Tek kanatlı kuş uçamadı, çünkü uçamazdı… [Kemal Ay, yazdı]

Vefatının 57. Yılında Bediüzzaman’a dair…

Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât’ın başında, Kürt illerinin dağ ve bayırlarını ‘medrese eyleyerek’ kendi kendine (çünkü Kürtlerin öğrenme anlayışı böyledir, ona göre), meşrutiyet rejimi hakkında bir soru-cevap bahsi açar. “Ey Seyda!” der, “İstanbul’a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?”

‘İnkılâb-ı azîm’ (büyük değişim) dediği, İkinci Meşrutiyet’in ilânıdır. 1908’deki ‘ihtilal’ sonrasında, Padişah Abdülhamit daha önce kendi eliyle kapattığı Meclis’i açmış ve askıya aldığı anayasayı yeniden ilân etmiştir.

Bediüzzaman, bu değişimden ‘müjde’ diye bahseder ve meşrutiyetin ‘nur’ olduğunu savunur. Öyle ki, ‘şu devletin yarı milleti, pahasına verilse idi’ gene de ucuz gelirdi demektedir. Ancak soru soran, şüphelidir. “Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri ve sualleri hallet” dedirtir hayalî muhatabına Üstad.

Nedir o şüpheler?

“İstibdat nedir; meşrutiyet nedir?” Diğeri: “Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık.” Başkası: “Dinimize zararı yok mu?” Daha başkası: “Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi de zarara sokacaklar.” Diğeri: “Gayr-i müslim, nasıl asker olacak?”

bediüzzaman spotİlk soruya cevap olarak Said Nursî, istibdatın İslamiyeti zehirlediğini, Müslümanlar arası onca ihtilafın sebebi olduğunu açıklar. Ardından meşrutiyeti, ‘bazı memurların fiilleri’ sebebiyle ‘yanlış ders’ olarak okutturulduğu hâliyle değil, bir ‘ideal’ olarak anlatacağını söyler.

Bediüzzaman Said Nursî de, tıpkı kendi devrinin entelektüelleri gibi, meşrutiyeti, ‘istişare’ zemininde ele alır ve Kur’an’daki istişare ayetlerine atıfta bulunur. Sonra da, “O nurlu vücudun kuvvete bedel hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir” sözleriyle etraflı bir tanım yapar. Daha da ileri gider ve meşrutiyetin ‘İslâmiyetin bahtını, Asya’nın talihini’ açacağını iddia eder.

İdarenin halka verilmesi, Nursî’nin gözünde herkesin ‘bir padişah hükmüne’ getirilmesidir. Çünkü ‘insaniyetin esası olan cüz-ü ihtiyarı temin eder’. Böylece insanı ‘azad eder’. Bunun ötesinde ‘üç yüz milyondan ziyade ehli İslamı bir aşiret gibi birbirine rapteder’.

Bediüzzaman’ı bu kadar heyecanlandıran meşrutiyet, onun nazarında hükümetin ‘hekim’ ve milletin ‘hasta’ olduğu bir modeldir. Merkezî padişahlık gibi bir yönetimde, hasta dinlenmeden ilaç yazılır. Oysa istibdat yönetiminde, hücresinden çıkmayan bir adam (Abdülhamit’i kastediyor) tüm millete ilaç yazar ve bir hastalığa derman olan ilaç, başka hastalığa zehir olabilir.

Bu tarif ettiğin meşrutiyet bize henüz gelmemiştir, sualine ise Bediüzzaman ilginç bir cevap verir: “Evet, bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit (baskıcı) eder.” Bu kez sual eden şöyle sorar: “Tarif ettiğin meşrutiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

Üstad’ın cevabı ise şöyle (mealen): “Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetli, cehaletten yana, husûmet dolu olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez.”

Meşrutiyet’in (buna medeniyet de diyebiliriz pekâlâ) Kürt illerinde (aslında bütün Anadolu’da) hakkıyla uygulanamamasının sebebini Bediüzzaman, ‘vahşet’, ‘cehalet’ ve ‘husûmet’ olarak açıklıyor. Sonrasında da, ‘asıl bizi mahveden’ diyor, ‘içimizdeki garip nâmlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi’.

***

bediüzzaman spotBugün birisi çıkıp “Siz Cumhuriyet’i ya da demokrasiyi beceremediniz ama suç Cumhuriyet’te ya da demokraside değil sizdeydi” dese, muhtemelen ‘halk düşmanı’ ilân edilir. Ancak sistem tartışmalarının orta yerinde ciddi ciddi üzerinde düşünmemiz gereken şeylerden birisi de, ‘insan yetiştirme’ dediğimiz husus.

Üstad’ın kelimeleri hassasiyetle seçilmiş, İstanbul’da meşrutiyetin yaşandığını iddia etmiyor, bilakis ‘o memurların fiillerine’ bakıp da değerlendirmeyin, diyor. İleride berrak bir nehir hâline geleceğini düşündüğü meşrutiyete sıkı sıkıya bağlanmak gerektiğini savunuyor. 100 senedir köhneleşmiş bir yapının hemen ayağa kalkamayacağını anlatıyor. Hatta ‘şimdi tembellik etseniz’, 100 sene sonra ancak semeresini alırsınız, diyor.

(Bu 100 sene meseleleri genelde kesretten kinayedir ama gerçekten de ucu ucuna 100 sene bekleyenler oluyor hep.)

Bediüzzaman’ın teşhisleri gerçekten de orijinaldir. Çözüm önerileri de öyle. Osmanlı İmparatorluğu içinde, Kürtleri örnek göstermek suretiyle, halkın meşrutiyete (demokrasiye) hazırlanması gerektiğini erken söyleyenlerdendir. Cüz-ü ihtiyariyi, yani insanın özgür iradesini, insaniyetin esası olarak görür ve ‘şahsiyet’ fikrinin İslamî camiadaki öncülüğünü yapar. Daha sonra gelen ‘şehirli dindarlar’, muhafazakâr entelektüeller, bu ‘şahsiyet’ fikrinin üzerinde sıkça duracaktır.

Üstad’ın daha çok bilinen tespiti şuydu, hatırlarsınız: “Bizim düşmanımız cehalet, zarûret, ihtilâftır.” Bu üç hastalığa tedaviyi de yine kendisi önerir: “Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.”

Fark etmişsinizdir, Bediüzzaman teşhiste de, tedavide de toplumsal bir bakış açısını tercih ediyor. Burada bir devlet sistemi yahut siyaset tarzı yok. Toplumun hastalıkları belli: Cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf. Bu ihtilaf meselesinin özü de, yukarıdaki alıntıda görülen ‘husûmet’tir. Türkiye siyasetinin bugünkü tıkanıklığının en büyük sebebi, toplum kesimleri arasındaki bu husûmettir ki, farklı fikirleri ancak temsil edenlerin yüzdeleri nispetinde duyurulabilir hâle getirmiştir. Apaçık bir kötülüğe karşı ‘bir araya gelmeyi’ imkânsız etmiştir.

***

Peki, Bediüzzaman’ın reçetesini nasıl uygulayacağız? Veya, bugüne kadar neden uygulayamadık?

İslamcılık ideolojisinin mimarları, toplumdaki en büyük problemin ‘Müslüman bilinci eksikliği’ olduğunu düşünmüşlerdi. Onlara göre, insanlara Müslüman oldukları ‘hatırlatılmalıydı’. Müslümanlara, Müslüman oldukları emperyalist Batılılar tarafından unutturulmuştu.

Bu teşhise karşı yazılan reçete de belliydi: Müslüman kimliği (Batı karşıtı olarak) ‘yeniden’ ele alınacak ve bu kimliğe uygun şekilde, siyaset tarzında topluma ‘işlenecek’ti. (Aşırı politize olmuş Marksistlerle, İslamcıların birbirlerine çok ‘yakın’ olmalarının bir sebebi var!)

İslamcıların ‘Müslüman kimliği’ kurgulamaları hep sorunlu oldu. Günümüz şartlarında ‘Her şeyin Müslümancası’nı icat etmeye kalkınca, “İslamî yaşam tarzı” adı altında ‘paralel’ bir modern hayat ortaya çıktı (Ehli buna ‘modern anti-modernizm’ der). Bunun en güzel örneğini geçenlerde, TRT muhabiri bir arkadaş, Kâbe’de sevdiği kadına evlilik teklif ederek gösterdi. (Allah mesut etsin!)

Tabi burada oturup uzun geçmişiyle İslamcı geleneği mahkûm etmeden önce, her Müslüman’ın oturup düşünmesi gerekir. Sorun neydi?

Osmanlı’nın son döneminde, Batı’dan ardı ardına yeni icatlar, yeni hayat telakkileri, yeni sanatlar İstanbul’a gelirken, İstanbul’daki Müslüman entelektüellerin ve medrese hocalarının ‘cevap üretmesi’ gereken onlarca sorun ortaya çıkıyordu. Trenlere kadın-erkek karışık mı binilecekti? Tiyatro oynamak ya da seyretmek caiz miydi? Meclis açmak İslam’da var mıydı? Bisiklet biz Müslümanlara uygun düşer miydi?

Bugün tebessüm ettiren bu sorular, ciddi sorulardır. Son 200 senedir Müslümanların pek de davet edilmedikleri bir şölende, bir türlü akıllarını başlarına devşirip manzarayı anlayamamalarının sebebidir bu sorular.

Bediüzzaman, bu tartışmaların arasında, orta bir yolu tavsiye eder. ‘Batı’nın ilim ve tekniği’ denilerek hep bir mesafeyle yaklaşılan bilim ve teknolojiye ‘beşerin fenni’ diyerek (evrenselleştirerek), onu ‘aklın ziyası’ seviyesinde yüceltir. Onun yanına, ‘kalbin nuru’ dediği dinî ilimleri yerleştirir ve formülünü tamam eder.

***

1952’de kendisini ziyaret eden gazeteci Eşref Edip’e, Bediüzzaman Said Nursî, ‘beni anlayamadılar’ diye yakındıktan sonra şu ‘acayip’ cümleyi söylemişti: “Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar.”

Bu yakınmanın muhatabı belli ki Nur talebeleri değildi. Kanımca kendisine pek rağbet etmeyen Türk entelektüel sınıfını işaret etmişti. Gene de ama bu yakınmadan eserlerini okuyanların da payı olabileceğini düşünüyorum.

Said Nursî, Müslümanların yaşadığı problemlerin sadece ‘manevi’ sahadaki eksikliklerle açıklanamayacağını görmüştü muhtemelen. Bir yandan ‘iman kurtarma davası’ dediği Risale-i Nur külliyatını yazarken, diğer yandan ‘cehalet, fakirlik ve ihtilaf’ meselesiyle mücadele ediyordu. Müslümanlara bilim ve teknolojinin ‘faydalı da olabileceğini’ anlatıyor, onların nazarlarını ‘kâinat kitabına’ (dünya bilgisi) çeviriyordu. İslam dünyasının kahir ekseriyetinin daha belki 100 yıl fakirlikten kurtulamayacağını bildiğinden, zarurete karşı ‘iktisat’ (tutumluluk ve kanaat) meselesini işliyordu. Nazarını siyasetten çevirmiş, tek tek kalp ve kafalara konuşuyordu.

Bugün, herhangi bir Müslüman topluluğun dünyada yaşadığı sorunları sadece manevi hayattaki eksiklikleri gidererek aşmasının imkânı yok. Kalple beraber akıl da çalışmadıkça, her Müslüman (en azından maddi imkânı olanlar) çağının bilim seviyesini yakalama yolunda gayret etmedikçe, diz kırıp okumadıkça, İngilizce öğrenip en azından ana akımdaki bilgiyi edinmedikçe, kendi alanında uzmanlaşıp pratikte olduğu kadar teoride de derinleşmedikçe, yani ‘çift kanatlı bir kuş’ hâline gelmedikçe, bu problemler karşımıza çıkmaya devam eder.

Bir Müslüman gazeteci olarak (dua ediniz), bu alandaki etik, ahlak tartışmalarını, gazetecilik anlayışlarını (kuramları), bu mesleğin tarihini, başka ülkelerde nasıl icra edildiğini, meslekteki yenilikleri, bu mesleğin nasıl en doğru şekilde yapılacağını evrensel ölçülerde araştırmam, adeta imanımın da bir gereği olmalı. (Diğer meslekleri buna kıyas ediniz.)

Dünyayı doğru anlamak, onu gerektiğinde terk etmenin de etkili bir yolu olabilir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin