Yeni devletin yönü

Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

Sadece bir kıta değildi Avrupa, Osmanlı aydınları için. Aynı zamanda modernleşmenin ve ilerlemenin de beşiğiydi. “Muasır medeniyet” olarak dünyayı derinden etkileyen dönüşümler Avrupa’dan çıkmış, insanlığın ortak malı haline gelmişti. Bunun farkındaydı, 1800’lü yılların gerileyen Osmanlı İmparatorluğu’nun elitleri. Reformasyon, Rönesans, Westfalya Barışı sonrası ortaya çıkan teritoryal devlet, Amerikan ve Fransız devrimlerinden sonra doğan ve devlet modelini ulus-devlet rotasına sokan toplumsal hareketler, Sanayi Devrimi gibi üretim ilişkilerinde ve sınıfsal sosyolojide meydana gelen değişimler, Osmanlı İmparatorluğu’na ister istemez etkisi altına aldı.

Avrupa, Osmanlı askeri gücünü teknolojik ve bilimsel ilerlemesiyle, toplumsal örgütleniş ve kurumsallaşma şemasıyla, hukuk anlayışıyla, vatandaşlık konseptiyle, cinsiyetler arası ilişkilerden ekonomik üretim modeline kadar değişik sosyo-kültürel ve teknik sahalarda geçerek önce durdurmuş, sonra geriletmişti. Osmanlı’nın bu duraklama ve gerileme sorunu, modernleşmenin (Batılılaşma veya Avrupalılaşmanın) ana dinamiğini oluşturuyordu. İslami aidiyetten seküler aidiyete (milli aidiyete) geçiş bile, bu Avrupa etkisiyle meydana geldi. Osmanlı Aydını, coğrafi aidiyetten (Avrupa’da toprağı olan ve Avrupa’ya coğrafi olarak aidiyeti bulunan bir devletin vatandaşı olmak) kaynaklanan nedenlerle, Avrupa’nın küresel sahada yaygınlaştırdığı tüm bu dönüşümlerin, birçok dünya coğrafyasına veya kültür sahasına oranla görece çok daha erken girdi.

Ön-modernleşme evresi (askeriyede ve eğitim sisteminde yapılan reformlar), Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, sonrasında yapılan milli mücadele, Meclis devletinin 1920’de fiilen yerleşmesi ve İstanbul’dan kopuş, 1923’te fiili durumun adının konulması ve cumhuriyetin ilanı, sonrasında yapılan yukarıdan aşağıya reformlar – tüm bu yönelimin esasında Avrupa orijinli, Batılılaştırıcı, modernleştirici bir yönde gerçekleştiğini saptamak durumundayız. İlerleme düşüncesini bu hareketin merkezine koyarsak eğer, esasında öykünmenin değil, aksine gerçekçiliğin bu dinamiğin lokomotifi olduğunu görmemiz gerekir. İslamcıların iddia ettiğinin aksine, taklitçilik değil, hayatta kalma dürtüsüdür burada söz konusu olan. 1950’lerde çok partili seçimsel sisteme (ön-demokrasi evresi!) geçiş ve sonrasında aşamalı olarak hukuk devleti inşası yönünde aynı yönelim doğrultusunda ilerleme, 1800’lerde alınan bir stratejik kararın sonucudur, onun meyveleridir. Mustafa Kemal Atatürk de Osmanlı aydınlanmacılığının bir ürünüdür, cumhuriyet de meşrutiyetin çocuğudur. 1923’te yeniden bir dünya kurulmamıştır, sadece kaçınılmaz bir merhale, bir etaba geçilmiştir yalnızca. Ad koymaktan ziyade, fiili durumun ortaya çıkması, yani sosyolojik dinamikler daha önemlidir tarihte. Önemli olan istikamettir. Önemli olan zihniyettir. Önemli olan tanıdır.

İnönü CHP’si Menderes DP’si

Türkiye’nin bu bakımdan Kurtuluş Savaşı sonrasında derhal eski düşmanlarla ya da hasımlarla masaya oturması ve yeni bir sayfa açması bundandır. Batı karşıtlığının ülkeye yarar değil zarar getireceğini bilen bir eğitimli ve bilge kadro vardı 1920’lerde Türkiye’de. Oysa Kurtuluş Savaşı sonrasında Batı nefretini körüklemeyi gerektirecek birçok gerekçe bulunabilirdi. Bu yapılmadı. Çünkü Batılı devletlerle savaşırken, başka Batılı devletlerle ittifak içinde olmayı rasyonelce yan yana koyabilecek bir kadro yönetmekteydi ülkeyi. Savaşlarla geçen on yılların yorgun askerleri, esir düşen Yunan generale kahve ikram edecek ya da rasyonelce Sovyetlerden silah ve mühimmat alırken, Sovyet güdümüne girmeyip bağımsızlık yanlısı ama Batılı bir rota izleyecek kadar devlet aklına sahiplerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan irredentist fayda sağlamak gibi cazip bir durum varken, halkını ve yeni elde edilmiş bağımsızlığı tehlikeye atmamayı seçecek kadar da sağlıklı bir çekingenlik egemendi. Gemiyi tehlikeli sulardan uzak tutmak daima baskın geldi cumhuriyet siyasi elitlerine. Maceracılıktan uzak, İttihatçıların yaptıkları hatalardan ders alan bir cumhuriyet siyasi eliti ülkeyi yönetti. 1945 sonrası yeni uluslararası sistem iki kutuplu yapısıyla Türkiye’nin Sovyet güdümüne ve hatta işgaline girme riskini beraberinde getirdiğinde, aynı siyasi elit Batı yöneliminin devamı olarak gördüğü NATO’ya girme konusunda tereddüt etmedi. İnönü CHP’si de Menderes DP’si de bu konuda aynı yaklaşıma sahiptiler.

Avrupa entegrasyonu sürecini de kendi iç dinamiği olan Batılılaşma hedefiyle aynı potada eritti Türkiye. Reformların ana yönü daima daha fazla hukuk, daha fazla insan hak ve özgürlükleri, daha fazla şeffaflık ve ilerleme oldu. Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği hep Türkiye’nin ayrıcalıklı ortak olarak değil, tam üye olarak yer almaya gayret ettiği ve kendini bu doğrultuda değişime zorladığı ana dış politika hedefi oldular. Daha fazla hukuk! Hukuk devletinin inşası! İnsan hakları ve şeffaflaşma! İstikrar ve ekonomik büyüme, ekonomikman Avrupa’yla bütünleşme! Çıtayı Avrupa seviyesine koyma – daha alta asla değil! Bunlar, iki adım ileri bir adım geri de olsa Türkiye demokrasi tarihini derinden etkileyen bir ana felsefenin, bir temel dinamiğin sonuçlarıdır. Türkiye’nin yeri tartışmasız olarak Avrupa’ydı – bu 1200’lü yıllardan beri tarihin bir gerçeğiydi! Ara rejimlere karşın, bu temel yönelim hiç değişmemişti. Türkiye tüm Avrupa kurumlarında yerini aldı. Osmanlı’nın çöküş döneminde bile Türkiye Avrupa’nın hasta adamıydı!

Değerler evreni! Sen ne kadar önemlisin! Bize kimlik verip, bizim kim olduğumuzu gösterirsin sen! Nereden geldiğimizden daha çok nereye gittiğimizle alakalı bir şeydir bu! Nerede olduğumuzla değil, nerede olmak istediğimizle ilgili bir şey!

Neredeyiz şimdi biz? Nerede olmak istiyoruz sahi?

2002’de başlayan AKP’li ve Erdoğan’lı dönem, 2005’te AB ile tam üyelik müzakere sürecine dâhil edilen ve Kopenhag demokrasi koşullarını yerine getirdiği tescil edilen sürece evrildi. Türkiye’de demokratik standartların 1800’lü yıllardan beri ulaştığı en ileri seviye yakalandı. İnsan ve azınlık hakları gelişti, evrensel üst seviyeye çok yaklaştı. Hukuk devleti ve siyasetin sivilleşmesi gibi konularda aşamalar kat edildi, büyük ilerlemeler sağlandı. Bununla gurur duyuyorduk, duymalıydık da. Fakat ordunun siyasetten çekilmesiyle boşalan alanı dolduramadık. Tasarlanan 1982 devlet mimarisi, denge-fren mekanizmasını ordunun vesayeti üzerine kurmuştu. Gerekçeleri haklı, yöntemleri haksızlıklarla dolu Ergenekon ve diğer darbe kovuşturmaları sürecinde AKP bu boşluğu kendi menfaatleri lehine doldurdu. Devleti kontrolü altına aldı. 17 Aralık skandalı sonrası yolsuzluğun metastaz yaptığı siyaset-ticaret ortaklığı, derin devleti yeniden sokulduğu mezardan çıkardı ve ona güç verdi. Erdoğan ve AKP, suça bulaştıkları ve kendilerini kurtarmanın başkaca yolu kalmadığı için, bu derin yapılarla işbirliğine girmek durumunda kaldılar. Derin yapı nasyonalist-Avrasyacı eğilimdeydi, çünkü Batıllaşma ve AB yönelimi kendilerini iktidardan etmişti. Bunun geriye döndürülmesi için her şeyi yapmaya – şeytanla işbirliği de dâhil! – hazırdılar. AB ve NATO yerine Rusya iyi bir alternatifti onlar için. Çünkü Rusya silah satmak veya ortaklık için formel demokrasi veya insan hakları gibi normatif değerleri sormuyordu. Rusya’nın kendisi zaten demokrasi ve hukuk devleti değildi! Bu durum bir anda 1800’lerden beri devam edilen rotanın değiştirilmesine sebep oldu.

Yeni rota artık Türkiye’yi farklı konumlandırıyor. Onu küresel bir güç yapma iddiasında. Batı’nın Türkiye’nin kuyusunu kazan, altını oyan, onu frenlemeye ve baltalamaya çalışan bir hasım olarak algılandığı bir kafa yapısı var. Bu zihniyet bugün devletin kılcal damarlarına kadar sızarak onu ele geçirdi. 15 Temmuz sonrasında tüm general-amiral kadroları toplamının yüzde ellisi (%50) darbeci oldukları iddia edilerek TSK’dan tasfiye edildi. Tüm subay kadrosunun da benzer oranda tasfiyesi söz konusu. Bu bir darbedir! Bu devletin el değiştirmesidir. Bunun sebebi, Türkiye’nin 250 yıllık ana rotasının değiştirilmesidir. Gemi artık tehlikeli sularda. Suriye’de Rusya ile iş tutan, Rusya’ya nükleer santraller inşa ettirten, Moskova’dan hava savunma sistemi tedarik eden, Putin’le dost olan bir Ankara yönetimi var. Ayı ile aynı yatağa giriyor ülke! Ve bu Rusya yöneliminin sonrasında tüm Batılılaşma yani modernleşme ve demokratikleşme kazanımlarını tüketti. Ülke, Tanzimat öncesi, fermanlarla yönetilen faşist bir devlete geri ışınlandı! Ve biz 21. yüzyıldayız!

Hukuk devleti, insan hakları, mülkiyet hakkı, kişinin dokunulmazlığı, yasalar önünde eşitlik, azınlık hakları, sınırlı devlet, güçler ayrılığı… Daha sayayım mı? Bunlar artık yok! Ne var peki? Meclisin fiilen işlevsizleştirildiği, önüne gelenin keyfi olarak siyasileşen yargı marifetiyle tasfiye edildiği bir ceberut devlet var! Değerler dünyamız maalesef artık bu! Putinist bir rejim – tek adamın ülke kaderine tamamen tek başına karar verdiği bir faşizan diktatörlük! Hileli ve gayrı-adil seçimlerden bile hesap sorulamayan bir Ortadoğu-Avrasya devleti! 1800’lerden beri ülkeyi adam eden ana hat kırılmış, ülke makarası boşalmış bir şekilde hızla boşluğa kayıyor.

Bu gidişin sonunun hayırlı olmadığını söyleyen bu satırların yazarına inanmayanlar, tarihin derinlerinden bizi uyaran 250 yıllık atalarımıza kulak versinler! Yoksa batan sadece gemi olmayacak! Mürettebat ve yolcularla beraber batacak gemi!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Hocam düşüncelerinize katılıyorum. Katılacak kadar okumak için bile ülkeyi terk etmek gerekiyordu. Ve başka bir sürü şey için işte. Fakat canımızdan parça bıraktık eti tırnaktan ayırdıkta geldik. Onlar o batacak geminin içindeler. Bir de onlar ve bizim için bu kapkara tabloda ne yapmalıyız konusunda da bizi aydınlatır mısınız

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin