Ses vermeye (gel) sen de himmet eyle!..

Yorum | Bülent Keneş

Malumunuz Erdoğan rejiminin resmi borazanlığını yapan, söylediği yalanları çoğaltıp attığı iftiraları katmerleştiren Anadolu Ajansı, birlikte anılmaktan ancak şeref duyabileceğim başta Fethullah Gülen Hocaefendi olmak üzere, bir grup muhterem insanla birlikte bendenizi de eski Western filmlerinden hatırladığımız Vahşi Batı’daki kanun kaçakları için asılan “Wanted” afişleri gibi sarı silik bir kağıt üzerine resmederek sık sık “aranan terörist” diye yayınlıyor.

Geçtiğimiz günlerde Stockholm Center for Freedom’dan (SCF) iki arkadaşımız önemli bir insan hakları forumunda Türkiye’deki basın özgürlüğü ihlalleri, tutuklu ve sürgündeki gazeteciler ile ilgili bir sunum yaparken benimkine de denk gelecek şekilde bu fotoğraflardan bir ikisini ekrana yansıtmışlardı. Elindeki kaleminden, dilindeki bir iki kırık kelamından başka bir şeyi olmayan masum insanlara “terörist” yaftası yapıştırma alçaklığı, oldukça çarpıcı sunumu izleyen kalabalığı hayrete düşürmüştü.

‘SİZ BİRAZ ÖNCE EKRANA YANSITILAN O ‘TERÖRİST’ DEĞİL MİSİNİZ?”

Programı müteakiben forumun paralelindeki insan hakları fuarında kurulan standları ziyaret etmiştim. Resmi nitelikli bir kurumun standına sıra geldiğinde o kurumu temsil eden bir yetkili şaka yollu “Siz biraz önce ekrana yansıtılan o ‘terörist’ değil misiniz?” diye soruvermişti. Sadece bir yazıdan ötürü üç müebbetle yargılanan anlı şanlı bir ‘terörist’ olarak bu takılmayı elbette ki cevapsız bırakacak değildim. Anında karşı misillemede bulunmuş “Evet, taa kendisiyim. Kalemimi konvansiyonel ya da konvansiyonel olmayan her türden silah gibi kullanmakta üstüme yoktur,” demiş ve standdaki diğer insanlarla birlikte hep birlikte gülmüştük.

Hırs ve ihtiraslarının peşinde Suriye’deki kirli ilişkileriyle koca bir milleti perme perişan eden; gırtlağına kadar harama, rüşvete, hırsızlığa batmış olan; masum insanlara karşı yalanı kıyıcı bir silah, iftirayı cephane gibi kullanan; sırf yapıp ettiklerinden, hayatını kararttıklarından, canına kıydıklarından, çalıp çırptıklarından layüsel olabilmek uğruna kurmaya cehd ettiği dikta rejimine payanda olmadıkları için köylerini, kasabalarını, şehirlerini tanklarla, toplarla dümdüz ettiği Kürtlerin evlerini barklarını başlarına yıkan; bütün bunlar yetmezmiş gibi üstüne bir de şeytani bir kurguyla sahnelediği 15 Temmuz çakma darbesiyle yüzlerce insanın ölümüne yol açarken yüzbinlerce insanı işinden aşından, özgürlüğünden edip 80 milyonluk ülkeyi gidemeyenlerin cehennemine dönüştüren Erdoğan’ın İslamofaşist şer şebekesi elindeki kaleminden, dilindeki kırık dökük kelamından başka silahı olmayan bizlere varsın gece gündüz terörist desin.

REZİLLER TARİHİN ZELİLLER HANESİNE, DÜRÜSTLER İSE NEZİHLER HANESİNE

Vallahi vız gelir tırıs gider… Kimin ne olduğunu Allah zaten biliyor. Beynelmilel maşeri vicdan da er ya da geç gerçek terörist kim, gerçek hain ve alçak kim mutlaka anlayacak. İnancım ve umudum odur ki, tarih de herkesi hak ettiği yere mutlaka oturtacak. Reziller ve müptezeller zeliller hanesine, dürüstler ve namuslular nezihler hanesine… Ömrü olan bunu mutlaka görecek…

Kaldı ki bu yaşananlar elbette ilk kez bizim başımıza gelmiyor. Bu tür zulüm devirleri maalesef tarih boyunca hep olmuş. Ama hiçbiri ebediyete kadar sürmemiş. Geride büyük acılar, enkazlar, kahredici hatıralar bırakmış olsalar da hiçbiri baki kalamamış. Büyük tantanalarla geldikleri gibi hep büyük vaveylalarla gitmişler. Geride ise nesiller boyunca utançla, lanetle anılacak isimlerini ve mülevves hatıralarını bırakmışlar. Tarihin lanetliler çöplüğüne şöyle bir baktığımızda zaman tünelinden bu türden kimler kimler geçmemiş ki…

Dünya dediğimiz şey zaten böyle bir yer. Gelen geçer, konan göçer…. Geçmeyecek, baki kalacak olan ise kalemin ve kelamın namusunun, kalem sahibinin ve kelam müellifinin namusu olduğu gerçeğidir. Kalemini ve kelamını zalim ve ahlaksız muktedirlerin emrine verip şahsi menfaatlerine aracı kılanların, can ve mal korkusundan eğdikleri boyunlarıyla birlikte kalemlerine zikzaklar yaptıranların veya ikbal beklentisiyle kelamını rüşvete çevirenlerin tarihe geçecek olan utancıdır. Bu cinsten sefil muharrirliğin ve mülevves münevverliğin namusu en fazla orta malına dönüşmüş namuszedelerinki kadardır.

ALÇAK ZALİMLER ÖNÜNDE EĞİLMEKTENSE KIRILMAYI YEĞLEYENLER

Bugün namussuz havuz medyasında sayısız örneğini gördüğümüz bu türler, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, ucuz bir sermayeye çevirdikleri fikrin hem “fahişesi” hem de “zamparası” olmayı meziyet bilirler yine de. Yüz kızartıcı yaltaklanmalarından hastalıklı bir zevk alan devletlûlere yakınlıklarını başlarına konmuş devlet kuşu gibi görür bu sefihler. Gölgesinden güç devşirdikleri muktedirin önünde eğildikçe eğilir, haysiyetlerini erittikçe şişen ceplerini kar sayarlar.

Bizi bu tiksindirici türlerden biri olarak yaratmadığı, menfaat ya da korkular karşısında anında şahsiyet erozyonuna uğrayan tiksinç bir istidadla halk edip bu sefil durumlara düşürmediği için Allah’a ne kadar şükretsek azdır.

Neticede kendisine azıcık saygısı olanlar, zalimler ve tescilli alçaklar önünde eğilmektense kırılmayı yeğlerler. Çünkü, kırılma pahasına eğilmeyenlerin tek ölçüsü haktır. ‘Hakkın hatırı ise alidir.’ O hatırı hiçbir hatıra feda etmeyenlerin fiilen ve maddeten kaybetmiş gibi göründükleri dönemlerde bile başlarını eğdirecek bir durum söz konusu değildir. Çünkü, hile, hurda ve alçaklıklar karşısında yenilmiş gibi olsalar dahi başları dik, alınları açık, yüzleri ak, vicdanları rahattır. Böyle olabilenlerin gücünü ahlakiliğinden alan ne kalemleri ne de kelamları zeval görür.

AYDIN BİLİNEN KALEM EHLİ, BİRER KIVRAK MASLAHATGÜZAR OLAMAZ

Bu bağlamda fikri ve kelamı iş edinen, üzerlerine alınsalar da alınmasalar da kendilerine aydın denilen kalem ehli asla maslahatgüzar olamaz. Düşünce disiplininin namusu olan ilke ve prensipleri terk edip maslahatgüzarlık bataklığına bir kez sapmış olana da zaten aydın ve kelam/kalem erbabı denilemez. Bir kalem/kelam erbabı için en büyük meziyet odur ki, ilke ve prensipleri çerçevesinde doğru bilip, hak olduğuna vicdanen kanaat getirdiğini sonuçlarından bağımsız olarak gümbür gümbür dile getirebilsin. Hakkın ali hatırını şahsi ilişkilerinin, başına açacağı bela ve musibet endişesinin ya da menfaat beklentisinin önünde eğip büküp iki paralık etmesin.

Maddi kılıcın kınına girdiği, medenilere galebenin ikna ile olduğu bir dönemde hakperestlikle donanmış kalemin ve hakkaniyetle bezenmiş kelamın kılıca ve silaha üstünlüğüne ise şüphe yoktur. Zulüm ve haksızlıklar karşısında susmak yerine vicdan terazisinde tartılan hakkın hatırını müdafaa için kuşanılan kalem ve kelam, hatanın mümessili, edilecek sözün muhatabı her kim olursa olsun Hz. Ömer’in (ra) çevresindeki sahabilerin taşıdığı o ağır sorumlukla mükelleftir.

Bilinen hikayedir. Hz. Ömer (ra) hilafeti devraldığı günlerde “Ey nas! Ben haktan, adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sormuş ve oradakilerden birinden “Ya Ömer! Sen eğrilir, hakdan inhiraf edersen, seni kılıcımızla doğrulturuz!” cevabını almıştı. Rivayet odur ki, Hz. Ömer (ra) zaten almayı umduğu bu cevap karşısında çok memnun olmuş ve “Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!” diyerek şükretmişti.

Siz bakmayın tarih öncesinden ışınlanmış gülyabanilerin, zincirlerinden boşalmış eli kanlı yobaz sürülerinin ortalığı kasıp kavurup, tarumar etmesine. Referansımız olan medeni dünyada cidalin yerini ikna, kılıcın yerini kalem ve kelam alalı çok oluyor. Bu yüzdendir ki hakkın hatırını ali tutanların nereden ya da her kimden neşet ederse etsin bir yanlışı sahabiler gibi kılıçları ile değil, kalem ve kelamlarıyla düzeltme cehdine dair sorumlulukları artmıştır. Bu sorumluluğunun idrakiyle usulünce çaba harcayanlar kınanmayı, linci ve dışlanmayı değil, olsa olsa muhataplarının Hz Ömer’in yaptığına benzer bir takdirini hak etmektedirler.

‘BAŞLANGIÇTA SÖZ VARDI’

Hakkın müdafii olan söz/kelam ve dolayısıyla söze/kelama ebedilik kazandıran kalemin işlevinin kudsiyetine dair hem İncil’de hem de Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet vardır. Ne ilginçtir ki İncil’in (Yuhanna) ilk ayeti “Başlangıçta Söz vardı,” diye başlar. ‘Söz’ün üzerine titrenilmesi gereken ne derece önemli bir nimet olduğunu ifade için şöyle devam eder: “Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu. Var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı.”

Bilemiyorum tabii, bazı değişimlere uğramış olan İncil’deki bu ayetle murat edilen Yaratılış’tan önce sözün varlığını zımnen ifade ettiğini düşündüğüm Bakara Suresi’nin “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir,” şeklindeki 117. Ayeti’ndeki ‘Ol’ sözü ile kastedilen şeyle aynı mıdır? Boyumuzu aşan bu tartışmayı işin ehline bırakıp geçelim.

Öte yandan, İbrahim Suresi’nin 24. Ayeti’nde, “Görmedin mi Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? Söz kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir,” denilmektedir. Meryem Suresi 50. Ayet’te ise, “Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk. Onlar için yüce bir doğruluk dili var ettik,” denilmek suretiyle, daha birçok çağrışımlarının yanı sıra, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın söyleyeceği sözlerdeki doğruluğa, hakkaniyete ve hakperestliğe sadakate atfedilen önem vurgulanmıştır.

Kelamın ve kalemin doğruluğu her zaman hayatidir. Ama ekranların, meydanların, sayfaların, cemiyetin eraciften geçilmediği bu türden ifritten günlerde hakka seda olan iki çift söz, kırık dökük bir iki kelam, doğru bildiğinden sapmayan dosdoğru bir kalem daha büyük bir önem ve hayatiyet kazanmıştır. Edecek sözü, dökecek dili, yazacak kalemi olduğu halde ‘eraciften üzerime bir şey sıçrar da gül gibi adımı kirletir’ kaygısıyla zulümler, çirkeflikler ve çirkinlikler karşısında sessizliği zırh edinenlerin, bana göre, yatacak yeri yoktur.

KİMBİLİR BADİRELERİ BELKİ DE ‘SÜHAN’IN MİHMANDARLIĞINDA ATLATACAĞIZ

Başa dönecek olursak, sadece hakkın hatırının müdafaası için kuşandığı kaleminden ve seferber etiği kelamından başka bir şeyi olmayanlardan terörist falan olmaz. Bu devir eninde sonunda bir gün sona erecek. İşte o gün bugünün alçak ve zalim Yezitlerinin iftiralarının, attıkları çamurların ve uydurdukları yalanların hedefinde olan masum insanlara ne büyük haksızlıklar yapıldığı bir bir ortaya çıkacak. Yeter ki, üzerimize düşenleri yapalım. Ne pahasına olursa olsun, zalimler karşısında kalemimizi dik tutalım, öz namusumuz olan kelamımızın iffetini bil’hakkın koruyalım.

En müşkül durumlarda dahi sözün ve kelamın, dolayısıyla kalemin kıymetini anlayabilmek için bilemiyorum belki de dönüp o müthiş mecazi anlatımıyla Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ını yeniden okumalıyız. Binlerce beyit boyunca başlarından türlü badireler geçen hikâyenin kahramanlarına mihmandarlık yapan Sühan’ın (söz, kelam) oynadığı o kritik rolü ve onları ne çok badireden kurtardığına belki bir de bu nazarla bakmalıyız.

Öyleyse bu yazıyı da, gelin bir beytinde “Merdanelik asaleti meydanda bellidir; Hayber günü babasını kim sordu Düldül’ün?” diye soran Şeyh Galip’in “Fehmetmeğe sen de himmet eyle; Ol gevheri bul da sirkat eyle” beytini az biraz değiştirip masum insanlara büyük acılar çektiren alçakça zulümlere karşı sadece fehmetmekle (düşünmekle) yetinmeyip “Ses vermeye sen de himmet eyle; O cevheri bul da sirkat eyle,” diyerek bitirelim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin