Reza demir kafeste, öter aheste aheste…

Yorum | Bülent Keneş

 

İnsanın en güçlü içgüdüsünün hayatta kalma dürtüsü olduğu söylenir. İnsanın ‘siyasal hayvan’ adıyla da anılan güç muhterisi bir türü olan siyasetçilerin büyük çoğunluğu içinse buna siyaseten ayakta kalma ve hep daha fazla güç peşinde olma güdüsü de eklenir.

Hayatta kalma güdüsü Allah’ın bahşettiği, yani insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir karakteristiğidir. Aynı zamanda yaşamı boyunca ıslah edilmesi için uğraşılması gerekecek olan en güçlü hayvani yönüne de tekabül eder. Hak, hukuk, ahlak, başkalarına saygı, öz saygı, onur, haysiyet, kültür, medeniyet vesaire ise insanın hayatta kalma güdüsünden sonra gelir.

İnsanın en vahşi, en hayvani yönüne karşılık gelen hayatta kalma dürtüsü tehdit edildiğinde, özellikle medenileşme tekamülünü gerçekleştirememiş, insan olma kemaline erişememiş olanlarda oluşturacağı tepkiler vahim olabilir. Varlığına yönelik bir tehdit algılaması durumunda ne pahasına olursa olsun hayatta ya da ayakta kalma güdüsü, sonradan edinilmiş tüm medeni, sosyal, kültürel, ahlaki, hukuki değer ve edinimlere galebe çalabilir.

Böyle durumlarda insan olabilmenin ve insan kalabilmenin gerektirdiği ihtiyaçlar hiyerarşisinde en alt basamağı teşkil eden hayatta kalma güdüsü karşısında hiyerarşinin tüm üst basamakları bir anda önemini yitirir. Hayatta kalma güdüsü tek belirleyici haline geldiğinde medeniyet, kültür, evrensel insani değerler, hukuk, ahlak ve hatta onur ve haysiyet bile önemini kaybedebilir.

SUÇA BATMIŞ TAİFENİN AYAKTA KALMA GÜDÜSÜ

Türkiye’de 17/25 Aralık 2013’ten bu yana yaşananlar tam olarak budur. İhtirasları ve hep daha fazla güce susamışlıklarıyla mükemmel birer ‘siyasal hayvan’ olan Erdoğan ve çevresindekiler, aldıkları rüşvetlerin, haraçların, komisyonların, yaptıkları hukuk dışı işlemlerin, işledikleri uluslararası insanlık suçlarının en azından bir kısmının ortalığa saçılmasıyla, bunların binde hatta milyonda biri olduğunda medeni ülkelerde verilen tepkilerin bir benzerini vermek yerine, en ilkel, en vahşi güdülerini harekete geçirmiş, hayatta ve ayakta kalabilme uğruna kendilerini insanlıktan çıkaran tüm değerleri ve ilkeleri devre dışı bırakmışlardır.

Bir komplo ve oyun ustası olan Erdoğan ve çevresindekiler, Allah’ın en temel ihtiyaç olarak insana bahsettiği hayatta kalma güdüsünün gereklerini tabii ve ani reflekslerle değil, son derece planlı, programlı, uzun erimli şeytani hamlelerle, örgütlü kötülüklerle gerçekleştirmeye çabalamıştır. Hukukun kendilerini verdiği yetki ve sorumluluklar çerçevesinde hareket eden savcı, hâkim ve polislerin, ta 2009 yılında başlattıkları bir soruşturmanın kendilerini götürdüğü iz üzerinden, 17/25 Aralık 2013 uluslararası rüşvet ve yolsuzluk ağını bir ucundan yakalamalarına dair erkenden edindikleri istihbarat Erdoğan ve çevresindekilerin ayakta kalma güdüsünü derhal harekete geçirmiştir.

Soruşturmanın önemli noktalarında yer alan emniyet amirlerinden Yasin Topçu’nun hapse atılmadan hemen önce gazete ve televizyonlara verdiği söyleşilerde anlatmaya çalıştığı 17/25 Aralık kronolojisi ile birlikte Türkiye’de bu soruşturma sonrası yaşanan demokrasi ve hukuk garabetleri de Erdoğan ve taifesinin ayakta kalma güdüsüyle tüm insani, medeni, ahlaki ve hukuki değerlerden nasıl bir anda vaz geçtiklerini gösterir nitelikteydi.

İNSANI İNSAN YAPAN NE VARSA VAZGEÇTİLER

Erdoğan, vahşi hayatta kalma güdüsüyle derhal harekete geçmiş, henüz hukuki hamlelerle karşı karşıya kalmadan ön alıcı (pre-emptive) Bizans oyunlarına girişmişti. Şeytani bir senaryoyla 2013 Kasım’ında dershane tartışmasını yeniden alevlendirmiş ve 2009’da başlayan uzun ve kapsamlı bir soruşturmanın dehşet veren bir verimi olarak her halükârda ortalığa saçılacak olan pisliklerinin 17/25 Aralık’ta ortaya dökülmesini hükümetinin dershaneleri kapatma kararına karşı Hizmet Hareketi’nin intikam operasyonu olarak sunmayı başarmıştır. Bunu başarabilmek için, yukarıda kısmen saydığımız bir insanı insan yapan ne varsa hepsinden birden taammüden vazgeçmiştir.

Bununla da kalmamış, aldıkları rüşvetler karşılığında işledikleri uluslararası suçların boyutlarını en iyi kendileri bildikleri için, yakalarını ele verdikleri korkunç günahlarının üzerine gidilmesi durumunda, daha ne tür pisliklerinin ortalığa saçılabileceğini en iyi kendileri bildiklerinden, o güne kadar Türkiye adına bildiğimiz ne varsa tarumar etmişlerdir. Hakikaten de demokratik bir hukuk devleti olma çabasındaki Türkiye’nin yerel ve uluslararası tüm yapı taşlarını dinamitlemiş, toplumu temel insani değerlerden ve medeni ilkelerden nefret eder hale getirecek korkunç bir propaganda ve endoktrinasyon kampanyası başlatmıştır.

Ayakta kalma güdüsüyle dün neye karşıysa bugün ona dönüşmüş, ideolojik olarak zıddına evrilmiş, demokratik hukuk ve medeni normlar çerçevesinde işleyen bütün kurum ve mekanizmaları, yargı ve güvenlik bürokrasisinin yanı sıra medya ve sivil toplumu da yok etmiştir. İşlediği suçların uluslararası niteliğinden ötürü sadece yurt içinde hukukun kırıntısını bırakmamanın hayatta kalmasına yetmeyeceğini bildiğinden Türkiye’nin yönünü de ait olduğu dünyadan ters yöne çevirmiş, kendi dizginleri ile birlikte ülkenin dümenini daha düne kadar mücadele ettiği Ergenekoncu Avrasyacıların eline vermiştir. Erdoğan, Türkiye’nin tüm müesses hukuk düzenini, dış politik ve güvenlik paradigmalarını altüst eden bu akıl dışı hamleleriyle başına gelecek olan fırtınaya karşı kendince ön alıcı bir çaba sergilemiştir.

ERDOĞAN’INKİ TERCİH DEĞİL, MECBURİYET

Erdoğan’ın Ergenekoncuların önünde onursuzca diz çöküp önce Avrasyacılığa, akabinde komik ve acınası durumlara düşme pahasına Kemalizme dümen kırmasının bir tercihten öte bir mecburiyet olduğunu görmek için kör olmamak yeterli. Erdoğan, özellikle Suriye ve İran bağlamında olmak üzere insanlığa karşı işlediği ulusal ve uluslararası suçlardan dolayı hesap vermemek, yani ne pahasına olursa olsun hayatta ve ayakta kalmak güdüsüyle bildiğimiz Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkaracak ne varsa yapmak üzere uzun vadeli bir programı devreye sokmuştur.

AB ve ABD ile ilişkilerin dinamitlemesinin arkasında da Türkiye’nin ulusal güvenliğinden ve milli çıkarlarından ziyade Erdoğan ve kirli avenesinin işledikleri suçlardan hesap vermeksizin yakalarını kurtarma güdüsü bulunmaktadır. Aynı motivasyonla Türkiye’de hak ve hukukun, tarafsız ve bağımsız bir yargının kırıntısını bile bırakmayan Erdoğan, ülkeyi uluslararası hukukun etki alanının dışına taşıyacak hamleleri birbiri ardı sıra devreye sokmuştur.

Çin, İran, Rusya ekseninde mekik dokumaya başlayan Erdoğan, tek ses haline getirdiği medya imkanlarıyla Türkiye’nin medeni dünyayla irtibatını sağlayan iki ana köprü durumundaki Batı, NATO ve ABD’ye yönelik düşmanca bir hissiyatı topluma yaymayı başarmıştır. Bu düşmanlığı Çin’den orta menzilli füze alımı, Rusya’dan S-400 füzeleri alımı gibi hamleler üzerinden NATO ile fiili bir yol ayrımına kadar vardırmıştır. Türkiye’nin milli güvenlik ihtiyaçlarına ve ulusal çıkarlarına değil, Erdoğan’ın ayakta kalma ihtiyaçlarına tekabül eden bu hamleler, ülkeye telafisi oldukça zor uzun erimli büyük zararlar verme riskini beraberinde getirmiştir.

‘GÜVENİLİR ORTAK’ GÖRÜLMEME FASLI GERİDE KALDI

Erdoğan’ın eylemleri, Türkiye’nin uluslararası stratejik ortakları nezdinde artık güvenilir bir ortak olarak görülmeme faslını da geride bırakmış, ülkeyi net bir hasım olarak algılanır duruma sokmuştur. Erdoğan’ın kişisel ihtiyaçları için rayından çıkardığı Türkiye, ihtiyaç duyduğunda NATO tarafından korunmayı hak etme vasfını büyük ölçüde yitirmiş, F-35 gibi en modern savaş uçaklarını üretme projesinden dışlanması bile gündeme gelmiştir.

Gırtlağına kadar pisliğe batmış Erdoğan’ın her şeye rağmen ayakta kalmak için uyguladığı stratejinin algoritması, her ne kadar uygulaması büyük bir Şark kurnazlığı ve üçkağıtçılık mahareti gerektirse de, aslında basit bir mantığa dayanıyor: Olaylar ve olgular arasındaki nedensellik ilişkisini ters yüz etmek. Normal bir insanı bağlayan en temel insani, ahlaki, hukuki ilke ve değerlerin hiçbiriyle kendisini bağlı hissetmeyen Erdoğan ve taifesi, şeytani senaryolarla sebepleri sonuç, sonuçları sebep gibi gösterebilme becerisini defalarca gösterdi.

Erdoğan ve taifesi bu becerileri sayesinde, her şeyi kontrol edebildikleri, kontrol edemediklerini ise hiçbir sınır tanımayan ahlaksız ve hukuksuz yöntemlerle kolayca yok edebildikleri, ulusal ölçekte istedikleri her sonucu almayı başardılar. Uluslararası düzlemin mekaniği ise elbette ki başka. Uluslararası alanda tek başlarına kontrol ya da yok etmeleri mümkün olmayan iç içe geçmiş sayısız parametrenin üstesinden gelmeleri o kadar kolay olmayacak haliyle. Michael Flynn ve benzerleri ile girdikleri kirli ilişkilerle yapmaya çalıştıkları şeytanlıkların ellerine ayaklarına nasıl dolaştığını hatırda tutacak olursak, Papaz’ın her zaman pilav yiyemeyeceğini de rahatlıkla söyleyebiliriz.

YERELDE YAPTIKLARI KÜRESELDE SONUÇ VERİR Mİ?

Bu tabii ki, Türkiye ölçeğinde yaptıklarını uluslararası ölçekte hiç denemeyecekleri anlamına gelmiyor. Neticede 17/25 Aralık’ta uyguladıkları sebep-sonuç ilişkisini ters yüz eden ahlaksız oyun planının bir benzerini şimdi Reza Zarrab davasında da uygulamaya çalışıyorlar. Ama nafile. Bu badireden yakalarını kolay kolay kurtaramayacaklar gibi. Olur da ülkenin hayati ulusal çıkarlarından verecekleri bonkör tavizlerle kendilerini bir şekilde kurtarmayı başarsalar dahi Türkiye’nin her halükârda çok büyük bedeller ödemesine sebep olacaklar.

Ne demek istediğimizi anlamak isteyen, Ortadoğu’da Türkiye gibi sıradan bir bölgesel güç olan Suudi Arabistan’daki gelişmeleri yakından izlemeli. Aşiretler ve hanedan ailesi üyeleri arasında menfaat paylaşımı üzerine kurulu müthiş bir dengeye dayalı Suudi sosyo-politik sisteminde bugün yapılanların normalde onda birinin bile yapılması ülkeyi dökülmüş civa gibi dağıtabilirdi. Suudilerin, hanedan içi dengeler ve hanedan içi aktörlerle farklı ittifak ilişkileri geliştiren aşiretlerin oluşturduğu bir düzene kendi iç dinamikleriyle çomak sokma ihtimalleri hiç yoktu.

Bir gecede yüz milyarlarca doların el değiştirdiği, burnundan kıl aldırmayan onlarca muktedirin apoletlerinin söküldüğü Suudi Arabistan’daki uluslararası garantili bu büyük hamleyi analiz etmek Erdoğan ve avEnelerinin neyle karşı karşıya olduklarını anlamak için yol gösterici olabilir. ABD’ye bağımlı orta ölçekli bir güç olan Suudi yönetiminin kendisine müsaade edildiği ölçüde borusunun öttüğü Ortadoğu’da, bölgesel kirli para trafiğinin önemli aktörlerinden Lübnan Başbakanı Hariri’ye neler yapabildiğini doğru anlayabilirsek, Reza Zarrab’ın kapatıldığı demir kafeste Amerikan yargı mercileriyle yaptığı anlaşmayla aheste aheste ötmesi durumunda Türkiye’de olabilecekleri ucundan kıyısından tahmin edebiliriz.

REZA’NIN HAYATTA, ERDOĞAN’IN AYAKTA KALMA GÜDÜLERİ

Suudi Arabistan gibi bir ülke, kendi başına üstesinden gelemeyeceği radikal bir dönüşümü gerçekleştirdiği esnada, bölgenin tüm diğer kirli aktörleri gibi Erdoğan’la yakın ilişki içerisinde bulunan, Hariri’yi alıkoyabilmesi, dünyanın en büyük gücü ABD’nin İran yaptırımlarını ihlalden Suriye’de işlediği insanlık suçlarına, oradan Flynn’ın da denklemde olduğu Rusya ile netameli ilişkilerine varıncaya kadar kirli yakasından yakaladıkları birilerine neler yapabileceğini varın siz tahmin edin.

Amaca götüren her yolu mubah gören Erdoğan ve taifesinin uğruna insanlıklarını feda ettikleri siyaseten hayatta kalma, iktidara sımsıkı sarılma güdüleri bakalım bu sefer de kendilerini korumaya yetebilecek mi? Acaba Reza’nın hayatta kalma dürtüsünün fendi Erdoğan ve taifesinin ayakta kalma güdüsünü yenebilecek mi? Bekleyip göreceğiz…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin