Sert ve uzun bir kışa hazırlıklı olun!

Yorum | Bülent Keneş

Türkiye için umulan sürpriz olmadı. Tahmin edildiği gibi hiçbir diktatörlüğün iktidarını sandık yoluyla kaybetmeyeceği tezi bir kez daha doğrulanarak tescil edilmiş oldu. Şimdi önümüzde 24 Haziran’dan öncekinden çok daha sıkıntılı bir Türkiye var. 80 milyonluk ülke, kazanılması garantilenmiş hileli seçimler marifetiyle, sert ve uzun bir kışa giriş yaptı. Bu acı gerçeği herkes kabullense ve hazırlıklarını oldukça çetin geçecek kışa göre yapsa iyi olur. Bu saatten sonra herkes, “sen işini kış tut da yaz çıkarsa bahtına” özdeyişinin salık verdiklerine göre hareket etmeli.

Diktatörlerin demokrasinin zaaflarından yararlanarak iktidara gelmelerinin mümkün ama demokrasi yoluyla gitmelerinin imkansız olduğuna bu köşede defalarca değinmiştik. Buna rağmen, insan bazen en olmazları bile umut edebiliyor işte. Tüm adaletsiz şartlara rağmen muhaliflerin estirdiği heyecan dalgası pek çoklarında, ‘Belki büyük bir sürpriz olur ve Türkiye diktatörlüklere dair bu acı kuralın ilk istisnası olabilir,’ şeklinde bir beklentiye yol açmıştı. Çok küçük de olsa gerçekleşme şansı olan bu ihtimal, maalesef tümden boşa çıktı. Kabul etmesi zor ama şimdi ülkenin önünde çok acı gerçekler ve karanlık bir gelecek var. Bu yazıda, sert ve uzun süreceği anlaşılan bu zorlu sürecin, içeriye ve dışarıya bakan yönleriyle, genel bir analizi yapılmaya çalışılacaktır.

TÜRKİYE’NİN ÖNÜNDE BELİREN İKİ ANA YOL

Ülkelerin kaderlerinde önemli bir etkisi olan bu tür dönüm noktalarında tüm iktidar araçlarını elinde bulunduranların önünde genelde iki yol bulunur. Şayet elde edilen iktidar imkanlarının meşruiyetinden kendilerinin de hiçbir kuşkuları yoksa ayaklarını sağlam bir hak edilmişlik ve özgüven zeminine basarlar. Bunun verdiği rahatlıkla o güne kadarki hırçınlıklarını ve baskıcı uygulamalarını bir kenara bırakırlar. Ülkeyi kasıp kavuran, etkisi sınırlar aşan gerilimi düşürmenin yollarına bakarlar. Toplumsal ve hatta uluslararası rahatlamayı ve yumuşamayı sağlayacak önlemlerin önünü açarlar.

Yok şayet toplumun ağırlıklı kısmının ve tüm dünyanın haklı olarak algıladıkları gibi, iktidarı ve güç imkanlarını meşru olmayan yollardan ele geçirmişlerse, ne kadar öyle gözükmeye çalışırlarsa çalışsınlar, ne kendilerine sahih bir özgüven duymaları ne de o özgüvene dayanarak ülkeyi ve toplumu rahatlatmaları mümkün olabilir. Aksine, kamuoyuna ve dünyaya pompaladıkları aşırı özgüven şovlarına karşın, almış gibi gösterdikleri halk desteğinin gerçek olmadığını ve bu yüzden iktidarlarının meşru olmadığını en iyi kendileri bilirler. Bu bilginin içlerine attığı endişe kurduyla yaşamak zorunda kalırlar. Rahatlama ve toplumu rahatlatma, kendilerine güven duyma ve o güvenle yumuşama şöyle dursun, tam zıddı bir yöne saparlar.

Başta geleneksel balkon konuşmasındaki tehditleri olmak üzere, Erdoğan’ın alabildiğine tartışmalı seçimlerin sonrasında benimsediği üslup, hal ve hareketler, maalesef, şu an tedavülde olanın ikinci seçenek olduğunu gösteriyor. Seçimlere günler kala yavaşlatılan kitlesel gözaltıların tüm hızıyla yeniden başlatılması da ikinci seçeneğin tercih edildiğini teyit ediyor. Gazeteciler veya siyasi mitinglerde ya da sosyal medyada eleştirel tavır alanlar anında tutuklanıyor. Tek başına CHP eski milletvekili ve gazeteci Eren Erdem’in gözaltına alınması bile yeni döneme dair çok şeyler söylüyor.

ERDOĞANINKİLERE BAHÇELİ’NİN LİNÇ VE CADI AVI LİSTELERİ DE EKLENDİ

Bugünün seçim öncesinden bir farkı varsa şayet, o da Erdoğan’ın linç ve cadı avı kampanyalarının hedefinde yer alanların yanına bir de müttefiklikten ziyade karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde bulunduğu Bahçeli’nin linç ve cadı avı listelerinin eklenmesi oldu. Sırf MHP’yi ve kendisini eleştirdikleri için Bahçeli’nin hedefe koyduğu çoğu gazeteci olmak üzere 80 kişilik muhalifler listesinin oluşturduğu endişe dalgalanması henüz dinmemişken, sürpriz bir hastahane ziyaretiyle dünya aleme birlikte hareket ettiklerini duyurduğu mafya lideri Alaattin Çakıcı, cezaevinden Karar gazetesinin 6 yazarına ölüm tehditlerinde bulundu.

Gelişmeler, Erdoğan’ın Meclis’te azınlığa düşmesinin, Bahçeli’ye duyduğu ihtiyacı katladığı için, hayra değil tam tersine daha fazla şerre yol açma riski taşıdığını ispatlar nitelikte. Gerek Hizmet Hareketi mensuplarını gerekse Kürtleri bu yüzden önümüzdeki dönemde çok daha zor günler bekliyor.

Yerli ve yabancı birçok aydının üzerinde durduğu gibi, Türkiye 24 Haziran hileli seçimleri yoluyla etkisi on yıllar sürecek tarihi bir dönemeci döndü. Bu sayede kendisi de pek matah bir şey olmayan seküler milliyetçiliğin tabutuna son çivi çakıdı. Fiilen hükmünü sürdüren radikal İslamcı milliyetçilik dönemi ise artık resmen başladı. Böylece, Türkiye’yi izleyenlerin uzun zamandır adını koydukları İslamofaşizm dönemi 24 Haziran’da resmiyet kazandı.

İşin özeti şu ki, işledikleri ulusal ve uluslararası suçların ağırlığından dolayı iktidarı terketme şansları bulunmayan yoz ve yobaz bir kadro, 24 Haziran’daki şikeli seçimler yoluyla, sadece iktidarlarını sürdürmekle kalmadı, şöyle ya da böyle seküler bir demokratik rejimi İslamofaşist bir dikta rejimine dönüştürmeyi de başardı. Reel demokrasilerde hangi ideolojik aidiyetten olurlarsa olsunlar iktidarlar seçimle gelir, seçimle giderler. Erdoğan’ın 2011’den bu yana adım adım inşa ettiğine benzer diktatörlüklerde ise, söz konusu olan iktidar değil rejimdir. Bu tür rejimler müstahakları olan yöntemler dışında herhangi bir yolla değiştirilemezler. Onun içindir ki, Erdoğan liderliğindeki dikta rejiminin artık yeni bir faza geçtiğini, bu fazın çok uzun süreciğini ve çok çetin geçeceğini söyleyebiliriz.

TÜRKİYE’Yİ ÖMÜR BOYU SÜRECEK BİR SULTAYA HAZIR HALE GETİREBİLİR

Formal anlamda bile, hiçbir kontrol ve denge mekanizması olmadığı halde, seçimli bir demokrasi görüntüsü vermek için milletin önüne konulacak hileli ve şaibeli sandıklar aracılığıyla 2032 yılına kadar hükmünü sürdürmesi beklenen Erdoğan’ın, şayet ömrü yeterse, o tarihten sonra da sultasını sürdürmek istemeyeceğinin hiçbir garantisi bulunmuyor. İki dönem ard arda seçilmeyi garantiledikten sonra bir üçüncü dönemi erken seçim ilanıyla garantilemekten çekinmeyecek Erdoğan’ın, o zamana kadar toplumsal genetiğini ve sosyo-politik kimyasını sil baştan şekillendireceği Türkiye’yi ömür boyu sultasına boyun eğecek kıvama getirmemesini beklemek tuhaf olur.

Halihazırda bile Putin’in danışmanı Sergei Markov’un gıptayla bakıp “bu kadar yetki Putin’de bile yok” dediği Erdoğan’ın, tüm icrai yetkileri elinde toplamakla kalmayıp, kontrol ve denge misyonu şöyle dursun yasama yetkileri bile budanmış bir Meclis, tamamen kontrolü ve emri altındaki bir yargı, neredeyse tamamını yönettiği medya ile önümüzdeki yıllarda nasıl bir canavara dönüşebileceğini bugünden tahmin etmek kolay değil.

Selçuk Gültaşlı’nın Cuma günü EU Observer’da yayınlanan makalesinde değindiği gibi, dinci milliyetçiliğin sadece Türk halkına değil, başta Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler olmak üzere dış politikada da radikal etkileri olması bekleniyor. Bugüne kadar Erdoğan’ın topluma düşmanlık pompalayan söylemleri Türkiye’nin dış politikasını bir zehirliyorduysa şayet, Bahçeli’nin de koroya eklendiği hesaba katılacak olursa, bu zehirleme artık kat be kat fazla olacaktır. Bahçeli’nin gerek iç politikadaki gerekse dış politikadaki şahinleşmeye olan etkisi ise, Erdoğan’ın Bahçeli’nin desteğine duyduğu ihtiyaç oranında artacaktır. Bu yüzden, yeni dönemde AB ve ABD başta olmak üzere Batı karşıtlığının zirve yapması sürpriz olmayacaktır.

Bu yüzden, söyleyecek sözü olan herkes Türkiye’yi nasıl bir geleceğin beklediğini tartışıyor. Mesela Melik Kaylan, Forbes dergisinde yer alan bir makalesinde, oylamaların meşruiyetinin arkasına saklanan popülist otokratların, işlerini şansa bırakmadıkları için sandıkta asla kaybetmeyeceklerini anlatıyor. Ona göre, medyanın, kamuoyu araştırma kuruluşlarının, seçim kurullarının kontrolünü, siyasi mitinglere izin verme yetkisini, siyasi partilerin finansmanına, para basmaya, oy kullanacak yabancıların (Suriyeli göçmenler) vatandaşlığa alınmasına, seçim bölgelerinin değiştirilmesine, muhalif liderlerin tutuklanmasına, seçim hilelerine, seçim merkezlerinde muhalifleri sindirme hamlelerine ve daha pek çok eyleme karar veme gücünü elinde bulunduran Erdoğan’ın seçim yoluyla gitme ihtimali tamamen hayal olmuş durumda.

ŞAŞIRMIŞ GİBİ YAPAN BATILI LİDERLERE VE MEDYAYA ŞAŞIRMAMAK LAZIM

Kaylan, Erdoğan ve benzeri popülist diktatörlerin her seçim sonrasında aldıkları oy oranı karşısında Batı’nın ve medyanın şaşırmış gibi yapmalarının ve bu liderlerin ülkelerinde hala popüler olduğunu yazıp çizmelerinin saçmalığına da dikkat çekiyor. Benzer şeylerin Venezüela lideri Hugo Chavez ve ölümünden sonra çizgisini takip eden Nicolas Maduro, Mısır lideri Sisi, Rusya lideri Putin ve tekrar be tekrar Erdoğan için yapıldığını kaydeden Kaylan, birçok yoz ve despot liderin gerektiği kadar demokrasiye müsaade etmek suretiyle bu oyunun tekrarlanmasına zemin hazırladığını anlatıyor.

Oysa, Kaylan’ın da değindiği gibi, seçim öncesi oluşturdukları anti-demokratik ortamdan ve seçimin her safhasında hile yaptıklarından dolayı ne kadar popüler oldukları asla bilinemeyecek olan “şarlatan despotlar”ın emin olunabilecek tek şeyleri iktidarı yeniden çalmalarıdır. Kaylan, bu yüzden, Batı’da yer yer dile getirildiği gibi, son seçimlerde Türklerin demokrasiden uzaklaşmayı oylamadıklarını, sadece her seviyede adil bir seçimden mahrum bırakıldıklarını savunuyor.

Öte yandan, bugün Erdoğan eliyle Türkiye’de yaşananlar bir ilk değil. Ne yazık ki, son da olmayacak. Diktatörlüklerin pek çok ortak karakteri olduğu için biricik ya da istisnai olma lüksleri bulunmuyor zaten. Bu yüzden Erdoğan’ın diğer ülkelerin başına gelmiş diktatörlüklerden fazla bir farkı yok. Benzer bir saptama yapan Eli Lake, Bloomberg için kaleme aldığı bir değerlendirmesinde, Erdoğan’ın Türkiye’yi sorunlu bir demokrasiden İslamcı bir polis devletine dönüştürdüğünü kayıtlara geçiriyor.

“Hata yapmayın: Türkiye’yi karanlık günler bekliyor,” diyen Lake, bardağın dolu tarafını görmeyi de ihmal etmiyor. “Demagogun dini milliyetçiliğini benimsemeyen hala milyonlarca Türk var” diyor. Etkisini yitirmekle birlikte Türkiye’deki sivil toplumun hala fonksiyonel olduğunu ifade ediyor. Lake, şüphesiz ki doğru saptamalarda bulunuyor, ama bu bahsettiklerinin zaten Erdoğan’ın yeni dönemdeki en önemli hedefleri olacağını görmezden geliyor. Gerçekçi bir yaklaşımla, Batılı liderlerin seçim sonuçlarına yönelik tepkilerine ince ayar yapmaları uyarısında bulunan Lake, ABD ve Avrupa’nın yerine getiremeyecekleri vaatlerde bulunmaktan kaçınmalarını söylüyor. Bu ülkelerin Türk halkını Erdoğan’dan kurtaramayacağı için ileri demokrasilerin çıtayı ancak daha iyi bir şeylerin gerçekleşmesine koyabileceğini ifade ediyor. Lake, İngiliz Başbakanı ve ABD Başkanı’nın Erdoğan’ı tebrik için yarışmalarının pek umut verici bir görüntü oluşturmadığına da dikkat çekiyor.

‘FRENEMY’ OLARAK GÖRÜLEN PAKİSTAN GİBİ DAVRANILABİLİR

ABD’nin Türkiye’ye artık hem dost hem düşman (frenemy) olarak gördüğü Pakistan’a yaklaştığı gibi yaklaşması gerektiğini salık veren Lake, bunun Michael Rubin’in “karantina” önerisini çağrıştırdığını kaydediyor. Erdoğan’ın özellikle Balkanlarda önünün kesilmesi için ABD’nin Yunanistan’la daha yakın çalışmasını öneren Rubin, Türkiye’deki nükleer başlıkların ve İncirlik Hava Üssü’nün başka bir yere taşınmasını da salık veriyor. Karantinadan çevrelemeye varıncaya kadar farklı görüşler dile getiren gözlemcilerin tavsiyelerinin ortak noktasını ise, Erdoğan’a sanki ‘seçilmiş bir lider’miş gibi davranılmaması oluşturuyor. Ancak, böyle bir tavrın bile Erdoğan’ı reforma yönlendiremeyeceği, ama demokrasi adına geriye kalmış ne varsa yıkmaya çalışmasına karşı durmaya devam etmeleri için milyonlarca muhalife olumlu bir mesaj vereceği kaydediliyor.

Bu önerilere rağmen, Batılı liderler sahada tam tersini yapmaya meyyal gibi görünüyor. AB liderleri, mülteciler için ayırdıkları ama daha önce belirli koşullara bağladıkları 3 milyar avroluk bütçeyi Erdoğan’ın hileli seçim zaferinden sadece birkaç gün sonra onaylayıverdiler işte. Bu karar, ne şekilde olursa olsun Erdoğan iktidarı elinde tuttuğu müddetçe AB ülkelerinin kendisiyle çalışmaya hazır olduğu gibi korkunç bir mesaj içeriyor. Batı’nın İslamofaşist Erdoğan rejimine yaklaşımının ne olduğunun ise, esas 11-12 Temmuz tarihlerinde Brüksel’de yapılacak NATO zirvesinde ortaya çıkağı söyleniyor. Rusya’dan S-400 füze alımı ve Suriye’de izlediği politikayla NATO ülkelerinin sinir uçlarıyla oynayan Erdoğan rejimi ile ilişkilerin bundan sonra nasıl bir yol haritası izleyeceği konusunda bu zirve belirleyici olabilir.

Yakın tarihin bize anlattığı şey, dünyanın en demokratik ülkelerinin bile iş kendi ulusal çıkarlarına geldiğinde en despotik rejimlerle çalışabildikleri gerçeğidir. Bu yüzden, hayalci olmamak lazım. Pek çok dikta rejimiyle iş yapmaktan çekinmeyen AB ülkeleri ve ABD, Erdoğan dikta rejimiyle çalışmanın bir yolunu rahatlıkla bulabilir. Hatta, belirli imtiyazlar elde etmekte sunduğu imkanlardan dolayı tek adam rejimini tercih bile edebilirler.

Pek çok uzmanın, yöneldiği yoldan Erdoğan’ı geri çevirmek için AB ve ABD’nin yumuşak güç (soft power) yöntemlerini seferber etmesi çağrısına rağmen dışarıdaki pragmatizm ve fırsatçılık bir realite olarak karşımızda duruyor. Öte yandan, başta ekonomik geriye gidiş olmak üzere, içerideki sorunların demokratik tepkilere dönüşme kanallarının gün be gün daralacağı bir süreç de duruyor önümüzde. Uzun ve zor bir süreç… Allah (cc), en temel hak ve özgürlükleri artık daha büyük tehdit altında olan herkesin yardımcısı olsun…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin