Türkiye’nin sorunları – senin sorunların

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye’nin sorunları var – kökleri derinde sorunlar. Çoğunlukla politik ve ekonomik sorunlara odaklanılsa da, çözümlemelerde ihmal edilen sosyal-yapısal, etnik, ve etik sorunlar üzerinde düşünmeden ve bunlara çözüm arayışına girmeden, bunlarla bağlantılı olduğuna inandığım ekonomik ve sosyal sorunları çözmenin olanağı olduğunu düşünmüyorum. Diğer bir ifadeyle, bu sorunlarla ekonomik ve siyasi sorunlar arasında korelasyon, hatta nedensellik ilişkisi olduğuna inanıyorum.

Gelin özetle siyasi ve ekonomik sorunların etkileyicisi olduğunu düşündüğüm sorunları sıralayalım isterseniz:

Sosyal-yapısal sorunlar

Türkiye sosyal yapısına ilişkin birçok makale yazdım ve Türkiye halkının neden toplum olarak nitelenemeyeceğini izah etmeye çabaladım. Her ne kadar bu düşüncelerim fazlaca destek bulmasa da, giderek ekonomik ve siyasal sorunların köklerine inmeye çalışan analizleri memnuniyetle okuyorum. Türkiye halkı, gelecek tasavvurlarında, problemlere koyduğu tanı ve bunlara getirdiği çözüm önerilerinde, asgari müşterekler olarak ifade edebileceğimiz toplum sözleşmesinde, yani normlarımızda ve normal skalamızda “bir çizgide” – yani ortalamada ortak – değil. Türkiye halkı, irili ufaklı parçalara ayrılmış durumda. Bu parçalara “mahalleler” de deniliyor. Genellikle fay hatları veya uçurumlarla birbirinden ayrılmış mahalleler var. Dindarlar-sekülerler, Türkler ve diğer etnisiteler, Sünniler ve Aleviler, gelenekçiler ve modernler, kentli kesim ve kırsal kesim, iç bölgeliler ve kıyı bölgeliler gibi mahalleler var. Diğer taraftan sağcılar ve solcular, İslamcılar ve laikler, nasyonalist fraksiyonlar, Kürt hareketi ve Kürt ayrılıkçıları gibi siyasi mahalleler de belirgin. Esasında her ülkede olabilecek türeden toplum öğeleri olarak da görülebilirdi bunlar. Ancak Türkiye’nin sosyal-yapısal özellikleri farklı ve bu farklılık son yıllarda giderek artan bir kutuplaşmaya dönüşmüş durumda. Mahalleler arasında uzlaşmadan çok güç dengesi (ya da satranç terimiyle ifade edecek olursak pat) durumu söz konusu. Her mahalle diğerinin varlığını, gücünü ve kaygan zemindeki etkisini biliyor, hesaplıyor, rasyonel olarak karşısındakileri tartıyor. Zemin neden mi kaygan? Çünkü hiçbir şey sürekli olmaz sosyal-yapısal alanda da ondan. Herkes sırasını bekliyor. Baskın güç haline geleceği dönemin hayalini kuruyor. Satrancını böyle oynuyor. Bu nedenle kimse oyunun kurallarından şikâyetçi görünmüyor. Çekişme yerine uzlaşı gibi oyun kurallarının temelden değiştirildiği bir durum gerçekleşebilecekmiş gibi görünmüyor.

Geçici ortaklıklar ve koalisyonlar, bir “beraber yaşam kültürünü” oluşturmaya yetmiyor. Karşısında gördüğü gruplara yönelik derin şüpheler var ve bu şüpheleri haklı çıkartan envai çeşit örnekle dolu Türkiye tarihi. Ermeni soykırımı, mübadele ve mübadillerin dramı, Yahudi ve Rum vatandaşların mallarına çöreklenmeler ve onlara yönelik kitlesel tedhiş, Kürtlere yönelik asimilasyon politikası ve bunun karşısındaki şiddete başvuran bir ayrılıkçı Kürt hareketi (PKK), dindarları baskılayan devlet laikliği ve buna karşı konuşlanan İslamcılık – tüm bunların ortak noktası, adeta bir sosyolojik kanser olan rövanşçı irrasyonellik! Bu ortamda bir toplumdan söz etmek zor, çünkü ne geçmişe, ne şu ana, ne de geleceğe ilişkin ortak bir “öyküsü” yok bu mahallelerin/kesimlerin.

Etnik sorunlar

Sosyal-yapısal sorunlarda kısmen değindim, ama etnik kompozisyon çok kompleks bir görüngü Anadolu coğrafyasında. Nasıl olmasın? 10 bin yıllık tarihi olan bir kadim coğrafyanın “resmi tarihi” 1071’de başlatılıyor ve geri kalan dokuz bin yıllık tarih ve onun genetik, kültürel, dilsel, inançsal, geleneksel, mimari vs. dokuları yok sayılıyor! Türklerden önce Anadolu coğrafyasının kendine özgü bir kültür harmanı vardı oysa. Bu harmanın buğday taneleriyiz ve bundan nefret ediyoruz – anne-babasını beğenmeyen şımarık çocuklar gibi! Türkler gelmeden önce kadim Hristiyan bir coğrafya’da, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler ve diğer birçok irili ufaklı Anadolu etnisitesi ile Anadolu bugünkü modern dünyanın değerler sisteminin orijinlerinden biri oysa. Göbeklitepe ve ilk tarım toplumunun ortaya çıkışı, onlarca kadim Anadolu kültürü, Antik Yunan ve Roma döneminden kalma binlerce arkeolojik kalıntı, dahası tüm bu sayılanların gen havuzumuzda yer alması, öcü gibi korkulan ve gerek Osmanlı İslami tarih yazımında, gerekse de nasyonalist cumhuriyetçi tarih yazımında bilinçli olarak görmezden gelinen tarihi dönemler. Halikarnas Balıkçısı gibi birkaç aydın dışında bunları gündeme getiren olmadı. Olsa da, Bizans ve Hristiyan nefreti, onları hemen susturdu ve aforoz etti zaten! Orta Asya’dan gelen Oğuz Türkmen boyları ve bu boyların Anadolu’da “siyasi kontrolü” ele geçirmeleri, demografik olarak Anadolu’nun kadim halklarının “ortadan kaybolması” sonucunu beraberinde getirmedi.

Tarihçiler, arkeologlar ve onlardan çok daha net verilerle sonuçları ortaya koyan genetik bilimciler, Orta Asya’dan kitlesel bir göçten ziyade, yönetici ve askeri sınıfların (daha çok erkek akıncıların) Anadolu’ya geldiğini ve siyasi-kültürel-dinsel üstyapıyı el geçirerek Anadolu’da İslamlaştırıcı-Türkleştirici etkide bulunduklarını ortaya koyuyor. Osmanlı İmparatorluğu başta olmak üzere, devşirme ve yeni fethedilen toprakların çocuklarının İmparatorluk yönetimine, ordusuna, iktisadına, ulemasına vs. dâhil olmaları, etnik köken konusunu 20. yüzyıla kadar lügatlerine almayan hanedanların veya beyliklerin Anadolu kozmopolitanlığını normal addetmesi ile İslam’ın kavmiyetçiliğe değil evrenselliğe vurgu yapması üzerinden okunmalı ve anlaşılmalı. Bu tarihsel ve bilimsel gerçeklere karşın, ideolojik “sosyal mühendislik” üzerinden etnik bir millet oluşturma stratejisi, 20. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda ve 1920’lerin ve 1930’ların genç Türkiye Cumhuriyeti’nde Anadolu etnik kompozisyonunu altüst etti. 1915 Ermeni soykırımı ve akabinde 1920-22 döneminde temelde Türk-Yunan savaşı olarak gerçekleşen İstiklal Savaşı’nda Anadolu’nun yerlisi Rumların (Greklerin) önce silahla, sonrasında ise Mübadele Antlaşması’yla Türkiye dışına çıkartılması, ardından 6/7 Eylül olayları ve Varlık Vergisi gibi hadiselerle gayrı Müslim vatandaşların şiddetli bir ayrımcılığa tabi tutulması, sosyal yaşam ve din organizasyonlarının alabildiğince engellenmesi ve sistematik dışlama politikası, 1970’lerden sonra Alevilere yönelik ayrımcılık, 1980’lerden itibaren Kürtlere yönelik sistematik takibat politikaları, Anadolu’da homojen bir Türklük yaratma projesinin parçaları olarak hayata geçirildi.

Bugün gelinen nokta bakımından, sayıca nedeyse sıfırlanan Rumlar, Ermeniler ve Museviler, asimilasyona tabi tutulan Kürtler, hiçbir yasal güvencesi olmayan ve kültürel-dinsel olarak asimilasyona maruz bırakılan Aleviler, bölgesel olarak dilleri-kültürleri baskılanan ve yok edilen Lazlar, Gürcüler, Araplar, Romanlar, Boşnaklar, Kafkas halkları (Çerkezler, Dağıstanlılar, Çeçenler vs.), hep bu tek tipleştirici ve homojenleştirici politikaların kurbanı oldular. Ailelerin kökenlerini gizlediği, gizlemek durumunda kaldığı bir ortamda, Anadolu’nun çok kültürlü dokusunu koruyabilmesi mümkün değildi, olmadı da. En kötüsü de, bu vahşi politikanın okullardaki resmi tarih üzerinden genç nesillere sanki öncesindeki Anadolu hiç yokmuş gibi dayatılması oldu. Böylece, soykırım suçu 1915’ten sonra adeta bir kez daha işlenmiş oluyordu. Buram-buram Anadolu kokan köyler-kasabalar, şehirler ve mahalleler, tepeler, dağlar, koylar ve ormanlar, adlarının tarihleriyle bağı kesilerek “Türkleştirildiler”. 1900’lere kadar Konstantiniye olan başkent İstanbul bile, nefret odağı olan “Konstantin” ile irtibatın kesilmesi amacıyla yeniden adlandırıldı. Bu durum, tüm Anadolu için geçerliydi.

Etnik yapı olarak günümüzde bu homojenleştirici politikalara direnebilen – o da büyük demografik konumundan dolayı – Kürtler var. Onların başına gelenler ise, geleceğe yönelik umutları arttıracak cinsten değil, maalesef. Bugün Kürtlerin yasal ve meşru temsilcileri, onlarca milletvekili ki aralarında Selahattin Demirtaş da var! – ve yüzlerce seçilmiş belediye başkanı hapiste. Kürtler, Cumhuriyet tarihinin klasik asimilasyon politikalarına tabi tutuluyor. Ülkede adı konmamış bir iç savaş var. Dahası, bu Kürt karşıtlığı, şimdi Suriye’deki Kürtleri de Irak’taki Kürtleri de direkt olarak tehdit eder durumda. Böyle bir etnik siyaset mirasının istikrarlı ve sağlam bir devletle ve gelişen bir ekonomiyle taçlanacağını düşünenler, kendilerine şu soruyu sorsunlar: bu şahin ve antidemokratik politikalar yerine, ademi merkeziyetçi, kapsayıcı ve yerel yönetimleri güçlendirici azınlık politikaları uygulanmış olsaydı, etnik çatışmaya ayrılan askeri bütçe eğitime, sağlığa, altyapı yatırımlarına ayrılabilmiş olsaydı, Türkiye nerelerde olabilirdi?

Etik sorunlar

Etik sorunlar ya da ahlaka ilişkin problemler, daha önceki makalelerimde değindiğim din-ahlak ilişkisine dair olan sahada karşılaşılan derin ve yapısal habis durumdur. Benim görevim olması gereken değil, olan durumdan hareket etmek olduğuna göre, yaşanan sosyolojik din ve medeniyet neyse, ona yorum yapmak gerekir. Etrafta din ve medeniyet güzellemesi yapanlara basit bir sorum olacak: neden Türkiye’deki rejimden kaçmak durumunda kalan mazlumlar, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir İslam ülkesini veya toplumunu tercih etmiyor da, bir Hristiyan Batı ülkesine sığınıyor? Bu soruyu içtenlikle düşünmenizi rica ediyorum. Uygulanan din ve onun sosyolojisinde, dünyada size canınızı, malınızı, özgürlüğünüzü ve hukukunuzu garanti edebilecek tek bir Müslüman ülke olmaması, bir tesadüf mü?

Etik saha, diğer tüm sosyal ve politik sahalarla doğrudan belirleyici bir ilişki içerisindedir. Yolsuzluklardan bahsetmiyorum sadece. Genel insanlık ahlakı olarak kabul edebileceğimiz birçok konu var bu alana giren. Mesela insan hakları, mesela temel özgürlükler, mesela cinsiyetler arası ilişkiler ve kadın-erkek eşitliği, mesela “ötekine” yaklaşım, tolerans kültürü, empati, öz-odaklanıcı (insanın kendi kendisine odaklanan ve bireysel ilerleme, arınma ve gelişmeyi hedefleyen) ahlak anlayışı – tüm bunlarda İslam toplumları maalesef sınıfta kalıyor. Türkiye, özellikle sekilerlikten uzaklaştıkça (devlete İslamcılar egemen oldukça) ortalama veya ortalamanın da altında bir Ortadoğu İslam ülkesine dönüştü. Türkiye gibi ülkelerde, ahlak genellikle cinsel alanın sınırları içine hapsedilen dar bir anlayış olarak uygulanıyor toplumda. Kendisinin ne yaptığından veya yapmadığından ziyade, komşusunun, akrabasının, sokaktakilerin, yani “diğerlerinin” ne yapıp ne yapmadığına odaklanan bir anlayış hâkim. Dahası, dinin salt ibadete indirgendiği, namaz ve oruç gibi biçimsel esasların içinin ahlaken doldurulmadığı, bunun da “artılar ve eksiler birbirini dengeler” esasıyla dinen rasyonalize edildiği bir garip teolojik mantık söz konusu. Bu koşullarda hırsızlık veya yolsuzluk yapan siyasilerin, namaz kılıyor ya da eşinin başı kapalı diye “Müslüman” olarak algılanması (dindar addedilmesi) garip mi karşılanmalı sizce? Soruyorum. Umarım bunu düşünen ve eleştirel olarak gerekli dersi çıkartan samimi Müslümanlar çıkar. Çünkü bu şartlar altında, sadece ahlaki değil, İslami bir çürüme de açıkça görülüyor. Bu konuda çok daha detaylı bir eleştiri yapabilirim, ama yanlış anlamalara neden olmamak adına bundan kaçınıyorum. Sadece: ahlaksız din olmaz demek durumundayım. Oysa bugünkü yaşanan din sosyolojisinde, ahlaktan arındırılmış bir İslam anlayışı maalesef genel kabul görüyor. Yediği ve içtiği konusuna önem veren dindarlar, yolsuzluk, kayırma, gücün kötüye kullanılması, münafıklık, yalan beyan, güce boyun eğme, arkadan konuşma, iftira gibi korkunç ahlaki defektleri sergilemekten imtina etmiyor. Birisi görmüyorsa, veya gücüyle açıklarını kapatabilme olanağı varsa, her türlü yolsuzluk ve usulsüzlük, hatta hırsızlık, gemisini yürüten kaptan misali, kabul görüyor! Bu koşullarda, dengeli ve özgürlükleri garanti altına alan bir hukuk devleti çıkar mı? Çıksa da kalıcı olur mu? Yıllardır bunu görmedik, bunu yaşamadık mı?

Ekonomik sorunlar

İşte bu şartlarda bir ülke, kendi içinde devamlı oyun kurallarını değiştirip dururken ve herkes bu durumun kendi çıkarları için nasıl elverişli bir fırsata dönüşebileceğini düşünürken, yabancı sermaye ve yatırımcı Türkiye’den vebalı gibi kaçıyor. Daha on yıl öncesinde yükselen bir yıldız olan Türkiye ekonomisi, devlet ihaleleri üzerinden yandaş beslenen ve oradan da siyasilerce komisyona bağlanan bir tür ön-piyasa ekonomisi, bir tür şikeli “serbest” piyasa, bir tür danışıklı dövüş düzeni görünümü veriyor. Yapılan yolların ve köprülerin gelirlerinin devletçe fahiş rayiçlerden garanti altına alınıp, bunun da halkın vergileri üzerinden rejimi destekleyen şerefsiz kenelere pompalandığı ve aradan üst düzey siyasilere İslami kılıflarla meşruiyet sağlanarak “komisyon kesildiği” bir ekonomi, bir zamanların küresel düzeyde etkinleşen aktörü olan Türkiye’yi en iyi ihtimalle Rusyalaştırıyor, en kötü ihtimalle ise Venezüellalaştırıyor!

Özel mülk garanti altında değil, hangi ekonomiden bahsediyorsunuz dese biri, çıkıp ne yanıt verecekler, merak ediyorum.

Siyasi sorunlar

Yukarıdaki enkazın üzerinde harika bir demokrasi veya refah toplumu olabilir mi? Bu, sanırım en naif olanımızın bile “neden olmasın?” diyemeyeceği kadar aşikâr. Türkiye’de rejim, yukarıda anlatmaya çalıştığım çürümüşlüğün üzerinde oturuyor. Buna razı insanlar. Ve razı oldukça, bu rejim, Türkiye’nin yazgısıdır. Bu rejim Türkiye insanının hak ettiği rejimdir. Siyasi sorunların kendisine odaklanmak değil, nedenlerine odaklanmalı! Bir hastalık varsa, evhamlanmanın manası yok, o hastalığa neden olan faktörleri bulmalı, o hastalığı tedavi edecek ilaçları tasarlamalı!

Bugün, yukarıda ele aldığımız çürümede; hukuk devleti ortadan kaldırılmış, yargısı saraya bağlanarak adalet getirme ideali yerine, rejimin işlerine uygun tutum ve pozisyon takınan bir duruma getirilmiş, medyası satın alınmış ve geniş künklerle ana arter kanalizasyona bağlanmış, bankaları, özel sektörü, polisi, bürokrasisi, üniversiteleri, aklınıza ne gelirse bu geniş künklerden akan iğrenç kokulu çıkarlarına göre hareket eden bir yapı var! Bakın, yine ve ısrarla yazıyorum: bu durum, bir siyasi parti veya siyasetçi meselesi olacak kadar basit değil! Bu kurulu düzen, esasında keyfe keder düzensizlik, sosyolojik bir kanserin artık tedavi edilemez terminal halidir. Sosyolojik sahanın tümü metastazlarla dolmuş! Siyasi sorunlar aslında sadece bu sosyolojik iflasın bir dışa vurumu. Bir Süpermen gelip sizi kurtaramaz.

Kendime Önerilerim

Kendime ne öneriyorsam, ey okur, sana da aynını önermeliyim. Doğrusu budur. Değişim hücresel seviyeden başlamalı. Önce önyargıları yık. Sana öğretilen (endoktrine edilen) kof milliyetçilikten (nasyonalizmden) ve devletçilikten arın. O tarihte karşılığı olmayan ve idealize edilen “harika geçmişi” gerek milliyetçi, gerekse de İslamcı bağlamda, sorgula. Tavsiyem, yabancı kaynaklardan (tercüme veya orijinal) okumalar yap. Soru sor, sorgula. Soru sormaktan korkma! Sen değişmeden, siyasi sistem de bugünkü Türkiye de değişmeyecek çünkü! Senin değişmen, esasında en önemle üzerinde durulması gereken şey olmalı – çünkü buna ihtiyacın var! Klasikleşmiş anlatıları yineleyerek, 19. ve 20. yüzyılın konusu olan (kadın erkek ilişkileri ve kadının rolü gibi) konuların 21. yüzyılda yeniden keşfi gibi şeyler elbette önemli. Ama bunu yaparken, kendi toplumuna ve dininin birincil ve ikincil tarihsel kaynaklarıyla diyaloğa girmeden bunu yapmanın yüzeysel bir çaba olmanın ötesine geçmez. Türkiye anayasasını (uygulanmasa da) iyi öğren. Gerekirse yabancı dilde çevirisini oku. Temel insan hakları metinlerini oku, üzerinde düşün. Dinde sana anlatılan-ezberletilen şeylerden ziyade, orijinal kaynakları al, oku. Bunları alamıyorsan, internette her türlü kaynağın en sağlam çevirileri var – oku ve öğren! Bunları yaparken kendine sadık ve dürüst ol, yeter. Kimsenin sana ahkam kesmesine fırsat verme. Çünkü emin ol, sen tüm bu bahsettiğim şeyleri okuyup, tartıp, değerlendirip sonuçlar çıkartabilecek kabiliyete sahipsin!

İnsan hakları, eşitlik, aydınlanma, eleştirel akıl, sorgulayan ve soru soran bireyler – bunların okulu yok. İşin sırrı, birey olmakta, “hayır” demeyi bilmekte, kendi özünüzün, en değerli varlığınız olduğunun farkına varmakta.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Cok guzel analiz etmissiniz Hocam, elinize saglik.
    Yazinizda o kadar cok `bilgece` sozler var ki, bazilarini duvara asmak gerekiyor,
    cok sagolun, bu tur yazilarinizin devamini dilerim.

  2. malesef ulkemız ınsanları ınsanca yasama dıye bır hedeften vazgecmıs nefsının bır arzusunun gerceklesmesı ıcın herseyın pesınden kosar olmusç aklını kullanmıyor artık neye onustugunede bakmıyor ınsanca yasamanın ancak toplumsal sevıye ıle gerceklesebılecegını gormuyor tamamen bıreysel ve dusuncesız hareket edıyor havucu gosterenın pesınden kosuyor gıttıgı yerın allah korusun mezbaha oldugunu gormuyor

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin