Temmuz’un 15’inde gelen “lütuf”

Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

15 Temmuz çok önemli. Çünkü eski cumhuriyetin tasfiyesi ve yeni devletin kuruluşunun en temel dayanak noktası, 15 Temmuz diskuru. Evet, yeni devlet! Yeni bir sisteme geçilmedi sadece görüldüğü üzere; esasında yeni bir devlet kurulmakta. Ana muhalefet ve diğer muhalefet – MHP’yi saymıyorum muhalefet olarak! – meclisin yetkilerinin fiilen sonlandırıldığının farkına yeni vardılar. Oysa bir yıldır yazılıyor yeni rejimde meclisin işlevsizleştirileceği. Bu satırların yazarı onlarca yazıda ayrıntılı olarak Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi adı verilen ucubeyi masaya yatırdı ve inceledi. Fakat insanlar üç maymunu oynamayı tercih etti.

Yeni devlet – arkasında görünmeyen kim varsa onlarla beraber tabii ki – esasında “devlet benim” diyen cumhurbaşkanının ta kendisi. Nedeni basit: Cumhurbaşkanı kararnameleri (CBK) yasa gücünde. Öyle ki normalde anayasal değişiklik gerektirecek düzenlemeleri bile CBK’larla yapıyorlar. Anayasayla çelişmek çoktandır umurlarında bile değil zaten. Artık anayasanın ruhunu geçtik, formel devlet mimarisini bile önemsemiyorlar. Mesela bir CBK ile Genelkurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağladılar. Tüm devleti en büyük kurumdan en detay kuruma kadar tepeden tabana, en tepede Cumhurbaşkanlığı olacak şekilde, yeniden inşa ettiler, ediyorlar. Bu süreç esasında yeni başladı. Devletin anayasası bir kâğıt parçasından ibaret. Oysa devletlerin temeli anayasadır. Anayasa ile çelişen yasa çıkartılamaz.

Hâlihazırda yasayı geçtik, CBK üzerinden devlet teşkilatı yeniden yapılandırılıyor. Kurumsal örgütlenme anayasadan kopartıldı, bir tek şahsın kararlarına endekslendi. Bakanlıklardan askeriyeye, kolluk kuvvetlerinin organizasyonundan maliye ve finans kararlarının alındığı bakanlıklara, dış politikadan güvenliğe, aklınıza gelen hangi saha varsa, her birinde geçmişin düzeninin son bulduğunu, yeni yapılanmaların gerçekleştirildiğini görüyorsunuz. Elbette, yeniden yapılanma bazı durumlarda gerekli olabilir. Toplumlar değişiyor, ihtiyaçlar farklılaşabiliyor. Fakat değişimin belirli koşulları vardır. Devletlerde süreklilik önem arz eder. Yerleşik anayasal ve yasal müktesebatın ayrıntılı bir biçimde tahlili yapılmadan ve gerekliliklere uygun formel anayasal-yasal değişikliklere gidilmeden yapılan devlet mimarisindeki değişimler, devletin devlet olma vasfını tehdit eder hale gelmiştir. Türkiye’yi bir devlet gibi değil, üçüncü sınıf bir şirket gibi yönetmek istiyor bu zihniyet. Bu elde edilenler “Allah’ın lütfu” değilse nedir!

Hakkınızı kim savunacak?

İşin enteresan tarafı, bürokrasi ve iş dünyası artık olan biteni kanıksamak bir kenara, alkış tutmaya başladı. Tam bir cinnet hali yani! Anayasa hukukçuları, siyaset bilimciler, kamu yönetimi uzmanları, ekonomistler, yüksek yargı mensupları, bürokrasideki üst düzey bürokrat ve teknokratlar… Neredesiniz? Son derece enteresan şekilde, herkes susuyor. Tabi bunun önemli nedenlerinden biri, konuşmamak fiilinin rasyonalize edilmesi. Birincisi konuşmak çok tehlikeli. Her an “Fetöcü” olarak damgalanabilir, malınızı, statünüzü veya özgürlüğünüzü yitirebilirsiniz. Çünkü rejimin eleştiriye tolerans payı resmen Ortadoğu veya Orta Asya diktatörlüklerindeki seviyelere düşmüş durumda. Kim hakkınızı savunacak ki? Ortada kurum bırakmadılar. Anayasaya uymuyorlar diyorum, ötesi berisi var mı? Anayasa Mahkemesi, anayasa ihlallerine direnç gösteremedi. Zaten Mehmet Altan kararında olduğu gibi, ufak rötuş girişimlerinde de refüze oldu. Çünkü Saray kontrolü altındaki alt mahkemeler Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymadılar. Anayasa Mahkemesi kararlarına saygı duymadığını söyleyen bir şahsın cumhurbaşkanı – pardon başkan! – olduğu bir muz cumhuriyetinde ne bekliyorsunuz ki daha? Anayasa Mahkemesi, sistemin denge ve fren mekanizması olmadığını ayan beyan gösterdi. Tüm bunları gören biri, nasıl olur da “Allah’ın lütfu” demez!

Bürokrasinin en kurumsal olanı Türk Silahlı Kuvvetleri, 15 Temmuz sonrasında hallaç pamuğu gibi tırpanlandı. Kadroları diken üzerinde olan TSK, artık partizanlık ve yalakalıkla makam-mevki elde etmeye çalışan Saray paşalarıyla dolu. Hulusi Akar, kendisinden önceki tüm genelkurmay başkanlarından ileri giderek, TSK’nın Gorbaçov’u olarak tarihe geçecek şüphesiz. TSK, onun döneminde siyasilerin oyuncağı haline gelmedi mi? 15 Temmuz sonrasında kendi üst personelinin yöneticisi konumundaki tüm general ve amirallerinin yüzde elliye yakını “Fetöcü” olma ve darbeye karışma suçlamalarıyla hapse tıkıldı, ağır işkencelerden geçirildi, savunma hakları bile gasp edildi. Bu general ve amirallerin sadece doğum tarihleri bile, “Fetöcü” iddialarının önemli bir zafiyetini oluşturuyor. Kaldı ki, bu generallerin terfi ve atamalarının altında bugünkü iktidarın imzaları var. Dahası, yapılan suçlamaların maddi kanıtları ortaya konulmuyor. İddianameler hukuk tekniğinden uzak, siyasi-ideolojik amatörce hazırlanmış suçlamalarla dolu. Fakat kimsenin bunlarla ilgilendiği yok. Tıpkı Harp Akademisi’nin ve askeri okulların tümünün bir oldubittiyle kapatılması gibi, general ve amirallerin tasfiyesi de geçiştiriliyor. Oysa bu general ve amirallerin komuta ettiği yüz binlerce askerin neden darbeye karışmadığı gibi temel bir soru dahi sorulmuyor. 15 Temmuz kültleştirilirken ve çakma bir Kurtuluş Savaşı (Milli Mücadele) alternatifi resmi tarih yazımı gerçekleştirilirken, Kılıçdaroğlu daha önce “kontrollü darbe” olarak nitelediği 15 Temmuz’u bugün iktidar söyleminden de azimli bir şekilde sahipleniyor. Yenikapı Ruhu ile tecavüz ettikleri anayasal düzen yetmezmiş gibi, gayrı meşru seçimleri meşrulaştırıcı yumuşak muhalefetleri yetmezmiş gibi, halkı gaza getirip sonra da seçim gecesi yüzüstü bıraktıkları yetmezmiş gibi, şimdi de darbenin resmi Saray tarihine uygun yorumunu da benimsemiş görünüyorlar. Bunlar tesadüf mü? Yoksa gerçekten çok mu aptallar? Ne olursa olsun, bunlar “Allah’ın lütfu” demeyi anlamlı kılar!

15 Temmuz 2016! O gece neler oldu?

Berat Albayrak’ın sırıtışından Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” klasiğine, verilen saatlerdeki tutarsızlıklardan, aynı kişilerin aynı olaylar hakkında farklı zamanlarda söyledikleri çelişkili ifadelere dek, 15 Temmuz söylemi derin çelişkilerle dolu. Neden 15 Temmuz araştırma komisyonu çalıştırılmadı? Neden MİT müsteşarı Fidan ve Genelkurmay Başkanı Akar komisyona ifade vermek üzere çağırılmadı? Neden ölenlerin otopsi raporları gizlendi? Neden keskin nişancılar veya silahlı milislerin kalabalıklara ateş açması gibi iddiaların üzerine gidilmedi? Neden TBMM’de havadan bombalandığı öne sürülen mekânların duvarlarında içe doğru değil de dışa doğru blast etkisi görülüyor? Neden komuta altında olan ve darbecilere karşı pistleri bombalayarak stratejik önemli bir işlevi yerine getiren pilotlar bir gün sonra “Fetöcü” olarak damgalanıp içeri tıkıldı? Eğer “Fetöcü” idiyseler, neden bu emirleri yerine getirdiler? Neden askerler köprünün sadece bir şeridini kapattı? Neden MİT’e gelen binbaşı tarafından yapılan darbe ihbarı ciddiye alınmadı? Neden darbeden bir gün önce Putin’in danışmanı Alexander Dugin Ankara’daydı ve o gece yetkilileri TSK’daki hareketlilik hakkında uyardığını söyledi? Neden Fidan Genelkurmay’a geldiği halde Erdoğan veya Yıldırım’a haber verme gereği duymadı? Yoksa haber verdi de, Erdoğan ve Yıldırım mı yalan söylüyor? Neden darbe sonrasında eski Ergenekoncu TSK kadrosu yeniden aktive edildi? Neden yurtdışındaki yüzlerce TSK üst düzey NATO personeli bulundukları ülkelere iltica etti? Neden bu subayların tümü söz birliği etmişçesine aynı şeyleri söylüyor ve bir kumpastan, bir entrikadan, bir tuzaktan bahsediyor? Neden ısrarla rejim hala ABD ve Almanya’yı darbe konusunda suçluyor? Bir taraftan da hala bu ülkelerle işbirliğine devam ediyor? Neden darbeyle uzaktan-yakından alakası olmayan yüz binlerce kamu görevlisi işinden edildi ve hain ilan edildi? Neden darbecilerle alakalı deliller objektif biçimde ortaya konulmuyor? Adil Öksüz’ü kim serbest bıraktı? Bu nasıl izah edilebilir? Bu gelişmeleri dikkate alınca “Allah lütfetsin” diye epey çaba gösterildiğine dair bir algı oluşmuyor mu?

15 Temmuz! Adeta bir Bermuda şeytan üçgeni!

Bilgiler, kanıtlar, hatta insanlar ortadan kayboluyor! Sorular, sorular! Buradan binlercesini daha sormak olanaklı elbette. Ama ben burada kesiyorum. Zaten son iki yılda yazılarımda hep sormaya ve sorgulamaya çalıştım. Hayatım boyunca darbelere karşı çıktım, demokratikleşme, insan hakları, temel haklar ve özgürlükleri savundum. Dün bugünkü muktedir güruh mağduru oynarken, hiçbir şahsi çıkarım olmadığı halde bulunduğum üniversitede onların haklarını savundum. İslamcıların (o zaman onların Müslüman demokratlar olduğuna inanıyordum) Türk siyasi sistemine Kürtlerle beraber entegre olmalarının, cumhuriyetimizin uzun vadede yararına olduğuna inandığım için, AKP’nin demokratikleştirici ve AB’ci politikalarını daima destekledim. Çoğu zaman, ailemi karşıma almak bahasına bunu yaptım. Oysa bugün, dünün kurban rolünün Oskar’lık oyuncuları olan İslamcılar, benim gibi muhaliflere öfke ve nefretlerini kusuyor, bizleri KHK’larla vatan haini ilan ediyor, sistemden tecrit ederek haklarımızı ve hukukumuzu gasp ediyor. 15 Temmuz bunlara fırsat verdiği ve bunları meşrulaştırdığı için Erdoğan tarafından “Allah’ın bir lütfu” işte! Bu nedenle 15 Temmuz’un bağımsızca ve nesnelce araştırılması önemli. Yaşamını yitiren 259 vatandaşımız için gerçekten çok üzgünüm. 15 Temmuz darbe teşebbüsünü planlayan, organize eden, hayata geçirmeye kalkan, eline silah alan veya doğrudan emir veren kim varsa, umarım bir gün gerçekten bağımsız mahkemeler önünde hesap verir ve yaptıkları büyük ihanetin bedelini adil bir yargı ve adalet sistemi önünde öder. Bunu bütün kalbimle diliyorum. Fakat öyle görülüyor ki, bugün rejim, bu objektif incelemenin ve araştırmanın yapılmaması için elindeki tüm gücü seferber etmiş durumda. Medyanın kontrol edilmesi, muhalif ve eleştirel seslerin hain ilan edilerek susturulması, korku imparatorluğunun kurulması, Gestapo yöntemleriyle Ermeni soykırımından sonra Anadolu topraklarının gördüğü en kapsamlı takibat ve zulmün yapılması, tek bir hedefe yönelik: gerçeklerin üzerini örtmek, soru sorulmasını engellemek. Bir tür kazan-kazan olarak rasyonalize edilen bu darbe girişimine “Allah’ın lütfu” diyen, bugün Türkiye’nin kaderini eline geçiren reis!

15 Temmuz Erdoğan tarafından “hayırlara vesile” bir girişim olarak anılıyorsa, bunun kriminoloji yöntemleriyle okunması gereklidir. “Allah’ın lütfu” olarak nitelenen ve “hayırlara vesile olan” bir askeri darbeden en çok istifade eden, onu manivela olarak kullanarak diktatoryasının yolunu açan, anayasayı fiilen fesheden bir rejimin dikkatle incelenmesi gerekir kanısındayım. Eşlerden birinin yüklü yaşam sigortası varken beklenmedik şüpheli bir ölüm, diğer eşi otomatikman olağan şüpheli yapar. Hiçbir kanıt olmasa da, bu şüphe üzerine polis kanıt arar, bağlantıları ve olası senaryoları dikkate alır, sorgular ve soruşturma yürütür. 15 Temmuz’u bizzat “Allah’ın lütfu” olarak niteleyen, onlarca tutarsız ifade ve şüphe çekici tutum içinde olan, dahası elindeki güçle darbe girişiminin nesnel bir araştırmaya tabi tutulmasını engellemeye gayret eden bir rejimden şüphelenmeyelim mi? Ortaya iddiadan başka bir şey koyamayan mahkemeleri mi barem alalım? İşkenceleri, siyasi iddianameleri, “sizi buraya tıkan güç öyle istiyor” türünden buram-buram derin devlet kokan Gestapo metotlarını sorgulamayalım mı? 15 Temmuz’da aslında ne oldu demeyelim mi?

Rejimin bu kadar baskı kurması ve 15 Temmuz’da olanların örtbas edilmesi konusunda giriştiği kitle hipnozu çalışmasının nedenlerini sorgulamayalım mı? 15 Temmuz bu rejimin resmi tarihinin başlangıç anlatısı olarak kullanılıyor. Sanıyorum bu rejimin sonu da 15 Temmuz’a ilişkin tutarsızlıkların bir gün aydınlanması ile gelecek. Unutmayın: gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır! Sormayalım mı “Allah lütfetsin” diye kim ne yaptı 15 Temmuz’da?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Sayin Mehmet Efe,
    Cumhuriyet gazetesinde sayin A.Engin´nin ” Iki yil önce dün ” yazisini okumanisi tavsiye ederim. Size yazilmis. Bu yazi güzel bir yanit ister.
    Saygilarimla

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin