Suriye meselesinde son durum ve Kürtler

YORUM | KEMAL AY

Fransız filozof Alexis De Tocqueville 1830’larda yaptığı Amerika seyahatinde, bu ülkedeki demokrasinin kaynaklarını araştırırken şöyle bir gözlemini mealen şöyle kayda geçirir: Amerika’da küçük birlikler ve dini gruplar bireylerin devlet karşısında güçlenmesini sağlamaktadır. İnsanlar hemşeri derneklerinde ya da meslekî örgütlerde bir araya gelerek devlete karşı kendilerini sakınabilecekleri bir ‘sığınak’ inşa etmektedirler aslında. Ayrıca buralarda edindikleri birlikte iş yapma tecrübesi, demokratik katılım fikrine de pozitif katkı sağlamaktadır. Aynı şekilde din etrafındaki cemaatleşme de bireylere toplumsal bir rol biçmekte ve demokrasinin prototipini oluşturmaktadır.

Yüzyıllardır bir devletleri olmadığı hâlde Kürtlerin bölgede kimliklerini koruyabilmelerinin ve çeşitli devletlerden gördükleri baskıya rağmen ayakta kalabilmelerinin sebepleri de bunlar olabilir: Aşiret yapısı, dini örgütlenme ve daha modern dönemde ideolojik mücadele. Demokrasinin bir çeşit ‘kelle sayımına’ indirgendiği Türkiye gibi ülkelerde Kürt aşiretlerin Türk siyasi partileriyle ilişkileri de uzun yıllar ‘oy deposu olma’ pratiğine indirgenmişti. Ancak ‘eşit ilişkiler’ de geliştirildi. 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin programında Kürt meselesinin yer alması ilk adımdı. 1970’lerde Kürtler arasından sol örgütlere sempati besleyen çok sayıda isim çıktı. 1980’den itibaren silahlı gerilla direnişi fikri ağır bastı. Buna rağmen 1990’larda Meclis’e SHP çatısı altında Kürt vekiller girmeyi başardı. Daha sonra Kürt ağırlıklı ve siyasî çizgisi PKK ile örtüşen partiler geldi. Ancak bununla birlikte güvenlik bürokrasisinin ‘yok etme’ politikaları da hızlandı.

PKK MEŞRUİYETİNİ BİZZAT DEVLETTEN ALIYOR

Bunun sebepleri herkesçe malum. Ankara’daki yerleşik yapı yumuşamadığı gibi PKK’nın silahlı mücadelesi de herhangi bir ‘çözüm’ umudunu dürüstçe desteklemedi. Bu yüzden biraz da Derin Devlet’le PKK arasında hep bir bağ olduğu varsayıldı. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bazı açıklamaları da (bkz. 1999’da mahkeme safhasındaki savunması) açıkçası bu değerlendirmeyi güçlendirdi. Nitekim dünyadaki terör örgütü pratikleri de bu grupların ister istemez istihbarat örgütleriyle irtibat içinde olabileceğini gösteriyordu. Ancak Kürtlerin bir bölümü, hiç de azımsanmayacak bölümü PKK’nın kendi çıkarları için savaştığını düşündü hep. Devlet de bunun böyle olmadığını çeşitli yollardan ispata girişti. Yerleşik düzen ‘PKK’ya desteğin bedelini’ arttırdıkça (bkz. Köylerin yakılması) Kürtler arasında PKK’ya sempati azalmadı, bilakis arttı.

Netice itibariyle dört ülkeye yayılmış hâldeki Kürtlerin Türkiye’deki en ‘yaygın ve güçlü’ çatısı olan PKK, Marksist bir gerilla hareketini, aşirete dayalı kan bağını ve etnik milliyetçi siyaseti bir araya getirerek Kürtlerin bir kısmını devletten ‘korumayı başardı’. Geriye kimliğini ve kültürünü kazanmış Kürtlerin ‘sisteme’ entegre edilmesi kalmıştı. Nitekim Erdoğan ve Öcalan’ın inisiyatifleriyle başlayan ‘çözüm süreci’ toplumda kabul görmüş, Kürtlerin toplumdaki algısını dönüştürmeye başlamıştı. Fakat masanın devrilmesiyle her şey eskiye döndü. Bu kez şehirler yerle bir edildi. Erdoğan’ın orduda ulusalcılarla işbirliğine gitmesi, Kürt meselesindeki en ‘şahin’ komutanların işin başına geçmesine sebep oldu. Zaten Erdoğan’ın en iyi yaptığı şey de bu, sizinle işi bitene kadar size ‘hayallerinizi’ gerçekleştirme imkânı vermek. İşi bitince de, bütün suçu üzerinize yıkıp çekilip gitmek.

PKK’YI ‘ANLAMADAN’ MESELEYİ ÇÖZEBİLİR MİYİZ?

Bu arada şu parantezi açmam gerekiyor. PKK, Türkiye’de çok konuşulup pek anlaşılmayan bir yapı. Hakkında detaylı bir analiz yapan, gencecik çocukların neden PKK’ya katıldığını merak eden, örgütün içindeki işleyişi, bu işleyişin mantığını çözmeye gayret eden çok az sayıda çalışma mevcut. Bu konudaki en iyi işlerden birini Bejan Matur, Zaman gazetesinde yayınlanan söyleşilerden oluşan ‘Dağın Ardına Bakmak’ isimli kitabında ortaya koydu. Aliza Marcus’un ‘Kan ve İnanç’ kitabı henüz aşılabilmiş değil. PKK konusunda en yetkin isimlerden Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı Kürt Raporu da bir ‘siyasî paradigma’ önerse de, işin toplumsal boyutunda eksik kalmıştı. Kürt meselesindeki en meraklı gazetecilerden Hasan Cemal ise ‘sokağın/dağın hissiyatını’ yansıtmaktan öteye pek gidemedi. Aytekin Yılmaz’ın ‘soldaki iç hesaplaşma’ üzerine yazı ve kitaplarındaki PKK bahsi ise farklı bir örgütün yönünü ortaya koyuyor. Akademide bu konuda çalışma yapmak, doğrudan doğruya işten atılmayı getirir muhtemelen.

ULUSLARARASI BİR MESELEYE DÖNÜŞTÜ

Yıllarca hep bir çeşit ‘iç mesele’ olarak görülse de özellikle 2003’ten itibaren Kürt meselesi uluslararası bir boyut kazandı. Yıllarca Irak’ta ve Suriye’de zulüm gören Kürtler, 2003’teki Irak İşgali’yle birlikte yüzyıldır bekledikleri o ‘tünelin sonundaki ışığın’ nihayet göründüğünü hissettiler. Dört parçadan oluşan Kürt bölgesi, Irak’ta ABD’ye verilen destekle birlikte ciddi bir ivme yakaladı. Barzani aşiretinin temsil ettiği Irak Kürtler’i, bugünlerde bağımsızlık referandumu yapmaya hazırlanıyor. Suriye’de de benzer bir yöntem izlendi. Barzani ile Öcalan arasında ciddi farklar var ve bu iki ülkedeki Kürt siyasetine yansıyor. Ancak Suriye’deki Kürtlerin lideri konumundaki Salih Müslim doğrudan PKK’nın uzantısı olan PYD’yi yönetiyor. Türkiye’den çok sayıda genç PYD’nin ordusu konumundaki YPG saflarına katılıyor. 2003’te Irak’ta Peşmerge’yi sahaya sürerek kazanılan ABD desteği bu kez Suriye’de YPG eliyle kollanıyor.

Ancak Barzani ailesiyle iş ilişkileri kurarak dostluk kazanan Erdoğan ailesi, Suriye’deki PYD varlığından rahatsız. Fırat Kalkanı Operasyonu’yla PYD’nin ‘tekerine çomak’ sokmayı hedefleyen Erdoğan, şimdi de Rojava’ya ve diğer YPG alanlarına göz dikti. Cihatçılardan temizlenecek Suriye’de herkes kendince ‘alan hakimiyeti’ peşinde fakat Türkiye’nin tek hedefinin PYD’ye rahat vermemek olduğu görülüyor. Bunun anlaşılır tarafı şu: PYD’nin bölgede özerklik kazanması, Türkiye’de PKK’yı da güçlendirecek ve yarın bir gün benzer bir özerklik/bağımsızlık meselesi daha ‘uygulanabilir’ hâle gelecek. Erdoğan’ın ve askerî danışmanlarının Güneydoğu’yu yerle bir etmesinin mantığı da ‘rehine pazarlığı’ hikâyesi. PYD eğer Suriye’deki iddiasından vazgeçerse, muhtemelen PKK ile ‘müzakere masası’ bile kurmak mümkün. Ancak belirsiz bir Türkiye masası yerine ABD ile yürütülen seviyeli bir Suriye masası, daha cazip görünüyor.

SURİYE’DEKİ YENİ STATÜKO VE TÜRKİYE

Türkiye’nin PYD ısrarı, bu arada Suriye’de ‘cihatçılara’ alan açıyor. Zira kuzey Suriye’de IŞİD ve El Kaide türevleriyle doğrudan çarpışan neredeyse tek askerî güç YPG. Türkiye’nin sınırında YPG’yi tehdit etmesi de doğrudan buralardaki ‘cihatçı’ varlığını güçlendiriyor. Nitekim hem ABD hem de Rusya, Türkiye’nin bu tavrından rahatsız. İdlib’in El Kaide’nin eline geçmesi bunun son örneği. Her ne kadar Erdoğan’a yakın kaynaklar ‘Batı’nın kafası karışık politikalarını’ suçlasa da Ankara’nın ABD’yle yürüttüğü ve daha çok ‘salağa yatma’ olarak algılanan YPG pazarlığı Suriye’nin kuzeyindeki belirsizliği arttırıyor. Musul’dan sonra Rakka’nın da düşmek üzere olması sonrasında çatışmaların kuzeyde İdlib çevresine yoğunlaşacağı ve Türkiye’nin sınırına yakın bölgelere nüfuz etmek istediği sır değil. ABD ve Rusya’nın buradaki kararı belirleyici olacak.

Irak’ta Kürtlerin bağımsızlığı elde etmesi bir referanduma bağlı görünüyor ancak herkes Suriye’ye yönelmişken ve başta Irak merkezî yönetimi olmak üzere itirazlar yükselirken nasıl bir ‘bağımsızlık’ yaşanacağı merak konusu. Suriye’de ise daha alınacak çok yol var gibi görünüyor. Ama kısa vadede Türkiye’nin yeni bir askerî operasyonla Suriye’de varlık göstermesine kesin gözüyle bakılıyor. Sadece askerî değil bakanlıkların ve Diyanet’in de bölgede ciddi çalışmaları var. Türkiye’deki Suriyelilerin bölgeye taşınması ve buralarda ‘muhaliflere’ alan açılması hedefleniyor uzun vadede. Gelgelelim Suriye’nin geleceğine şekil verilecek masada Türkiye’nin ne kadar süre oturabileceği muamma. Erdoğan’ın ‘fiilî durum oluşturma taktiği’ içişlerinde başarılı ancak dış politikada ne kadar etkili olacak göreceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. 2003 yılında ABD, Irak’a demokrasi getiriyoruz diye girmişti. 2010 yılında yine Arap Baharı Suriye’de demokrasi istiyoruz diye bu ülkeye gelmişti. Bu iki gelişmenin ortak sonucu, şimdi görüyoruz ki, bölgedeki Kürt oluşumlarının güçlenmesi oldu.

    İktidar partisi AKP’nin uygulamalarıyla giderek demokrasiden uzaklaşan Türkiye’nin de kaderi bu iki ülkeye benzemez inşallah.

    Zira böyle bir durumda ülkemizin düşeceği durum ortada. Bugün ne Irak ne de Suriye artık belini kaldıracak durumda değil. 🙁

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin