‘Rindlerin’ muhafazakârlığı [Türk Sağı’nın hikâyesi-4]

Yahya Kemal Beyatlı

YORUM | KEMAL AY

İlk üç yazıda, özellikle Türkçülük bahsi üzerinden anlatmaya çalıştığım şeylerin özeti şu: Türkiye Cumhuriyeti’nin neredeyse 100 yıllık bir siyasî geçmişi var ve vatandaşlarının kaderi neredeyse bu siyasî mücadelenin bir neticesi olmuş. Bu sürede bir de fikrî mücadele var ve fakat fikirler, siyaset kadar etkili değiller. Bunun iki sebebi var: Ya fikrî mücadele verenler pragmatik siyasetin çarklarına dahil edilerek ufalanıyor, ya da fikrî mücadelede polemikçilikle popülarite kazanılıyor fakat altı boş tartışmalardan öteye geçilemiyor. Tutarlı, ilkeleri belirgin ve kendi kendini eleştirerek ilerleyen bir fikrî miras bırakmış entelektüel sayısı bir elin parmaklarını geçmez. En bariz örneği Kemalizm: 1920’lerdeki Mustafa Kemal ile 1930’lardaki Atatürk iki farklı ‘kült’. Bugün Kemalist olduğunu söyleyenler de, bu farklılığı bir çeşit ‘pragmatizme’ çevirerek, esneklik kazanıyorlar. İşlerine geldiğinde Atatürk, Medine’yi müdafaa ediyor, işlerine geldiğinde Atatürk ateizmin ufuklarını çiziyor.

Yumuşak karnını, yani içinde barındırdığı çelişkileri göstermemek ve bunlarla hesaplaşmak istemeyenler de işi cerbezeye vuruyor. Polemikçilik, bir ata sporu olarak burada karşımıza çıkıyor. Hatırlayınız, 2000’lerdeki AKP iktidarında ‘nefes alan’ bir takım kalemler, Kemalizm’in bu çelişkilerine sıklıkla atıf yaptılar. Cumhuriyet Gazetesi’nin Nazım Hikmet’e hakaretler yağdırdığı eski manşetlerini bulup çıkardılar. Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un ırkçılığa varan Türkçülüğü’nü nazara verip durdular. 1930’lardaki ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ hareketlerini, gayrimüslimlere çektirilen ızdırabı hep bir çeşit ‘Kemalist semptom’ olarak vurguladılar. Oysa 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı 1955 yılında iktidarda Menderes Hükümeti vardı ve Yunanistan’la yaşanan Kıbrıs krizinin çözümü olarak ‘ırkçılık’ kartı oynamaktan çekinmemişti. İş buraya çekildiğinde ise meseleyi ‘derin devlete’ havale edip muhataplarının kıvraklığını taklit ettiler.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ AÇIKLAYICILIKTAN UZAK

Türk Sağı kabaca şu üç akımın birleşimi: Siyasal İslamcılık, muhafazakârlık ve çeşitli desenleriyle Türkçülük. Sol literatür kendi sınırlarını çizerken, bugüne kadar hep Türk sağına da kendince bir çerçeve çizmeye gayret etti ve bunu da Türk-İslam sentezi olarak adlandırdı. Hatta 12 Eylül askerî rejimini, Türk-İslam sentezini ‘iktidara taşımakla’ itham etti. Rejimle kavga dozuna göre Tek Parti dönemini de bu sentezin ‘mucidi’ olarak işaretlediği görüldü. Ancak Türk solunun da buralardan beslendiğini görmezden geldi hep. Tıpkı sağcıların, Tek Parti döneminde hep muhalefette bulunduklarını, ‘merkezdeki’ fikri aşınmalardan hiç nasiplenmediklerini zannettikleri gibi. Bilhassa da ‘muhafazakârlık’ bahsi burada önemli. Zira ‘muhafazakârlık’ bahsinde başlangıca yerleştirilen isimlerin tahayyülü ile bugün anlaşılan ‘muhafazakârlık’ da Türkçülük bahsinde olduğu gibi ciddi, katmansal farklar barındırıyor.

MUHAFAZAKÂRLIK BU KADAR BASİT OLMAMALI

Bunun en bariz iki örneği Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar. İlki erken Cumhuriyet döneminin şairlerinden, diğeri bir sonraki kuşağın etkili edebî kalemlerinden. Yahya Kemal’i bugünkü muhafazakârlığın kaynaklarından biri hâline getiren, Osmanlı’dan kalan son kırıntıları içinde barındıran şiirleri. Devrinin her münevveri gibi Balkanlara ağıt yakmış olması (zira Makedonya doğumludur), nedense bugünlerde Osmanlı’ya özlem gibi algılanıyor. İstanbul’a baktığında gördükleri, sanki geçmiş devirlere yeniden dönmek isteyen birinin hissiyatı gibi okunuyor. Bu da daha önce bahsettiğimiz üzere muhafazakârlığın şiarı: Geçmişteki bir ‘altın döneme’ yapılan vurgu, yeniden oraya dönme ihtiyacı. ‘Şimdi’den umduğunu bulamama. ‘Kökü mazide bir âtî’ lafzını zikretmesi, onu ‘Kemalist kopuş’ taraftarlarından ayıran bir vasıf gibi algılanır hep.

Oysa Yahya Kemal de, tıpkı devrinin münevverleri gibi evvela şehirli bir modernist, ardından ‘milliyetçi’ bir düşünürdür. ‘Vatan’ fikrinin zihnindeki çağrışımları, diğer Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) vekilleri gibi Namık Kemal’den ve dolayısıyla ‘Batı’dan gelmektedir. Osmanlı’nın son dönemindeki yıkımdan etkilenmiş, Anadolu’yu vatan bellemiş, o vatanı müdafaa edebilmiş ve şimdi o vatanda ‘kökü mazide bir âtî’ inşa edebilmeyi düşlemektedir. Onun şiirlerinin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi bir anlamda ‘yumuşattığını’ düşünebilirsiniz ancak Yahya Kemal’in dönüp de II. Abdülhamit istibdadı altında yaşamak isteyeceğine pek ihtimal vermiyorum. Zira gerek yaşam tarzı (Rindlerin Akşamı), gerekse kişisel zevkleri (Avrupa şehirlerinin meftunudur), gerekse çalkantılı hayatı (bkz. Nazım Hikmet’in annesi ilk Türk kadın ressamlarından Celile Hanım’la ilişkisi) onu bugünkü ‘muhafazakâr’ bakıştan uzağa savurmaktadır. (Zaten aslında ‘muhafazakârlığın’ doğrudan dinî bir söylemle ilişkilendirilmemesi gerektiğini daha sonra konuşalım.)

Bunları Yahya Kemal’i kötülemek yahut onun kabiliyetlerini gölgelemek için anlatmıyorum. Yahya Kemal’i olduğu gibi aktarmak, onda olmayan şeyleri de ona yamayarak kendi rüyalarımıza mesnet bulmak zorunda değiliz, bunu hatırlatmak maksadım. Öte yandan bugünkü fikriyatın temellerinin sarsıklığı, bugünkü savrulmaları da açıklar beklentisindeyim. Çünkü adamakıllı düşünce tarihçiliği yapılmadığı, yapılsa da siyasî heyecanlar her daim ‘fikrin namusunu’ çiğnettiği için, yoğun pragmatizm fikir hayatına da tasallut olmuş durumda. Evvela, neden bahsettiğimizi bilmek, vazifemizdir.

MODERNİTEYE MEFTUN OSMANLI MUHAFAZAKÂRI OLABİLİR Mİ?

Yahya Kemal ve öğrencisi Ahmet Hamdi Tanpınar’ı tarif edecek bir kelime varsa, evvela o ‘şehirli modernizm’ olmalıdır. Zira Avrupa’da geçirdikleri zaman dilimlerinden, Avrupa sanatına ayırdıkları vakitten de anlaşılabileceği gibi modern bir hayatı aramaktadırlar. Ancak Yahya Kemal mimariye düşkündür ve Osmanlı mimarisinin çağrışımlarının şiirinde yeri büyüktür. Ahmet Hamdi de, (mesela Huzur romanında) Dede Efendi’nin musikisinin peşinden gider. ‘Biz’ meselesine kafa yormuştur ikisi de. ‘Biz kimiz?’ Tanzimat aydınının en çok üzerinde durduğu meselelerin başında gelir bu. Tanzimat edebiyatı, Batılılaşma meselesinde ‘Batı’ya da Doğu’ya da hâkim münevver bir nesil’ yaklaşımını benimsemiştir. Artık ‘baba’ (yani Padişah otoritesi) yoktur, önce Tanzimat, ardından I. Meşrutiyet (yani Meclis’in açılması) entelektüel bir canlılık getirmiştir.

Siyaset, mevcut durumda değişiklik imkânı varsa, mümkün olan bir şeydir. Padişah’ın mutlak otoritesi altında siyaset yapmak imkânsızdır. Ancak eğer Padişah’ı azletmek imkânı varsa yahut onu etkileyerek bürokraside değişiklik yapmak mümkünse, o vakit siyaset işlevini geri kazanır. Önce II. Abdülhamit’in siyaseti yok etme çabası, ardından İttihat ve Terakki’nin benzer politikaları, nihayet savaşlarla geçen 1910’lu yıllar, entelektüel hayatı da boğulma noktasına getirmişti. Cumhuriyet’i kuran kadronun, önemli bir kısmının edebiyatçı, hukukçu ve gazeteci olmasından anlayabileceğiniz üzere ‘entelektüel’ bir idealizmi vardı. Ancak Mustafa Kemal ve onunla birlikte cephede savaş vermiş askerî kadro, entelektüel hayatı tanımakla birlikte hareketlerinde pragmatikti.

‘BİZ KİMİZ’ SORUSUNUN FİKRİ VE PRAGMATİK CEVAPLARI

Mustafa Kemal Paşa için ‘Biz kimiz?’ sorusunun basit bir cevabı vardı: Biz Türk’üz. Vatan toprağı dediğimiz yerse mücadele sonrasında elimizde kalan kara parçasıdır. Tarihsel ya da kültürel yakınlık değil, sahadaki gerçekler belirler geleceğimizi. Nasılsa geçmişte, Tanzimat döneminin fikriyatı içerisinde, elimizde ne kalırsa kalsın onunla övünebileceğimiz bir ‘done’ bulunuyor. Balkanlar Cumhuriyet’e dahil olsaydı mesela, Rumeli türküleriyle koşardık oraya. Kuzey Irak ve Suriye, Misak-ı Millî’ye dâhil edilebilseydi, ‘ata yadigarı topraklar’ diyecektik. Elimizde mevcut Cumhuriyet sınırları var ve buraya ‘vatan’ diyeceğiz. Bu kadar. Mustafa Kemal için bundan sonrası ‘fantezi’ sınırlarına girecektir. Nitekim 1930’larda kendisi de bu fantezilere kapılmış, Güneş Dil Teorisi gibi meselelere kafa yormuştur. Karamanlı Türklerin ‘öz Türkler’ olduğuna dair fikirler yürütmüştür.

Ancak Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi’yi rahatsız eden şey, muhtemelen arkadaş sohbetlerindeki (Yahya Kemal, Çankaya sofralarının müdavimlerindendir ve Ahmet Hamdi de CHP milletvekilidir, o çevreye yakındır) cılızlaşmaydı. Entelektüel hayat giderek zayıflıyordu. Çok dil bilen, Avrupa’ya da Doğu’ya da hâkim, üniversiteyi de bilen, medrese eğitimine de aşina dostların sayısı azalmaktaydı. ‘Biz kimiz?’ sorusunun ise Avrupalılar için muhkem cevapları varken, bu genç Cumhuriyet ehlinin kafasında hala berrak bir anlam bulunmuş değildi. Biz Türk’üz amenna ama musikimizi etkileyen Rumlar, Ermeniler onlar ne olacak? Balkanlar’da kalan ecdad yadigarına ne diyeceğiz? Anadolu vatanımız elbette ama Anadolulu gerçekten bizim ‘vatandaşımız’ mı? (Bu son soruyu dürüstçe soran tek isim Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ydu. Yaban isimli romanında, kendisi Antik Yunan’dan etkilenmiş, entelektüel merakları olan ve Anadolu’yu da Troya’dan, Efes’ten dolayı efsaneleştiren bir emekli subayın, Anadolu’daki ‘cehaletle’ tanışması, esaslı bir karşılaşmaydı. Hayalindeki ‘halk’ bu değildi.)

‘Biz kimiz?’ sorusuna kendince cevap bulabilenler ise, bunu topluma mal etme peşindeydi. Doğru ya, ‘vatandaş kim olduğunu bilmiyor olabilir’di. Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okumuş Halide Edip Adıvar’ın ‘Büyük Turan’ isimli bir kitabı vardır sözgelimi. Orta Asya ile bağlarımızı hatırlayan bu romanı, bugün bir ülkücü yazar kaleme alsa, hiçbir itirazınız olmaz muhtemelen ancak ülkücüler Halide Edip’i kendi düşünce önderleri arasında görürler mi emin değilim. Büyük Turan’da Halide Edip, sosyal aktivizmi önermiştir. Şehir şehir konferanslar düzenlemeyi, okullar ve yurtlar inşa edip Anadolu insanını ‘özüyle’ buluşturmayı hedefleyen bir kurgusu vardır romanın. (Okuyanlar Hizmet Hareketi’yle benzerliklerini de görebilirler.)

TAHT KAVGALARI İLE DÜŞÜNCE ÜRETİMİ FARKLI ŞEYLER OLMALI

Bu örneklerin bize anlattığı şey berrak: Osmanlı, İstanbul’dan ibaretti. Oradaki entelektüel hayatın bütün bir imparatorluk topraklarında hissedildiğini düşünmek abes. Etkileri vardı muhakkak. Ancak eğer çok büyük etkileri olsaydı, bugün Mısır’da, Irak’ta ya da Suriye’de Ahmet Mithat Efendi’nin tanındığına şahitlik ederdik. İstanbul’un 19. yüzyılına damga vurmuş pek çok ismi, Namık Kemal’i, Ali Suavi’yi, Ziya Paşa’yı, bırakın Arap topraklarını, Anadolu’da o kadar tanıyan çıkar mı? Şehirli münevverler, taşrayla hiçbir zaman hem dem olmadılar. Padişah Abdülaziz’in kafasını bozmak ve Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı görevden aldırmak için İstanbul’daki medrese öğrencilerinin ayaklanması yeterliydi çünkü onlar büyüyüp bürokrasiye yerleşecek isimlerdi. Taşradaki köylünün Mahmut Nedim Paşa’yla ne işi olur?

Cumhuriyet’le birlikte bu değişmedi. Sadece Ankara, İstanbul’la yük paylaştı. Ancak ya İstanbul’daki alışkanlıklar Ankara’da da sürdü, yahut Ankara’da sadece belirli bir vakit için toplanıldı. Nitekim milletvekilliği yapmış Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi, Ankara’da çok az zaman geçirdiler. Üstelik Yahya Kemal, Konya’dan milletvekili olmuştu! Yahya Kemal, eski günleri özlemekten haz duyan bir nostalji şairidir. Ahmet Hamdi ise Beş Şehir’inde yaptığı gibi eski ve yeniyi çarpıştırmak ve buradan orijinal bir fikir edinmekle, bir kültür inşa edebileceğine inanan bir idealisttir.

Gelecek yazıda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü eseri üzerinden, nasıl hayal kırıklığı yaşadığını ve muhafazakârlığın sonraki kuşaklardaki temsilini ele alalım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin