Türkiye’deki tek adam diktası nasıl bir rejim?

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN | @MehmetEfe_Caman

Türkiye’de Erdoğan’ın anayasal düzeni fiilen sona erdirerek kendi kişisel diktatörlüğünü kurduğu artık tüm dünyada sıklıkla dillendiriliyor. Kişisel diktatörlük, demokrasi ve demokratikleşme teorilerine önemli katkılarda bulunmuş olan Huntington tarafından Üçüncü Dalga adlı eserinde kullanılan bir kavramdır. Baştaki liderin (reisin) otoritenin tek kaynağı olması bu rejimin en önde gelen özelliğidir. Kişisel diktatörlüklerde siyasi güç/iktidar bu lidere yakın olmaya, ona bağımlı ve sadık olmaya, ona ulaşabilir olmaya bağlıdır. Sadakat sağlama aracı genellikle devlet kaynakları ile sağlanır ve böylelikle rejimin konsolide edilmesi sağlanır. Weber tarafından kullanılan patrimonializm, yani tepeden tabana hiyerarşik bir yapının olduğu bir sistem, bu rejimin temel özelliğidir. Rejim temelde basit al-ver beklentilerine dayanan bir yapıdır. Rejim, kendi mutlak kontrolünde olan kamu pozisyonlarına yandaşları atar ve yine aynı mantığa göre çeşitli yandaşlara siyasi ve ekonomik avantajlar verir. Böylelikle kendi etrafında sadık bir güvenli halka oluşturur. Bu patronaj ilişkisidir. Rejimin diğer bir aracı, mutlak lider ve ona sadık yakın kişilerin akrabalarının kilit pozisyonlara getirilmesidir. Böylelikle bürokraside, yargıda, medyada dikey ve yatay karar alıcılar rejime aile bağı olan kişilerden seçilir ve daha sıkı bir kontrol tesis edilir. Bu nepotizmdir. Elbette bu sistemin siyaset ve ekonomisi bu koşullarda yolsuzluğa dayalı olur. Yozlaşma ve çürüme kaçınılmazdır.

MODERN DİKTATÖRLÜKLERİN FARKLARI

Modern kişisel diktatörlükler iktidara şiddet kullanarak (yani bir devrimle) gelmiyorlar. Dahası bu rejimlerin liderleri kendilerinin diktatör olarak adlandırılmasına da şiddetle karşı çıkıyorlar. Seçimle iktidara gelmiş olmayı yegâne meşruiyet kaynağı olarak kabul ediyorlar. Peki, meçimle iktidara gelmek bu rejimlerin demokratik meşruiyetini sağlıyor mu? İster istemez demokrasinin ne olduğunu ve ne olmadığını sorgulamamız gerekiyor, bu soruya yanıt verebilmek için. Adil seçimler (yani seçime katılan partilerin veya kişilerin eşit koşullarda yarışmaları, oy verme işlemlerinin gizlilik esası ve oy sayımının adil şekilde gerçekleşmesi) demokrasinin en önemli sütunlarından biri olmakla beraber, tek başına asla yeterli değil, bir siyasi sistemin demokratik olarak nitelendirilebilmesi için. Anayasal bir temel düzen kapsamında güçler ayrılığının, sistem içerisindeki denge ve fren mekanizmalarının, yargı bağımsızlığının, temel insan hak ve özgürlüklerinin, mülkiyet hakkının, azınlık haklarının, medya özgürlüğünün ve diğer temel hak ve özgürlüklerin de sağlanmış olması gerekiyor. Kısacası, yürütmenin tek kişi (ya da parti/grup/sınıf/zümre vs.) tarafından ele geçirilmesinin mümkün olmadığı, şeffaf, hesap verebilir, hesap sorulabilir, denetlenebilir, sınırlandırılmış güce sahip bir iktidarın olanaklı olduğu bir sistem olmalı bir sistem, demokratik olabilmek için.

Dünyanın en önde gelen demokrasileri, öncelikle çoğunluk diktasına engel olmak, yani çoğunluk yönetiminin, sayıca az diğer grupların anayasal demokratik haklarını kısıtlamalarını engellemek üzerinde duruyor. Güçler ayrılığı, yani yürütmenin (siyasal iktidarın) yasama ve yargı organlarından ayrılması ve bu organlar üzerinde denetim kuramaması koşulu olmadan, yukarıda bahsettiğim demokrasi koşullarının sağlanması imkân dâhilinde değil. Dahası, medya özgürlüğü de bir dördüncü güç olarak çok belirleyici rol oynuyor, sistemin demokratik olup olmadığı değerlendirmesinde. Eğer medya organları siyasi, hukuki ve finansal olarak siyasi iktidar tarafından kontrol altına alınmışsa, o sistemin demokrasi olarak adlandırılması olanaksız.

TÜRKİYE, BİR KİŞİSEL DİKTATÖRLÜKTÜR

Yukarıdaki tanımlamalar ışığında, Türkiye bugün bir kişisel diktatörlüktür. 15 Temmuz darbe girişiminden önce de kademeli olarak kişisel bir diktatörlüğe doğru evrilmekteydi Türkiye siyasal sistemi. Köken olarak patrimonial yapıya çok açık olan Milli Görüş ideolojisi, AKP’yi ele geçiren ve mutlak denetimine alan Erdoğan’a karşı çıkmadı. Patronaj ilişkileri ile Erdoğan kendine yakın ve sadık kişileri bürokraside, kamuda, iş dünyasında kilit noktalarına getirdi veya onları ekonomik anlamda kendisine bağımlı hale getirdi. Aynı yöntemin bir benzerini medya alanında uyguladı ve havuz medyasını oluşturdu. Bu medyanın finans boyutunu büyük oranda kendine bağımlı hale getirilen iş adamlarına yükledi, kısmen de vergi mükelleflerinin katkılarıyla oluşan bütçede kendisi inisiyatifine bırakılan örtülü ödenek gibi denetim dışı kaynaklarla temin etti. 17/25 Aralık soruşturmalarının ve tapelerin somut olarak ortaya koyduğu dibi derinlere uzanan yolsuzluk buz dağı, bu bahsettiğim siyasi sistemin sadece en tepedeki kokuşmuşluğunu ortaya koyuyor. Aslında sistemin ekonomik temeli olan yozlaşma toplumun çok önemli bir bölümünü kendine bağımlı hale getirmiş durumda. Bu ekonomik dinamikler değişmeden, siyasi sistemde değişiklik yönünde bir taban baskısı meydana gelmesi çok zor.

Elbette bu sistem içerisinde başka oyuncular da var. Kürt siyasi hareketi ve CHP gibi partilerin yanı sıra, Aleviler gibi mezhepsel (siyasallaşma adına daha gevşek) gruplar, “Fetöcü” kategorisi altında haklarında terörizmle ilinti fabrike edilerek takibata uğratılan Gülen Cemaati ve bu gruba dâhil edilerek takibata uğratılan ve hapse atılan akademisyenler, öğretmenler, yazarlar, liberaller, hamile kadınlar, bebekler ve diğerleri var. Yüz binlerce kamu görevlisi rejimin hukuksuz KHK’ları ile kamu hizmetinden çıkartıldı. Bu insanların kendini nasıl algıladığı ve tanımladığı değişken ve bu konu bu yazının konusu değil zaten. Ancak tümünün ortak sorununun, Erdoğan’ın reisi olduğu kişisel diktatörlük rejimi olduğu gerçeğini tespit etmek gerekiyor.

NOT: Emre Kongar geçen Cuma günkü yazım yayındığında gazetemiz tarafından seçilen ve kullanılan resmini gerekçe göstererek, yazının içeriği konusu ile hiçbir şey söylemeksizin beni yine engelledi. Oysa bu fotoğrafın seçiminde benim hiçbir rolüm olmadı. Dahası beni daha önceden engellemesi ve beni “Fetöcü” olmakla itham etmiş olduğu gerçeğini kamufle etmeye çalışarak, yalancı olmakla suçladı ve “alıngan çocuk” olarak niteledi. 46 yaşındaki bu satırların yazarı olan “çocuk”, kendisinden onlarca yaş büyük olan ve bugüne kadar saygıda kusur etmediği, babasının eski dostu olan bu şahsiyet sorunlu müfteri adamı muhatap almamaya ve kendisiyle artık fikirsel hiçbir tartışmaya girmemeye kararlı.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin