Ümit Kıvanç: Yasası, kuralları olan devlet rehin almaz!

Gazeteci Ümit Kıvanç, Gazete Duvar’a yazdığı yazıda, gazeteciler Can Dündar ve Bülent Korucu’nun eşlerinin ‘rehin’ tutulmasını eleştirdi. Uygulamanın 1940’larda Zonguldak’ta madencilere yönelik bir ‘tehdit’ olarak kullanıldığını yazdı.

Son çıkan Kanun Hükmünde Kararname ile aranan zanlıların eşlerinin pasaportlarına devlet el koyabiliyordu. Ayrıca kapatılan Yarına Bakış gazetesinin genel yayın yönetmeni Bülent Korucu’nun eşi Hacer Korucu da, kocası bulunamadığı gerekçesiyle tutuklandı.

Ümit Kıvanç, yazının sonunda şu soruyu soruyor: “Bu işlerin mağdurları -ve tanıkları, bizler- kendilerini aşağılanmış, küçültülmüş, tehdit altında hissediyor, anladık; bu işleri akıl edenler, yapılsın diyenler, yapanlar ne hale düşüyor? Mecburen takınacakları sıfatlar nelerdir?”
İşte Ümit Kıvanç’ın yazısı:

EŞLERİ, KIZLARI REHİNE ALMA ÂDETİ

Türkiye’de madencilik adı altında yürütülen angarya mekanizmasını araştırırken beni en çok çarpan ayrıntılardan biri, Mükellefiyet dönemine ilişkindi. Mükellefiyet neydi, onu izah edeyim, öyle söyleyeyim.

1940’ların başında -1947’ye kadar- Zonguldak yöresindeki altmış bin insana maden ocaklarında çalışmak zorunlu tutulmuştu. Evet, basbayağı mecburiyetti, kaçamazdınız. 16 yaşından büyük herkes devletin madenci köleleri ilân edilmişti yani.

Fakat kaçıyorlardı. İşçiler öbek öbek kaçıyorlardı ocaklardan. Çünkü çalışma şartları çok ağır, görülen muamele alçaltıcı, ezici, alınan ücret çok düşük, güvence neredeyse sıfırdı.

1940’larda Zonguldak’ta öğretmenlik yapan İlhan Berk, “Burada iki şey açıkça belliydi,” diye yazdı. “Yöneten ve yönetilen tarih. Yönetilen tarih yeraltlarına gömülmüştü. Yeryüzüne sanki hiç çıkmayan bir dünyaydı. Yöneten, bir yeryüzü adamıydı; ışıklı, beyaz, bayındır. Yeraltlarına iniyorsa salt yeryüzündeki işlerini daha iyi yürütmek, denetlemek için iniyordu, o kadar.”

ÖYLE İNSANLAR GÖRDÜM Kİ…

Berk, gördüklerini şiiriyle de aktardı: “Öyle insanlar gördüm ki, ölüm peşlerine düşmeye korkardı… Ya kuyulara iniyorlar ya kuyulardan çıkıyorlardı… Bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı… İkinci bir düdüğe kadar… tıs yoktu. Uyudum uyandım aynı seslerdi… Anladım en kısa ömür insanoğlunundu.”

1940’la ’47 arasındaki mükellefiyet döneminde tam yedi yüz işçi ocaklarda can verdi. Mükellefiyet, yörenin üzerine çökmüş bir kara belaydı. Çok partili hayata geçişle birlikte, 1947’de kaldırılır gibi olmuş, 1960’a kadar zaman zaman yeniden dayatılmıştı.

Gelelim o çarpıcı ayrıntıya: İşçilerin ocaklardan kaçtığı dönemlerde devlet ne yaptı, biliyor musunuz? Kaçan işçinin ailesini, özellikle karısını rehine alıp işçi dönene kadar jandarma karakollarında tuttu. Açıkça “namus tehdidi” de içeren bu rehine alma işlemiyle yarı-köylü yarı-işçi madencileri ocağa girmek mecburiyetinde bırakmayı umuyordu.

Düşündüm ki, böyle bir muameleye maruz kalmak insana ne biçim koyar… Kusura bakmayın, bunun lafı budur, böyle söylemek gerekir.

Peki ya bu muameleyi akıl eden, yapılsın diyen, uygulayanlar? Bu arada onlara ne olur? Onlar kendilerini haklı, temiz pak, pürüzsüz mü görürler? Aynaya baktıklarında, gece yattıklarında hiçbir ses mi gelmez gaipten? Hiç mi karaltılar belirmez, renkler karışmaz?

Durduk yerde, devletin Mükellefiyet zamanı madenci eşlerini rehine alması nereden akla geliyor?

Okuduğum haberlerden?

Şu, meselâ: El-Kaide örgütü ile Pakistan devleti arasında bir rehine/esir değiş-tokuşu yapıldı. Pakistan, eski genelkurmay başkanının örgütün elindeki oğluna karşılık, örgüt liderinin ve önemli cihatçı önderlerden birinin kızını verdi.

El-Kaide lideri Eymen el-Zevahiri’nin kızları Fatime ve Ümeyme ile çocukları Veziristan’dan kaçarken Afganistan-Pakistan sınırında, Mercan Salim’in kızı Sümeyye ve çocuklarıysa şehre giren Pakistan ordusunca yakalanmışlardı ve 2014’ten beri tutukluydular.

Meğer rehineymişler. Zira şimdi General Eşfak Pervez Kayani’nin oğluna karşılık El-Kaide’ye teslim edildiler. Generalin oğlu da muhtemelen, uluslararası cihadın muvaffakiyeti için kurban edilmek üzere değil, bu tür bir esir/rehine değiştokuşunda kullanılmak üzere örgütçe götürülmüştü.

CAN ALMANYA’DA, DİLEK REHİNE

Esir/rehine işi pis iştir. Hele iyi kötü bir yasal düzene, bir toplumsal sözleşmeye dayalı iş görmesi beklenen, adı “devlet” olan, bu sıfata binaen insanlardan vergi toplayan, onları askere alan, bir meşruiyet zeminine dayanmak zorunda olan örgütlü yapıların kategorik olarak kaçınması gereken bir iştir. Yasası, anayasası, kuralları, kurumları olan devlet, esir veya rehine almaz, yasalara göre yargılar.

Gelin görün ki, bir devletin terkibine bir defa Mükellefiyet türü hainlikler karışmış olmasın; kafalar ruhlar bir türlü temizlenemiyor.

Yirmi-yirmi beş gün önce, -öküz ölünce “FETÖ” denen- Cemaat’le bağlantılı olmakla itham edilen gazeteci Bülent Korucu’nun eşi önce gözaltına alındı, sonra tutuklandı. Kapatılan Yarına Bakış’ın genel yayın yönetmeni Bülent Korucu aranıyor, bu yüzden eşi Hatice Korucu [Hacer Korucu, edit.] dokuz gün gözaltında tutuldu, şimdi de hapiste. Rehine.

Geçen gün de, Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar yurtdışına çıkarken, pasaportuna elkonduğunu öğrendi. Can Almanya’da, Dilek burada. Yani rehine.

Tek parti Türkiye’sinin parti-devleti, Mükellefiyet, Pakistan, rehineler, El-Kaide, şantaj, Yenikapı Türkiye’si… Sonuncusu, ‘zanlıymış, şüpheliymiş bakmam, gıcık olduğum insanın çoluğuna çocuğuna hayatını zehrederim’ diye kararname bile çıkardı.

Yukarıdaki soruyu tekrar edeyim: Bu işlerin mağdurları -ve tanıkları, bizler- kendilerini aşağılanmış, küçültülmüş, tehdit altında hissediyor, anladık; bu işleri akıl edenler, yapılsın diyenler, yapanlar ne hale düşüyor? Mecburen takınacakları sıfatlar nelerdir?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin