel ordusuna sahip, kendi silahını üreten, hammadde zengini ve yüzölçümü olarak dünyanın en büyük ülkesinden bahsediyoruz. ABD’yi ve NATO’yu Atlantikçiler olarak niteleyen Rus Avrasyacılığının kuramcısı Profesör Alexandr Dugin’e göre, Rusya kendisini çevreleyen Atlantikçilerle bir Soğuk Savaş içerisinde bulunuyor. Esasında Dugin, Soğuk Savaş’ın 1991’de bitmediğine inanıyor. Buna göre ABD SSCB’nin yıkılması ve Komünizm ideolojisinin son bulmasıyla, Soğuk Savaş’ın bittiğini sandı. Oysa durum böyle değil. Buna Putin’in SSCB’nin yıkılmasını 21. yüzyılın en büyük jeopolitik faciası olarak değerlendirdiği bilgisini ekleyelim. NATO ve AB genişlemelerinin Rusya tarafından hayati tehdit olarak algılanması gerçeği var. Bu tehdidi bertaraf etmek için Rusya Atlantikçi kanadın çevrelemesini kırmaya çalışıyor. Ukrayna ve Kırım meselesini, Gürcistan’ı, Suriye’yi, İran’la stratejik işbirliğini, güney kanadın üzerindeki etkinliği bu perspektiften okumalıyız.

BU DENKLEMDE TÜRKİYE NEREDE PEKİ?

Türkiye’nin Batı’dan ve özellikle de NATO’dan kopması, Rusya için Kırım’dan bile daha önemli. Bu, Rusya-Türkiye denklemini 1940’ların seviyesine indirecek çünkü. Daha açık ifadeyle, Türkiye’nin NATO üyeliği ile sağladığı denge, bugünlerde neredeyse tümden bozulmak üzere. Türkiye’deki Avrasyacılar denklemin bu boyutunu ideolojik körlüklerinden dolayı göremiyorlar. Erdoğan ve ekibi ise, ideolojik bağlamda bakmıyorlar Rusya’ya. Onların ilgilendiği tek konu, kendi menfaatleri çünkü. Batı değerleri olmadan, Putinizm türü bir diktatörlüğün Erdoğan’a neden cazip geldiğini tahmin etmek için uluslararası ilişkilerden çok anlamaya gerek yok. İnsan hakları standartlarının Rusya’da ne durumda olduğu ortada. Rejimin tek adam vasfı da öyle. Batı’daki demokrasi ve insan hakları standartlarından kaçma imkânı, Erdoğan’a Rusya’yı çok cazip hale getiriyor. Avrasyacılar ise NATO güdümü dışında bir güvenlik politikaları ile dış politika yapısının kendilerinin post-Erdoğan dönemindeki mutlak iktidarları için çok değerli olduğunun bilincindeler. Ayrıca, Rus silah envanterlerine kavuşacak olmanın ve bu silahları satın alma konusunda hiçbir insan hakları standardı şartı aranmayacağının cazibesi de burada hesaba katılmalı.

Önceki analizde Avrasyacılar ile Milli Görüş kökenli siyasetçiler arasında Batı karşıtlığı düşüncesinin de ortak bir değer olduğunu ifade etmiştim. Tüm bunları bir araya getirdiğinizde, dış politikadaki kırılma daha da belirginleşiyor ve anlaşılır hale geliyor. Güçlü aktör Rusya kendisini bir “Yeni Roma” olarak algılıyor. Konsolide oldukça yayılacak. Nükleer dokunulmazlığı, Batı karşısında çok ciddi bir koz. Fosil enerji kaynaklarındaki zenginliği ile arka bahçesi olan Kafkasya ve Orta Asya’yı da bu bağlamda elinde bulundurması da eklenirse eğer, 21. yüzyılın yeni jeopolitik mücadele sahası açık seçik ortada duruyor.

TÜRKİYE’NİN ÇIKARLARINI DÜŞÜNEN Mİ VAR?

Türkiye’nin bu güç denkleminde NATO olmadan nerede olacağını bilenler, endişelenmekte çok haklılar. Rusya için Türkiye sadece satranç tahtasındaki bir piyon. Türkiye’nin Suriye’de hâlihazırda nasıl Rusya’nın güdümüne girdiğini görenler, Batı’dan tamamen koptuktan sonra neler olabileceğini az çok tahmin edebilir sanırım. Dahası, Rusya’nın güdümünde bir Türkiye’nin Batı’da stratejik değeri kalmayacağından, Kürt meselesinden Kıbrıs’a ve mevcut Gümrük Birliği’ne dek kısa ve orta vadede birçok dezavantajla karşılaşacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Türkiye (ABD hariç diğer Batı kulübü üyeleri için olduğu gibi) Rusya için çok kolay bir lokma. Batılı liderler bunu biliyor ve bu nedenle Türkiye’nin ortak güvenlik ve savunma garantisi NATO dışına çıkmayacak aklıselimi göreceğini değerlendiriyorlar. Türkiye’nin çıkarları bakımından tablo değerlendirildiğinde, böyle düşünmek olası. Ancak bugün kim Türkiye’nin çıkarlarına göre hareket eden bir yönetim olduğunu söyleyebilir?

Erdoğan rejimi, büyük bir risk alıyor. Hayır, doğrusu aslında bu büyük riski Türkiye alıyor. Ne acı ki, Türkiye’de hiçbir uluslararası ilişkiler uzmanı veya diplomasi yazarı gazeteci, bu temek sorunu irdele(ye)miyor. Dünyanın düz olduğunu bile savunabilecek AKP tabanı ise – etik seviyelerini geçtik – bu verileri bir araya getirebilecek ve anlamlandırabilecek bir seviyeye sahip görünmüyor. Sahip olanları varsa da, reisleri gibi, kendi çıkarlarını önceliyor.

Geçen yazıda demokrasi bakımından olumsuz bir tablo ortaya koymuştum. Bu analizde, dış politikada gördüğüm büyük riskleri ele aldım. Sadece tarihe not düşebilmenin, hiçbir şeyi değiştirememenin acısını yaşarken, ben de dâhil binlerce akademisyene ve yazara hain damgası vuranların korkunç ihanetine seyirci kalanlara duyduğum öfkeyi gizleyemiyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin