Yeni Rejim (2)

YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN

Erdoğan rejimi ilk evrede 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları – 15 Temmuz kontrollü darbe girişimi arasındaki süre zarfında seçimle gelen bir despotizm haline dönüştü. Daha önceki yazılarda bu konuyu farklı cephelerden ayrıntılarıyla ele almaya gayret etmiştim. Avrupa Birliği tam üyelik müzakereleri sürecinde yaşanan demokratikleşme çerçevesinde sona eren askeri-bürokratik vesayet sistemi veya William Hale’in “veto rejimi” olarak adlandırdığı yarı-demokratik sistem, yerini tam demokratik bir sisteme bırakmak üzereyken, sistemin neden seçimle gelen bir despotizme dönüştüğü, önemli bir soru. Kurumlar neden görevini yapamaz hale geldi? Başka bir ifadeyle, kurumsallaştığı varsayılan anayasal düzen sivil bir iktidar ve yaptığı sivil darbe sonucunda nasıl bu kadar kolay bertaraf edildi? Rejimin anayasa tarafından öngörülen kontrol ve denge mekanizmaları neden siyasi gerçeklikte karşılığını bulmadı? Nasıl oldu da Erdoğan güçler ayrılığının anayasal düzenin temelini oluşturduğu bir sistemi, askerin siyasetten uzaklaştırılmasının ardından tümüyle kendi şahsının etki alanına alabilmeyi başardı? Hepsinden önemlisi, nasıl oldu da anayasal düzenin muhtelif savunma mekanizmaları anayasayı ve anayasal düzeni rafa kaldıran bu sivil darbeyi kabullendiler?

AB SÜRECİNDE ASKERİN SİYASETTEKİ ETKİSİ AZALDI

Elbette 1982 anayasasının öngördüğü yapıda asker sistemin “bekçiliği” görevini fiili olarak ifa ediyordu. Bu Türkiye’de esasında kanıksanmış bir durumdu. Çünkü asker Osmanlı imparatorluğundan beri siyasette belirleyici bir rol oynuyordu. Cumhuriyet kurulduğunda da tıpkı Osmanlı döneminden devralınan diğer miras gibi askerin (ordunun) bu rolü devam etti. 27 Mayıs darbesi, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat muhtırası, farklı önceliklerine ve ideolojik vurgularına karşın hep bu veto rejiminin ürünleridir.

AB sürecinde askerin bu etkisi kademeli olarak ortadan kaldırıldı. Askeriye içerisinde etkin fraksiyon olan NATO’cu-Batıcı kanat Türkiye’nin AB’ye giriş sürecine destek olmak için askerin siyasetten uzaklaşması yönündeki reformlara itiraz etmediler. Bu süreçte TSK içerisindeki vesayet yanlısı subaylar, Avrasyacı-ulusalcı kanada dâhildiler. Bu grubun AB ve NATO konusundaki tutumu çok olumsuzdu. Hem askeriyenin siyasi rolünün (kendilerinin “rejimin garantörü olma durumu” olarak adlandırdıkları pozisyonun) bitmesinden rahatsızdılar, hem de Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında NATO ve Batı kulübü içinde, bölgesindeki potansiyel fırsatlardan yararlanamayacağını ve bölgesel bir güç olamayacağını düşünmekteydiler. Bu nedenlerden dolayı her zaman Batı yanlısı, AB üyeliğini hedefleyen, NATO içinde uyumlu çalışmayı hedefleyen siyasetlere mesafeli ve soğuk durdular. Bu askerler vesayet sisteminin yeniden tesis edilmesini istiyorlardı. Ama TSK’daki NATO ve AB yanlısı silah arkadaşları bu görüşte değillerdi. Çoğunluk ve başat olan bu grup, NATO üyeliğinin gerekliliğine ve AB yöneliminin cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle uyumlu olduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle Avrasyacı-ulusalcıları maceraperest ve gerçeklerden kopuk olmakla itham ediyorlardı. TSK böylece AB reformlarını kabullendi. Siyasetten çekilme stratejisini, AB üyeliği hedefi nedeniyle benimsedi. Avrasyacı ulusalcı kanat ise Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı vs. gibi birçok plandan da anlaşılacağı üzere, siyasete müdahil olacak fırsatları kollamaya devam etti. Ancak ordudaki bu fay hattı tamamen ortadan kalkmadı. Bu iki fraksiyon varlığını sürdürdü.

AKP İÇİNDEKİ ETKİSİZ DEMOKRAT GRUP

Gelelim Erdoğan ve AKP’ye. AKP içinde bir grubun içten bir şekilde Türkiye’nin demokratikleşmesini istediğini düşünüyorum. Fakat aynı zamanda bu grubun AKP içinde ancak küçük olduğunu ve etkisiz kaldığını da zaman içerisinde gördük. Erdoğan başta olmak üzere AKP demokrasiyi daima “zamanı geldiğinde inilecek bir tramvay” olarak gördü. Dünyadaki diğer İslamcı hareketlerde de tıpatıp aynı biçimde tezahür eden bu yaklaşım, demokrasiyi kendisini iktidara taşıyan bir araç olarak kabul eder. İktidara gelince planın ikinci aşaması olan iktidarı konsolide etme evresi başlar. Bu aşamadan sonra ise, artık demokrasiye ihtiyaç kalmadığından, gerçek ajandalarını uygulamaya başlarlar. Erdoğan ve AKP de bu şablona göre hareket ettiler. Planı uygulama esnasında taktik icabı birçok farklı kesimle işbirliği içindeydiler.

Bunların başında Gülen Cemaati, liberaller ve ılımlı Kürtler vardı. Bu birinci aşama sırasında Türk demokrasi tarihinin en köklü reformları yapıldı, 1982 anayasası oldukça liberalleştirildi. Mesela idam cezası kaldırıldı, Kürtlerin varlığı tanındı, dilleri kabul edildi, Kürtçe televizyon gibi adımlar atıldı. Hatta Erdoğan PKK ile görüştü. Oslo ve Çözüm süreci sonunda Dolmabahçe Mutabakatı gerçekleşti. İnsan hak ve özgürlüklerinde büyük ilerlemeler kat edildi. Bu arada AB müktesebatı çok önemli bir oranda Türk kanunlarına ve yönetmeliklerine geçirildi. AB Kopenhag kriterlerinin asgari anlamda gerçekleştiğini kabul ederek Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatma kararı aldı. Tanzimat süreci ile başlayan Türk demokrasi, ileri demokrasilere en fazla yaklaştığı seviyeyi yakaladı. Yukarıda değinildiği üzere, bu süreçte TSK demokratik bir rejimde olması gereken yere çekildi. Fakat sonrasında AKP’nin amacının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu anlaşıldı. TSK’nın sağladığı denge ortadan kalkınca, 1982 anayasası demokrasiyi taşıyamaz hale geldi. İktidar olan AKP artık muktedir hale gelmişti.

ÇOK MERKEZLİ PARTİDEN, TEK ADAM PARTİSİNE

Bu süreçte AKP de dönüşüm geçirdi. Çok merkezli ve tabana yayılmış parti, giderek tek adam partisi haline dönüştü. Erdoğan parti içindeki tüm ağır topları sırayla ekarte ederek AKP’yi kendi mutlak kontrolü ve etkisi altına aldı. Geldikleri ideolojik ekol gereği otorite karşısında zaten zafiyeti olan İslamcılar, Erdoğan’ın devleti dönüştüren güçlü ve karizmatik imajı nedeniyle bu gidişatı fazla yadırgamadan kabullendi. Yadırgayanlar vardıysa da, kol kırılır yen içinde tutumunu benimsediler. Artık Erdoğan hem TSK sonrası boşalan güç boşluğunu doldurarak devleti daha fazla kontrolü altına almış, hem de kendisine ayak bağı olma potansiyeli olan tüm dikenlerden ayıklanmış gül bahçesi bir partiye sahip olmuştu.

Bu ilişkiler ağında gücü kontrol ederek sürekli kılmak zordur. Ekonomik çıkar ortaklığı olmadan bunu hiçbir lider başaramaz. Erdoğan’ın çevresi, daha önce küçük kalibrede işler yapabilen, taşralı, gözü açık ve oportünist bir tüccar ve bürokratik kitleyle çevriliydi. Devlete yerleştikçe, bu güruhun beklentileri yükseldi. Bal tutanlar artık sadece parmağını yalamakla yetinmiyor, bal kavanozlarıyla dolu dükkânı hoyratça yağmalıyordu. Ciddi bir yolsuzluk sarmalı oluştu ve Erdoğan ile yakın çevresini kendine bağladı. En yüksek kademedeyse bu yolsuzluklar ve usulsüzlükler adeta düzenli hale getirilmişti. Büyük işlerden kesilen yüzdeler milyarlarca dolarlık bir çıkar ortaklığı oluşturmuş, Erdoğan’a ve bu rejime minnettar çok güçlü bir yeni İslamcı sınıf ve İslamcılardan oluşan memur kesimi meydana gelmişti. Reza Zarrab’ın önüne yatan veya vatanseverliği milletin annesine ettiği hakaret ölçüsünde olan bu doymak bilmeyen grup, yeni hiyerarşik sistemde devletin tüm kılcal damarlarına nüfuz etti.

YOLSUZLUK SKANDALI, LAĞIMIN PİS KOKUSUNU ORTAYA ÇIKARDI

Bu gidişat esnasında ortaya çıkan 17/25 Aralık yolsuzluk skandalı, lağımın ne kadar pis koktuğunu derin olduğunu gözler önüne serse de, Erdoğan artık muktedir tek adam olmanın ağırlığını kullanarak, zaten bitirmeye karar verdiği Gülen Cemaatini yolsuzluk soruşturmalarının arkasındaki güç olarak lanse etti ve yolsuzluk soruşturmalarını bir sivil darbe teşebbüsü olarak niteledi. Bu soruşturmaları yürüten mahkemeleri, yargıçları ve savcıları, soruşturmaların kolluk gücü olan polisleri ve sivil bürokratları görevden alarak, tüm yargıya karşı bir sivil darbe yaptı. Bu esnada Cemaat ve liberallerin AKP ile kurdukları koalisyon doğal olarak bitti. Erdoğan, riskleri en aza indirgemek ve eski ortaklarının “kökünü kazımak” için, hem Cemaatten hem de liberal aydınlardan nefret eden Avrasyacı-ulusalcı derin yapıyla koalisyona gitmeyi tercih etti. Ergenekon ve diğer darbe davalarında yargılanan Avrasyacı-ulusalcı subay ve siviller serbest bırakıldı. Cemaat “paralel devlet” ilan edilerek takibata alındı. İnsanların ve kurumların mallarına çöreklenildi, gazeteler kapatıldı, insanlar hukuksuzca içeriye alındılar. Erdoğan açıkça anayasayı ihlal ederek Bakanlar Kurulunu fiilen uhdesine alan ve fiili tüm güçleri kendisinde toplayan bir diktatör haline geldi.

Ve sonra 15 Temmuz gerçekleşti. Birçok karanlık noktası olan, Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle “kontrollü darbe” – yani Erdoğan tarafından bilinen ve kontrol edilen teşebbüs – Erdoğan için kendi ifadesiyle “Allah’ın bir lütfuydu”. Darbe girişimi sonrası son bir yıldır kesintisiz devam eden, anayasayı ve anayasal düzeni tümüyle ortadan kaldıran bir kişi diktatörlüğü, yani tek adam rejimi altında, on binler hapse atıldı, yüz binler keyfi ve hukuksuz kararnamelerle işinden oldu. Türkiye dünyada en fazla gazetecinin hapishanede olduğu, akademisyenlerin en fazla baskı altında olduğu, en çok çocuğun anneleriyle beraber kodese girmek durumunda kaldığı bir ülke haline geldi. İşkence, gözaltında meydana gelen şüpheli ölüm vakaları, ağır insan hakları ihlalleri sıradanlaştı ve gündelik “norm” oldu. Onlarca yabancı gazeteci, insan hakları savunucusu ve diğer masum gruplar da talihsiz ülkemizin haksızlığa uğrayan insanlarının kaderini paylaşarak, bu korkunç rejimden nasibini aldı, almakta.

İŞBİRLİĞİ İÇİNDEKİ İKİ GÜÇ

Bu rejimde halen işbirliği yapan iki güç var. Bu güçlerden vitrinde olanı ve gücü görece kontrol edeni, Erdoğan, şu anda ABD’de yargıya hesap veren Zarrab nedeniyle korkunç bir baskı altında. Zarrab, Erdoğan’ın rejimindeki en zayıf halka. Çünkü Erdoğan’ın ve çevresinin en kirli dosyalarını biliyor. Muhtemelen ABD’ye teslim olan ve tanık programından yararlanmak isteyen Zarrab, konuştuğu takdirde Erdoğan’ın kâğıttan kalesini yerle bir edebilecek bir potansiyele sahip. Erdoğan uzun süredir ABD yönetiminden Zarrab’ın iadesini talep ediyor. Görüntüde Gülen’in iadesini en önemli öncelik olarak göstermeye de çalışsa, Beyaz Saray’daki ve tüm ikili görüşmelerdeki bir numaralı konunun Zarrab olduğu artık onlarca ciddi kaynak tarafından ayrıntılı şekilde ortaya konulmuş durumda.

Demokrasinin olmadığı, anayasasız, hukuksuz, medyasız, bireysel özgürlüklerin sıfırlandığı, siyasetçilerin ve gazetecilerin hapse atıldığı bu yeni rejiminde, Zarrab’ın konuşması nasıl bir etki yapar? Erdoğan ve Avrasyacı-ulusalcılar arasındaki dinamiği nasıl etkiler? Erdoğan’ın İslamcı paramiliter SADAT’ı ve ağırlıkla kontrol altında tuttuğu varsayılan partizan polis teşkilatı TSK’yı kontrol eden bu hizip karşısında ne ölçüde bir caydırıcılığa sahip? Erdoğan’ın yanaştığı ve Türkiye’yi angaje ettiği yeni “ağabey” Rusya, olası bir güç mücadelesinde nasıl ve kimden yana bir tercih kullanır? ABD ve Batı bu tür bir iktidar mücadelesinde nasıl bir rol oynar? Batı’dan koptuğu ölçüde savrulan, dış politikasında ve güvenlik politikalarında Erdoğan’ın şahsi çıkarlarına göre tutarsız ve kırılgan bir performans gösteren Türkiye, olası bir iç güç mücadelesinden nasıl etkilenir? Ve bu mücadelenin galibi kim olur? Bu sorulara önümüzdeki analizlerde yanıt aramaya devam edeceğiz. Şimdilik üzerinde herkesin fikir birliğinde olduğu tek çıkarım, bu hazin durumda kayıtsız-şartsız kaybedenin Türkiye ve vatandaşları olduğu.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Hocam sureci cok iyi ozetlemissiniz. Zaten olaylarin bircogunu canli yayinda izler gibi izliyoruz. Merak ettigim iki konu var ; birincisi ulusalcilarla akp kadrolarini arasindaki kan uyusmazliginin sonucu ne olur ? Belediye baskanlarinin istifasi bunun bir sonucu gibi gozukuyor.
    Ikinci husus ise cemaatin bu surecde musbet cozumler bulmak yerine bir kurtarici beklemesi ve surece bu kadar hazirliksiz yakalanmasi nasil izah edilebilir ?
    Tesekkurler.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin