Rejimin ötekileri

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Gülen Cemaati ve Kürtler üzerine inşa edilen rejim diskuru, bugünkü uygulana gelen ve sıradanlaşan pratiğin temeli olduğuna göre, bunu incelemek bize rejimi anlamamız konusunda sanırım epey yardımcı olacaktır. Şunu öne sürerek başlayalım mı? Türkiye’de devlet aygıtının hücresel seviyelerdeki orijinal yazılımı (1.1) iki içi düşman üzerine kurgulanmıştı: İslamcıların ve Kürtlerin dışlanması. Her ikisinin de sistemden dışlanması, milli devletin yaratılması için elzemdi çünkü. Bu iki ana öğe, hiç değişmemekle beraber, mutasyona uğramadı değil. Özellikle İslamcılar, yere ve zamana göre devletçe farklı şekilde formüle edildiler. Özellikle değişimci İslamcılar – sistemi dönüştürmek isteyenler – kara listeye alındı. Kürtler içinde de, iyi Kürtler, sistemi ve onun kimliğini kabullenenlerdi her zaman. İyi Müslüman ve iyi Kürt, devletin öngördüğü ve tasarladığı kimliksel giysiyi giymekte tereddüt etmeyenler oldu. Bu bağlamda, Diyanet’e bağlı geliştirilen Müslüman prototipi, Homo Respublicus dediğim cumhuriyetin ideal bireyi olmanın ön koşuluydu. Bunun diğer bir ön koşulu ise, Kürt olup da Kürdüm dememek olarak formüle edebileceğim, asimile olmayı kabullenen Kürt prototipiydi, ki biz buna “Kürt kökenli” diyoruz bugün. Kürt kökenliler ve diyanete biat eden Müslümanlar, Homo Respublicus olarak itibar gördüler, kapılar onlara açıldı. Laiklik ve nasyonalizm (sol ve sağ versiyonları!) ile, bunu endoktrine edecek tarih yazımı ve eğitim politikaları, bu ideal cumhuriyet vatandaşı tipolojisini yarattı, yoktan var etti yani.

Bugün Gülen Cemaati ve Kürt Hareketi bu denkleme uymayan öğeler. Gülen Cemaati rejimin ötekisi olmamak için gereken tüm şartlara sahipti. Çünkü iktidara başlangıçta çok yakındı. Tabi AKP’nin demokratikleşme programı ve AB süreci gibi olumlu politikaların bunda etkisi önemliydi. Ama tek yakınlık nedeni bu değildi. Her ne kadar farklı ekoller de olsalar, İslami bir tabanın yansıması olarak algılanan AKP, Cemaat için yabancısı olmadığı, kendine yakın hissettiği bir kültürel ve sosyal yapı olarak algılanmaktaydı. Ayrıca iktidara yakın olmanın başka avantajları da vardı. Gücün kullanımında söz sahibi olmak ve etkinliği arttırmak gibi noktalar mutlaka rol oynadı. Tabi Cemaat yeknesak bir yapı değil, dolayısıyla kişisel bazdaki olumluluklar Cemaat’e pozitif yansırken, kişisel bazda yapılan hatalar da yine toptan şekilde Cemaat’e mal edildi. Cemaat bu süreçte sadece dost kazanmadı. İktidara yakın olmak bu nedenle Cemaat için olumlu olmadı. Dışarıdan bakan biri olarak samimiyetle söylüyorum, Türkiye’de çok etkin olarak algılandı – bu böyle miydi bilmiyorum. Ama algı böyleydi. Bu durum, sadece AKP’de değil, siyasetin ve toplumun farklı kesimlerinde de antipatiye yol açtı. Bu negatif algının doğru varsayımlar üzerinde oturduğunu söylemiyorum. Başka bir ifadeyle, evet bu tepkiler haklıydı demiyorum. Dediğim şudur: Cemaat giderek devletin Homo Respublicus dediğim ideal vatandaş tipolojisinden farklı şekilde algılanmaya başladı. Asimile olmayan Kürtler gibi, müesses nizamı değiştirmeye çalışan bir dinamik gibi görüldü. Burada Kürt hareketinin bir bölümünün silaha başvurmuş olması gibi “küçük” bir fark (!) rejimin sahipleri bakımından çok da önemli değildi. Çünkü rejim reel bir tehdit veya tehlikeden değil, kendi meşruiyet zeminini oluşturma hedefinden hareket ediyordu. Başka bir ifadeyle, önemli olan onların iktidarı ve bunu bir şekilde meşrulaştırmalarıydı.

Kürtler ve İslami gruplar (cemaatler, tarikatlar, hareketler vs.) hep Sevr sendromu ve “cumhuriyete ihanet eden” unsurlar oldu. Devletlular 1980’lerde yeşil kuşak yaklaşımı çerçevesinde Türkçülüğe İslamcılığı eklemleyerek evcilleştirilmiş ve devlete faydalı Türk İslam Sentezi ideolojisini hakim ana damar ideoloji yaptılar. 1980 darbesi, cumhuriyetin en önemli ideolojik kırılmasını böylelikle yaparak, zaten genlerde olan şeyin adını koymuş oldu. Böylece 1980’lerden sonra yükselen Kürt ayrılıkçılığını nasyonalist İslamcılıkla bertaraf etmeyi denedi. Bu “Voltran’ı oluşturan” ideolojik hibrit, halka öyle bir etki ediyordu ki, neredeyse iktidarın her söylemi, her fiili kitlelerce geniş oranda benimseniyordu. Test edilen ve onaylanan bu elverişli ideolojik zemin üzerine inşa olan yeni kimlik, 1990’ların sonuna kadar bir şekilde İslamcılarla milliyetçi sağ arasında bir tür milliyetçi mukaddesatçı blok oluşturdu. Sağ partiler bu bereketli zemini doyasıya kullandılar. Ve demokrasinin palazlanmamasına envai çeşit kılıf uydurdular. 1990’larda Türk solunun Kürt soluna açılma hamleleri de sol nasyonalistlerce başarıyla sabote edildi. Böylece Türkiye solu milliyetçileşirken, Kürt solu radikalleşti.

2000’lerde AKP Kürt sorununu demokratik araçlarla çözme iradesi gösterince, duvara tosladı. Derin yapı AKP’nin günaha bulaşmış (suça batmış!) yolsuzluklar ağını, ona karşı ustaca kullandı. Bu sayede, işin başındaki siyasi figür olan Erdoğan, derin yapıya (Ergenekoncu baskın askeri-bürokratik fraksiyona) teslim oldu. Aynen 1980’lerin Türk İslam sentezi gibi, İslamcı tabanı ehlileştirerek dönüştüren nasyonalistler, 1920’lerdeki orijinal ideolojilerine (sol ve sağ olarak ayrılmamış milliyetçiliğe) geri döndü. Fabrika ayarlarının tabana yayılmasını coşkuyla kutlarken, arka planda kalmış olmaktan dolayı üzülmediler. Kaz gelecek yerden, elde edilenlerin gururu olan “tavuk” esirgenmez miydi? Bu arada, Cemaat’i ezerek üzerinden geçtiler ve bunu “irtica ile mücadelede” kazanılmış en mühim mevzu olarak sundular. Ergenekoncuların sözcüsü gibi konuşmaktan imtina etmeyen Perinçek’e bir meczup gibi bakarak onu küçümseyenler, büyük resmi ısrarla görmek istemeyen ve hep duvara toslayan “tek muktedir” Erdoğan kuramına bel bağlayanlar, Türkiye’nin battığı bu bataklığı daha da tehlikeli hale getirdiler.

Türkiye’de devlet aygıtının hücresel seviyelerdeki orijinal yazılımı (1.1) iki içi düşman üzerine kurgulanmıştı: İslamcıların ve Kürtlerin dışlanması demiştik. Böylelikle, Cemaat’e cadı avı, cumhuriyetin uzun erimli “Kürt fobisine” eklemlenerek, sağlam bir nasyonalist-İslamcı yapı oluşturuldu. Bu ideoloji üzerinden İslamcılığın Türkçülüğün bir unsuru haline indirgenmesi projesi hayata geçirildi, bugün bu aşamalı olarak uygulanıyor. Uzun vadede, İslamcılık sadece nasyonalizmin bir tür besleyici damarı olacak. İlk aşaması, Cemaatin şeytanlaştırılması ve “her sorunun sebebi” ilan edilmesidir. Orta ve uzun vadede ise, tüm İslamcı yapılan bu konsepte dâhil edilerek, “bak bunlar da Cemaat’tenmiş” denecek. Erdoğan ve tayfası olan çevre de buna dâhil olacak.

Kürtler bu tabloda zaten en büyük kaybeden durumundadır. Onlar bakımından ülkeler arası sömürge ve parya olma dışında bir opsiyon var mı? Bu faşizan ortamda demokratik azınlık haklarını elde etmeleri olanaksız. Demokrasi olmadan azınlık hakkı olur mu? Dolayısıyla 1920’lerdeki gibi, oyunun kaybedeni olmaktan kurtulamayacaklar. Gülen Cemaati ise Türkiye dışında varlığını devam ettirmek durumunda. Belki o da daha uluslararası ve evrensel meseleleri gündemine alacak – İslam ve insan hakları, İslam ve demokrasi, İslam ve kadın hakları, İslam ve reform gibi çetrefilli konulara girebilecek mi? Bu konuda daha evrensel katkılar yapabilecek mi? Bu kendisini yeni ortama adapte etme ve değişebilme, şeffaflaşabilme gibi potansiyellerine bağlı. Ancak gelenekleşmiş ve kemikleşmiş dini yapılarla bağı sürdürmenin nelere yol açtığı sanırım bu takibat sürecinde ve baskılardan kaynaklı acılarda en çok ön plana çıkan şeyler. Kürt hareketi de yerelden kurtulup uluslararası evrensel bir açılımla demokrasi ve hak arayışını sürdürmek zorunda. Bu şartlarda dört ülkeye bölünmüş Kürtlerin hep ezileceği gerçeği küresel anlamda giderek kabul görmeye başlamış görünüyor. AB başta, reel politik sorunlar aşıldıktan sonra (Suriyeli sığınmacılar vs.) bu konu uluslararası bir konu olarak ön plana çıkacak. Demokrasiden kopmuş ve faşizanlaşmış Türkiye derin devleti, hangi tezlerle bu eğilimi tersine çevirecek? Çok ama çok zor!

Kısa vadede ceberut devlet galip gelmiş gibi görünüyor tabi. Ama bu aldatıcı olmasın? Çünkü bunlar çok büyük stratejik hatalardır. Esasında insan haklarından ve hukuktan kopan rejimler, orta ve uzun erimde sapır-sapır dökülüyor. Bunun onlarca örneği var dünyada. Dönüşemeyen yıkılıyor. Eğer şartları değiştiremiyorsanız, şartlara uyum sağlamak zorundasınız. Kafanızı kuma gömerek ancak kendinizi kandırırsınız. Türkiye’de olan bu.

Türk devleti, nasyonalizmi ve İslamcılığı bırakarak, evrensel insan hakları ve özgürlükleri üzerine bir anayasal rejim geliştirmedikçe, bu süreci geri çeviremez. Acılar bitmez, büyür. Bunu gören basiretli insanların sayısı çok az. Maalesef.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Ne isteyebiliriz ebediyen allahla beraber var olabilmek icin onun evrensel ve ebedi sistemine dehalet edip her turlu ser ve tahribi terk edip hakiki iyilige ulasmak istiyoruz. Bu yolda baskalarina guzel ornek olmak suretiyle cenabi hakkin rizasini kazaniriz hedefindeyiz. Insanlara dost olup becerebilirsek hakiki kardes olmak istiyoruz. Belki bu yolla yeryuzu barisina da hizmet ederiz ( selami yayin emri ilahisi istikametinde )

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin