Türkiye’ye dair iki farklı hikâye: Aslı Erdoğan ve Burhan Sönmez

HABER-İZLENİM | A. YAVUZ ALTUN

Çek siyasetçi ve yazar Vaclav Havel anısına verilen ‘Huzuru Bozma Ödülü’nün son sahibi Kürt yazar Burhan Sönmez ve Özgür Gündem davası sebebiyle bir süre hapis yattıktan sonra serbest kalan Türk yazar Aslı Erdoğan, geçen akşam Brüksel’deydi.

Bir moderatörün soruları eşliğinde kitapları ve Türkiye’deki durum hakkında konuşurlarken, bugünümüz ve geleceğimiz hakkında aslında ne kadar başka düşündüklerini fark ettim.

Aslı Erdoğan, bir yangının ortasında kalıp yavaş yavaş dumandan zehirlenerek ölme hâlini (başına gelmiş, bir kitabında da yazmıştı) yakıştırıyordu Türkiye’ye şu an için. Umutsuzdu bir bakıma. Türkiye ile Erdoğan’ın birbirinin ‘aynası’ olduğu çıkarımına varmıştı. İlk kez 1971’deki askerî muhtıradan sonra evleri askerler tarafından basılmış, henüz 4 yaşındayken işkence kelimesini bir şekilde kavramıştı.

Sonrasında da pek bir şeyin değişmediğini, 1990’lı yıllarda Radikal’de yazarken de ‘ölüm tehditleri’ aldığını, sansüre uğradığını, yargılandığını hatırlattı. (O an, bizim kuşağın, yani 90’larda çocuk olanların Türkiye’yi hiç öyle yaşamadığını fark ettim.)

Böyle gelmiş, böyle giderdi belki de.

Burhan Sönmez ise daha neşeliydi. Öncekiler geçti, bu da geçecek, umudunu hissettiriyordu. Annesinin, evlerinin yakınındaki asker kışlasının önünden geçerken, ‘Aman Kürtçe konuşmayın’ dediğini anlatarak başladı. Polislerin coplarıyla kafatasını parçalamasından doğrudan bahsetmedi. Ama işkenceye dair konuştu. Kendi hayatından, tanıdıklarının hayatından örnekler verdi. Moderatörün yaşadıklarına dair ısrarlı soruları karşısında duraksadı. Herkesin başına geldiği için artık normalleştiğini söyledi. İşkence edilip aynı hücrede toplandıklarında bile birbirlerine bununla ilgili şakalar yaptıklarından bahsetti. Hatta dışarı çıktıklarında da.

HAYATTAN EDEBİYATA

Aslı Erdoğan’ın öyküleri, romanları kendi zihninde yankılanan sesler gibidir daha çok. Bozuma uğratılmış hayatlara sahip insanlardır karakterleri. En kırılgan olanları anlatır. İşkence gören çocukları, zorbalığa maruz kalan kadınları, bir yere sıkışmış, kalıplardan çıkamayan kimseleri yazar. Bunun sebebi Türkiye’dir. Sadece siyasî çalkantıları değil, toplum yapısıyla, örfü ve adetleriyle, insan ilişkilerinin zayıflığa ve zaafa müsaade etmeyen mekaniğiyle Türkiye. Bu yüzden Oğuz Atay’a çok benzetilir. Acıyı, şiddeti ve bunun travmatik etkilerini, o deneyimlerin uçsuz bucaksız çaresizliğini resmeder.

Mucizevî Mandarin kitabındaki şu alıntı, özetliyor ne demek istediğimi:

“Cenevre’de barlarda sokaklarda sevgilileriyle sarmaş dolaş yürüyen, dans eden, öpüşen şen kahkahalar atan 13-14 yaşındaki kızları görünce içim cız ederdi. İlk gençlik yıllarımı benden çalmıştı Türkiye ve onları başka hiçbir ülke veremezdi. Zamanla içimi acıtanın bu kızların özgürlüklerinden çok mutlulukları olduğunu anladım. Genç ve umut yüklü bakışlarla seyrediyorlardı dünyayı; yanlarındaki delikanlılar onları sevgiyle hayranlıkla tutkuyla kucaklıyordu; hiç tokat yememişler ve büyük olasılıkla bir ömür boyu yemeyeceklerdi; doğup büyüdükleri topraklar gelişip serpilmelerini gerçek boylarına erişmelerini mevsimi geldiğinde çiçek açmalarını sağlayacaktı.”

Kendi deneyimimden de biliyorum bunları. Şu an yaşadığım şehrin nizamlı sokaklarından, bakımlı bahçelere sahip evlerinden, mutlu insanların oturup kalktığı kafelerinden, restoranlarından, insanların durup düşünecek kadar vakte sahip olmalarından biliyorum. Onlara bakarken en çok da Türkiye’de hapishanedeki dostlarımı, tanımadığım ama sıkıntılarına şahit olduğum insanları, onlardan çalınan zamanları düşünüyorum. Hatta bazen öfkeleniyorum.

EFSANELER, KELİMELER, İNSANLAR

Aslı Erdoğan’ın insanda uyandırdığı bu çaresizlik, öfke ve kırılganlık hissinin aksine, Burhan Sönmez’in dünyası daha akışkan, hatta bir bakıma iyileştirici bile denebilir. Bilgece. Birbirinden farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda var olmuş toplulukların hikâyelerini, sanki tek bir hikâyecinin hikâyeleriymiş gibi anlatıyor çünkü. Akşamki söyleşide sık sık referanslar verdiği İstanbul İstanbul romanı mesela, Kız Kulesi’nin, Galata’nın, Boğaz’ın tüllendiği İstanbul manzarasının hemen altında, buralara hayli yakın bir emniyet binasının bodrumundaki işkencehânede geçiyor. İşkenceye maruz kalan dört adam, biraz da hayata tutunmak adına – zaten hikâyeler başka ne işe yarar ki? – şehirle ilgili hikâyeler paylaşıyor.

Çünkü: “Bir çocuk karanlığa kalmış ve dar sokaklarda yönünü şaşırmışsa orası İstanbul’dur. Eski sevgilisini bulmak için maceraya atılan gencin, siyah tilki kürkünün peşine düşen avcının, fırtınada sürüklenen geminin, dünyayı bir elmas gibi avucuna almak isteyen prensin, boyun eğmemeye yeminli son isyancının, şarkıcılık hayaliyle evden kaçan kızın, para babalarının, hırsızların ve şairlerin vardığı kent İstanbul’dur. Her hikaye burayı anlatır.”

Bu türlü kitaplarda hayat hep hafife alınır. Asıl olan hikâyedir. Ama altını kazıdığınızda fark edersiniz ki, her şey bir yerinden kadim bir trajediyle bağlantılıdır. Her şey, işkencenin (ya da hayatın) acısını hafifletmek için bir oyundan ibarettir. Burhan Sönmez bu sebeple İstanbul’u aşağıdan, hiç görülmeyen bir yerden, hem de ‘acının diliyle’ anlatmak istediğini söyledi konuşmasında. İstanbul hep oradadır. Konstantin’den bu yana. Orada acı çekenler değişmiştir.

Aslı Erdoğan yaşadıklarını nasıl kişisel bir deneyime, hatta bu uğurda bir çeşit travmaya çevirmişse, Burhan Sönmez de o kadar kendini çekmiş, onları hikâyelerden yapılma bir evrenin doğal akışına bırakmıştı bir bakıma. Verdikleri cevaplarla bu ayrımı hissettirdiler.

HİSSEDİLENLER PARÇA PARÇA

Türkiye’ye dair kaygılarında da bunun izlerini görmek mümkün. Akşam onları dinlerken bunu düşündüm. Aslı Erdoğan yaşanan deneyimin biricikliğine vurgu yaptı sürekli. Daha önce defalarca anlatmıştı hapishanedeki dayanışmayı. Tolstoy’un insanın asla tam manasıyla özgür, ya da tam manasıyla tutsak olamayacağı fikrini tekrarladı birkaç kez. ‘İçeri’deyken bunu hissettiğini. Ama Orwell’in 1984 romanında bahsettiği gibi totaliter bir rejimin ‘ruhları’ da ele geçirebildiğini düşündüğünü belirtti karamsar bir biçimde. Belki de bu sebeple, Türkiye’den Eylül ayında 3 günlüğüne çıktığı hâlde hâlâ dönemediğini, en azından bir süre yurt dışında kalmaya ikna olduğunu söyledi.

Burhan Sönmez ise edebiyatın, sanatın gücüne sığındı. Franz Kafka’nın ev sahibesinin çok şirret bir kadın olduğunu, Çek yazarın ondan intikam almak için bir hikâyede onu belki de olduğundan daha fena çizdiğini anlattı. Böylece o kadının o hikâyede, dünya durdukça ‘hapsolduğunu’ vurguladı. Kendisini hapsedenleri, işkence edenleri de hikâyelerde mahkûm ettiğini söylemek istiyordu yani. Sönmez için hikâyedeki hapisliktense, gerçekte hapislik evlaydı. Hâl böyle olunca kötülüğe maruz kalanlar için yol belli. Kötülerin vereceği kararların, mahkûmiyetlerin, yapacağı işkencelerin bir hükmü yok. Umut da burada zaten. Kubbede bırakılacak sese odaklanmak belki tek çare.

Bu, Ahmet Altan’ın ‘Bir yazarı hapsedemezsiniz’ çıkışında da gizli. Silivri’deki bir koğuşta kendine ‘özgür’ diyen milyonlarca insandan daha etkileyici, daha hayat dolu metinler kaleme alan Altan için ‘tutsak’ demek ne mümkün?

Evet, akşamki sohbette gazetecilere verilen müebbet hapis cezası da konuşuldu. Her iki yazar da Ahmet Altan’a katıldığını fakat bunu ancak kendisinin söyleyebileceğini belirtti. ‘Biz dışarıdakilere düşense,’ dediler, ‘Ahmet Altan’ın özgür olmadığını dünyaya haykırmak.’

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin