Sosyal ağlar ve bizim olmayan hayatımız

YORUM | A. YAVUZ ALTUN

Facebook’un kurucu CEO’su Mark Zuckerberg, ABD Kongresi tarafından iki gün boyunca sorgulandı. Cambridge Analytica skandalının ardından hisseleri neredeyse serbest düşüşe geçen Facebook, bu iki günlük oturumdan sonra borsada toparlandı. Bir anlamda Zuckerberg ve ekibi, kongrenin sorgusunu kendileri açısından iyi bir PR kampanyasına dönüştürdü. Genç dâhi, sıklıkla ‘Herhangi bir yasal regülasyona karşı değilim’ dedi. Hatta, kongre üyelerinin işbirliği talebine de olumlu yanıt verdi. Zuckerberg’in medya açıklamaları da zaten, özürle başlamıştı. Cambridge Analytica meselesinin ciddiyetini doğru anladığını gösteren bir işaretti bu.

Kongredeki oturumda gülümseten detaylar var. Mesela bir kongre üyesi, Facebook’un nasıl bedava hizmet verebildiğini sordu. Zuckerberg kendini tutamadı, kıkırdadı. Reklamla para kazandıklarını söyledi. Basit bir soru gibi görünüyor ancak aslında problem tam olarak burada başlıyor.

MEDYA NASIL PARA KAZANIR?

Basılı gazeteler ve dergiler, satış rakamları ve reklam gelirleri üzerinden para kazanır. İş dünyasının esiri olmak istemeyen yayınlar, satış gelirlerini arttırabilmek için ya abone sistemiyle daha fazla okuyucuya ulaşmayı tercih eder ya da fiyatlarını yüksek tutar. Okur profili de bunu karşılayabilecek zenginlikte olan şehirli, orta sınıflardır çoğunlukla. Ancak bazı ülkelerde, mesela Türkiye’de, zengin iş adamları medyayı bir yatırım ve PR aracı olarak görerek zararına katlanıp buraya büyük paralar aktarmayı sürdürebilir.

Televizyonlar ise gazetelerin aksine neredeyse tamamen reklam gelirine bağlıdır. ABD’deki gibi paralı televizyonculuk her yerde yaygın değil. Bu da televizyonların, daha fazla izleyici çekmek ve böylece reklam verenlerin öncelikli tercihi hâline gelmek gibi bir ‘ihtiyacı’ olduğunu gösteriyor. Eğer reklamla daha çok kişiye ulaşmak istiyorsanız, en çok izlenen TV’yi seçersiniz doğal olarak. Bunun yan etkilerinden birisi, televizyonların sansasyon merakını uyandırmaktı. Türkiye’ye anchormenlik mesleğini getiren Reha Muhtar bunun en keskin örneği. TV haberciliğini neredeyse bir şova dönüştüren Muhtar, diğer kanalların da mecburen (çünkü seyirci kaybetmek, reklam verenleri kaybetmek anlamına gelir) bu modayı takip etmesine sebep olmuştu.

İnternet, bir haber mecrası olarak bu yönüyle TV’ye benziyor. Elbette Facebook ya da Twitter’ın kuruluş amacı ‘haber kanalı’ olmak değildi. Fakat sosyal etkileşimin doğal bir neticesi olarak insanlar buraları ‘haber’ maksatlı da kullanmaya başladı. Tıpkı TV gibi, Facebook ve Twitter da çok fazla kullanıcıya sahip olup reklam verenleri cezbetme yolunu seçecekti. Bunun için, üyelerini sürekli sitede tutacak ve reklamların görünürlüğünü arttıracak bir ‘kullanıcı deneyimi’ tasarlamaları gerekliydi. Çokça tartışılan sosyal medya ‘algoritması’ burada devreye girdi.

HER ŞEY DAHA ÇOK REKLAM İÇİN

Google, Facebook ya da Twitter, dünya üzerinde milyarlarca kullanıcıya sahip bu platformlar, reklam verenlere şu hizmeti sunuyor: İnsanların nelere ihtiyaç duyduğunu, nelerle ilgilendiğini sitemizde geçirdikleri sürede öğrenebiliyoruz ve markanızı tam uygun zamanda, uygun şekilde, üstelik kişiye özel olarak karşılarına çıkarma imkânımız var. Peki, bu dev teknoloji şirketleri bu bilgiye nasıl ulaşıyor? Elbette, biz veriyoruz. Sosyal medyayı bir gazeteye benzetecek olsaydık şöyle olurdu: İçeriğini tamamen okurlar oluşturuyor ve her okur için farklı bir gazete basılıyor. Yani ortada devasa büyüklükte, sizin de katkıda bulunduğunuz bir bilgi akışı var ve siz, kullanıcı olarak onun sadece bir bölümüyle muhatapsınız. Karşınıza nelerin çıkacağını ise daha önce nelere ilgi gösterdiğiniz belirliyor. Bir ‘like’, ona benzer bir başka ‘like’ı çağırıyor.

YANKI ADACIKLARI VE POPÜLİZM

Kabaca tarif ettiğim bu sistemin iki temel problemi var: İlki, çokça tartıştığımız ‘yankı adacıklarına hapsolma’ meselesi. Çünkü yukarıda anlattığım ‘kullanıcı deneyimi’ algoritması para kazanmanın en kestirme yolu. Ancak bu algoritma, iş ‘siyasî görüşlere’ geldiğinde, tökezliyor. Sosyal medya algoritması, dünyayı bir semboller evreni olarak algılar. Beğendiğiniz parfümle, yakın olduğunuz siyasî görüş, o algoritma için aynı değerdedir. Aralarında bir hiyerarşi bulunmaz. Bu sebeple de, nasıl ki hep sevdiğiniz markaları karşınıza çıkarır, aynı şekilde sizi hep aynı tondaki siyasî görüşlerin arasında tutmayı hedefler. Bir süre sonra farkında olmadan, sizinle farklı dünya görüşündeki Facebook arkadaşlarınızın paylaşımlarını göremez hâle gelirsiniz. (Bu arada bazı akademik çalışmalar, kutuplaşmanın online platformları kullanmayan seçmenler arasında daha yaygın bir fenomen olduğu görüşünde.)

Bu sistem müdahale edilemez değil elbette. Zuckerberg, kongredeki oturumda, terör içerikli paylaşımların geliştirilen yeni algoritmalarla ve bu alana bakan yaklaşık 200 kişilik bir ekiple tarandığını ve sistemden kaldırıldığını belirtti. Daha önce Facebook, çokça tartışılan haber uygulaması için bir editör ekibi kurmuştu.

İkinci problem, ‘popüler olanın’ tahakkümünü meşrulaştırması. Kapitalizm eleştirilerinden birisi, sistemin zengin olanı daha da zenginleştirmesidir. Çünkü daha çok sermayeye sahip olan, doğal olarak daha avantajlı konuma geçer. Hatta mesela reklam bütçesi çok yüksek bir firma, reklama bütçe ayıramayan firmadan, ürünleri daha az kaliteli olsa bile birkaç adım öndedir. Tekelleşme karşısında küçük firmalar genelde savunmasızdır. Sosyal medyadaki sistem de, benzer şekilde ‘popüler olanı’ daha popüler hâle getiriyor ve yaygınlaştırıyor. Doğası gereği bu algoritmanın doğru/yanlış gibi bir ayrım yapma şansı yok, paylaşımdaki bilgi yalan da olsa, eğer çok ‘like’ almışsa, bol miktarda ‘RT’lenmişse, onu daha çok insanın önüne düşürüyor. Birçok ‘ajans’ şimdilerde insanlara daha fazla RT ve ‘like’ almanın, Youtube’da ekstra görüntüleme kazanma ‘hizmeti’ sunuyor. Bunu önlemek için Facebook ABD seçimlerinden sonra özellikle yalan haberle mücadele adına bazı iyileştirmelere gitti.

Geleneksel medya, ‘sorumlu yayıncılık’ kavramının etrafında bazı sınırlandırmalar getiriyordu ancak Facebook ancak kısa süre önce sitedeki içeriklerden ‘sorumlu’ olduğunu kabul etti.

BİZİ BİZDEN ALMADAN…

Cambridge Analytica skandalı bize üçüncü ve daha önemli bir problemi göstermiş oldu. Sosyal medya aktivitelerimiz, bizi manipüle edilmeye açık hâle getiriyor. Üstelik bu kez çok daha savunmasız bir durumdayız. Geleneksel medya, belirli akıl yürütmeleri propaganda maksatlı kullanabiliyordu. Gündemi belirlemek ya da skandal üretmek, bunun için yeterliydi. Ancak şimdiki propaganda, çok daha ince işçiliğe sahip. Çünkü kendimizi, beğenilerimizi, zayıflıklarımızı, psikolojik kategorilerimizi ele veriyoruz. Irk, cinsiyet, yaş aralığı, sosyal ve siyasal eğilimlerimiz gibi bilinen demografik özelliklerimizin yanı sıra, şirketler ve devletler artık iç dünyamızı da gözetleyebiliyor. Genelde yakın ilişkilerde ya da aile arasında görülen psikolojik manipülasyon hikâyeleri, kamusal alana yayılıyor. Etrafımıza ördüğümüz sosyal etkileşim ağı, örgütlü sistemlerin (devletler, şirketler gibi çeşitli güç odakları) manipülasyon teknikleri için bir vasıtaya dönüşüyor.

İşin komik tarafı, sosyal medyanın içeriğini kendimiz oluşturduğumuz hâlde, bundan dev teknoloji şirketlerinin nemalanıyor olması. Tıpkı devletler gibi. Maddi (vergi) ve sembolik (yasaya itaat) gücünü vatandaşların rızasından devşiren devletlerin kendini vatandaş karşısında ‘öncelemesi’ gibi, bu şirketler de daha fazla kâr elde edebilmeyi, kişisel verilerimizden daha çok önemsiyor elbette. Ancak bu ‘içeriğini bedavadan elde eden’ online platformlar çoğalmaya da devam ediyor. Türkiye’deki Ekşi Sözlük’ü ele alın mesela. Yazarların girdiği entry’ler sayesinde büyüyen, ilgi çeken ve reklam geliri elde eden bir şirket orası basitçe. Gelgelelim, yazarlar da burada popüler olmanın, fikirlerini ifade edebilmenin ve başkalarına ulaşmanın ‘tadını’ aldıkları için bu şirkete bağımlı kalıyorlar. Benzer şekilde başkalarının içeriklerini sitede toplayarak buradan para kazanan Huffington Post’a, ‘emek sömürüsü’ davası açılmıştı ancak davayı kazanamadılar çünkü insanlar blog yazılarını Huffington Post’a verirken, bunu gönüllü olarak, daha çok okuyucuya ulaşmak için yapıyorlardı.

Kapitalizm tarihinde devasa şirketler, kendi çıkarlarının peşinde giderken çok kez etik olmayan hamleler yaptı. Zaman içerisinde gerekli müdahaleler oldu ve kısmî gerilemeler yaşatıldı. Ama önce insanların buradaki tehlikeyi görmeleri gerekli. Ve bu tehlikede tek sorumlunun bu şirketler olmadığını da. İnternet kültürümüz, tıpkı daha önceki medya biçimlerinde olduğu gibi, öncelikle kullanıcıların dikkatine ve eleştirel yaklaşımına muhtaç.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin