Trump’ın riskli oyunu [Adem Yavuz Arslan]

“Asla unutmayın! Basın düşmandır. Profesörler düşmandır”

‘Bu sözü hangi siyasetçi söylemiştir’ diye bir anket yapılsa kimin birinci olacağını tahmin etmek güç değil.

Onlarca medya kurumunu kapatan, gazetecileri hapse attıran, binlerce akademisyeni ihraç ettiren Tayyip Erdoğan’ın böyle bir ifadesi var mı bilmiyoruz fakat icraatlarına bakarak böyle düşündüğünü söyleyebiliriz.

Ancak bahsettiğim söz 1968-1974 yılları arasında ABD Başkanı olan Richard Nixon’a ait ve 14 Aralık 1972’de Beyaz Saray’da yardımcısı Henry Kissenger’e söylemiş.

Devamında ise medyayı ‘Amerikan halkının düşmanı’ olarak tanımlamış.

TRUMP’IN MEDYAYLA MEYDAN SAVAŞI

40 küsur yıl öncesine ait bir anekdotu aktarmamın nedeni ise Donald Trump’ın medya ile olan savaşı. Kampanya döneminde de medya ile kavga eden, ana akım medyayı hedefe koyan Trump son günlerde vites büyüttü.

Öyle ki sabahın köründe attığı bir tweet’te New York Times, NBCNews, ABC, CBS ve CNN’in ismini vererek ‘yalancılıkla’ suçladı.

Hatta geçtiğimiz Perşembe günü Çalışma Bakanı’nı açıklamak için kameralar karşısına geçen Trump canlı yayında gazetecilerle polemiğe girdi, tartıştı.

Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in istifası sonrası yapılan bu basın toplantısı herhalde ABD tarihine geçecektir.

Trump’ın medyayı doğrudan yalancılıkla suçlaması, her birkaç cümlede bir bunu tekrar etmesi trajikomik bir durumdu. Çünkü canlı yayında açıkça ‘doğru olmayan bir bilgiyi’ paylaşan kendisiydi. Yalanı ortaya çıkınca da ‘bana böyle söylediler’ deyip çıktı.

Bu arada toplantıyı izleyen Türk gazeteciler de tebessüm etmiştir.

Zira, Flynn’i istifaya götüren sızıntıya dair Trump’ın tuhaf açıklaması yani ‘sızıntı doğru ama haberler değil’ ifadesi bizdeki ‘şike var ama sahaya yansımadı’ garabetini hatırlattı.

Biz Türk gazetecilere tanıdık gelen diğer konu ise Trump’ın ‘sızıntının kaynağını bulup cezalandıracağım’ demesiydi.

Türkiye’de yaşanan her skandal sonrası siyasilerin olayın kendisini değil haberin sızmasını sorgulaması ‘hepsi aynı’ dedirtiyor.

MEDYA ÖZGÜRLÜĞÜ ABD’NİN KUTSALLARINDAN

Trump’ın medya ile savaşına dönecek olursak.

Görünen o ki Trump her fırsatta medyayı hedef almaya, onları halkın gözünde itibarsızlaştırmaya çalışacak. Bunu bilinçli yaptığı muhakkak.

Çünkü ABD için basın özgürlüğü adeta tabu olan bir konu.

Nitekim ABD Anayasası’nın ‘first amendment’i ifade özgürlüğü ile ilgilidir ve şöyle der; “Kongre, herhangi bir dini teşvik için veya uygulamasını yasaklamak için, ifade ve basın özgürlüğünü, insanların barışçıl bir şekilde toplanmasını veya devlete sıkıntılarını anlatmasını kısıtlamak için kanun çıkartamaz”.

Aynı zamanda ABD Anayasası’nın mimarlarından olan 4. Başkan James Madison ise basın özgürlüğünü ‘özgürlük kalesinin surları’ olarak tanımlar. (Bu arada James Madison’un ‘başkanlık rejimi ve kuvvetler ayrılığı’ üzerine notlarına bugünlerde özellikle bakmakta fayda var. Erdoğan’ın getirmeye çalıştığı türden bir sistemin nasıl tiranlığa dönüşeceğine dair 1787’de yaptığı uyarılar hala güncel…)

NİXON’IN MEDYAYLA SAVAŞI TERS TEPTİ

ABD tarihinde gazetecilerle kavgaya girişen tek başkan Trump değil.

ABD gazetecilik tarihi hem iyi hem kötü örneklerle dolu. Mesela Richard Nixon dönemi hayli ilginç.

Nixon da tıpkı Trump gibi medya ile kavga etmeyi rutine bindirmiş. Hatta ‘yandaş -havuz medyası’ kurma girişimleri bile olmuş. Gazetecileri fişletmiş, her fırsatta gazetecileri ‘ABD halkının düşmanı’ ilan etmiş.

Fakat Nixon dönemi ABD de basın özgürlüğünün anayasal olarak güçlendirilmesinin dönemi oldu.

ABD yönetiminin Vietnam Savaşı’na dair halka yalan söylediğini ortaya çıkartan meşhur ‘Pentagon Papers’ olayı sonrası ABD yüksek mahkemesi yönetimin sansür girişimlerini durdurdu.

Yüksek mahkeme adeta ders niteliğinde özgürlükçü kararlar aldı.

Nixon’un New York Times’ı ‘tehdit eden’ açıklamaları gazete yönetimini yıldırmadı. Üstelik başta Washington Post olmak üzere diğer gazeteler de New York Times’ın yanında yer aldı.

Başkan Nixon’un sonunu getiren olay ise 1972’de ki Watergate Skandalı oldu. Nixon skandalı örtbas etmek için çok uğraştı ama istifadan kurtulamadı. Yakın çalışma ekibi ise hapsi boyladı.

ROOSEVELT’İN JOSEPH PULİTZER’LE KAVGASI

ABD tarihi ‘başkana kök söktüren’ gazetecilik örnekleri ile dolu.

Bugün ‘medya dünyasının Oscar’ı’ sayılan Pulitzer Ödülleri de böyle bir sürecin ürünü. Dönemin başkanı Roosevelt, Panama Kanalı ile ilgili yolsuzluk haberlerini engellemek için Joseph Pulitzer ile amansız bir savaşa girişti.

Ancak ABD yargısı, Nixon-NYT örneğinde olduğu gibi basın özgürlüğü yönünde karar aldı.

Birçok ABD başkanı medyayı kontrol altına almak, sansür uygulamak istedikçe yargı duvarına çarptı. Medya dünyasının kendi içindeki dayanışması, gazetecilerin meslek etiğine yönelik mücadeleleri de ‘başarı’da ki önemli bir etken.

Mesela Başkan Kennedy’nin ulusal güvenlik gerekçesiyle medyaya sansür uygulama girişimleri gazetecileri uzun bir mücadeleye sokmuş ve sonunda ‘bilgi edinme özgürlüğü’ yasasının çıkmasına zemin hazırlamıştı.

MEDYANIN ALTYAPISI HAYLİ GÜÇLÜ

ABD’li meslektaşların tutumu ise ayrı bir başlık.

Geleneksel olarak ABD medyası ‘sol-liberal’ eğilimlidir ve ‘acımasız’ sayılır. Fikri takip konusunda da başarılılar.

Nezaket sınırlarını aşmadan muhataplarını bayıltacak sorular sorma konusunda mahirler. Mesela muhabirlerin sıkıştıran sorularından bunalan başkan Reagan’ın küfür etmesi buna iyi bir örnek.

Son Flynn örneğinde de olduğu gibi, haberin peşini bırakmayıp her detayı en ince ayrıntısına kadar takip ediyorlar. Gazeteler tecrübeye önem veriyor ve muhabirler çok saygın isimler.

Gazetecilik okullarının ve meslek örgütlerinin güçlü bir geleneği var. Ayrıca siyasilerin hiç de hoşlanmadığı köklü bir ‘kamu yayıncılığı’ var.

KAMU YAYINCILIĞI ‘BAĞIMSIZ’

Yalnız ABD’de ki ‘kamu yayıncılığı’ bizdekinden çok farklı.

Malumunuz, Türkiye’de ki kamu yayıncılığı ‘iktidarın sesi’dir. Hem TRT hem de AA’nın başında Erdoğan’ın danışmanlarının olması ve ‘parti bülteni’ ne dönüşmeleri kimseyi şaşırtmıyor.

ABD’de ise siyasi iktidardan tamamen bağımsız bir kamusal yayıncılık var.

Mesela NPR ülkenin en prestijli radyo ağı ve 900’den fazla yerel kanala içerik sağlıyor. Aynı şekilde PBS de siyasi iktidardan tamamen bağımsız, bağışlarla ayakta kalıyor ve 400’e yakın üye TV’si var.

Bizde ki Meclis TV’nin karşılığı denebilecek C-SPAN ise yine siyasi iktidardan bağımsız.

Reklam ve kaynak sorunu olmayan bu platformlarda gazeteciliğin güzel örneklerini görmek mümkün.

TRUMP’IN SAVAŞI, RİSKLİ BİR TERCİH

Tabi ki böyle kapsamlı bir konuyu tek yazıda analiz etmek mümkün değil. ABD medyasının gücü nereden geliyor, ne tür tarihi ve sosyolojik arka planı var detaylı incelemekte fayda var.

Ancak bu aşamada şunu söylemekte fayda var; Trump siyasi bir manevra yaparak medyaya savaş açtı.

Görünen o ki, bu savaşı büyüterek sürdürecek.

Lakin, hem kendisi, ailesi hem de kurduğu ekip adeta ‘dökülüyor’. Bürokrasi ve o meşhur ‘establishment’ da Trump’a sıcak bakmıyor.

Hal böyle iken siyasilere karşı sert tutumu ile bilinen ve anayasanın geniş bir özgürlük alanı tanıdığı medya ile savaşa girişmek riskli bir tercih.

İlginç günler göreceğimiz kesin.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin