Proje mahkemeler: 17 Aralık’tan sonra yandaş yargı nasıl üretildi? [Tarık Çetin – Hukukçu]

Anayasa’nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir.

Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, yargı bağımsızlığı, kanuni hakim güvencesi, yasaların ve idari işlemlerin geriye yürümezliği ve kişilerin hukuki güvenliklerinin sağlanması, yasaların Anayasa’ya ve idari işlem ve eylemlerin hukuka uygunluğunun yargısal denetimi “Hukuk Devleti” idealini gerçekleştirmeye yarayan araçlardır. Kişilerin, devlete güven duymaları, maddî ve manevî varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir.

Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Örneğin hukuk güvenliğinin olduğu bir ülkede, bir sabah kalktığınızda çocuğunuzu gönderdiğiniz okuldan dolayı terörist listesine alınmazsınız. Her ay evinize yakın bankaya yaptığınız fatura ödemeleriniz bir gün karşınıza meslekten ihraç gerekçesi olarak çıkmaz. Devletin kontrolünde ve izni ile açılan bir sendika üyeliğiniz nedeniyle açığa alınmazsınız. Bir gün öncesine kadar heykeli dikilecek ve Başbakan tarafından zırhlı araç tahsis edilecek ölçüde kıymet verilen bir savcı iken, bir gün sonra vatan haini ilan edilmezsiniz. Yine bir gün öncesine kadar kahraman ve destan yazan bir emniyet görevlisi iken bir gün sonra düşmana dönüşmezsiniz.

Cemaat, Camia, paralel yapı, silahlı terör örgütü

17/25 Aralık 2013’ten sonra Türkiye’de bütün bunların hepsi fazlasıyla gerçekleşti. 17/25 Aralık 2013 tarihlerinde bazı bakanların ve bakan çocuklarının da karıştığı iddia edilen büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarından sonra siyasi iktidar, kendisine karşı bir “darbe” olarak nitelediği bu operasyonlarda rolü olduğunu ileri sürdüğü ve o tarihe kadar “Cemaat, Camia” olarak nitelediği  Gülen Hareketini bu kez “paralel yapı” söylemleriyle düşman ilan etti. İktidar partisinin tabanından tavanına kadar kendilerinin de bizzat ilişki içerisinde bulundukları ve tümüyle devletin gözetim ve denetiminde olan bu harekete bağlı veya ilişkili eğitim, sağlık, finans, vakıf/dernek ve sair binlerce kurum da bundan nasibini aldı. “Paralel yapı” söylemi zamanla giderek sertleşti ve yerini “FETÖ/PDY silahlı terör örgütü” kavramına bıraktı. Hukukta hiçbir karşılığı olmasa da iktidar partisi 17/25 Aralık’ın milat olduğunu kabul ederek, bu tarihten sonra Gülen Hareketine bağlı kurumlarla ilişkisi olanları terör suçlusu olarak ilan edeceğini bildirdi. “Yeni Türkiye’nin istiklal mücadelesi” olarak adlandırdıkları bu dönemde, istedikleri adımları atabilme konusunda karşılarında büyük bir sorun daha vardı; bağımsız yargı.

Dönemin Başbakanı Erdoğan 12 Mart 2014 tarihinde Kanal24 televizyonunda canlı yayınlanan bir program esnasında kendisi ile röportaj yapan gazeteci Mustafa Karaalioğlu’nun, Erdoğan’ın 17 ve 25 Aralık operasyonlarından sorumlu tuttuğu ve önceleri kendilerinin de “Cemaat, Camia” olarak hitap ettikleri Gülen Hareketi hakkında yine “Cemaat” tabirini kullanması üzerine sert bir şekilde müdahale ederek “Bak bir defa şu cemaat ifadesini kullanma, örgüt var, niye korkuyorsun, örgüt var, bir hareket olamaz, örgüt var, cemaat de diyemezsin” şeklinde sözler söyledi. Şüphesiz bu sözler yargıya yapılan müdahaleleri ve proje mahkemeler adı verilen yürütmenin güdümünde bir yargı teşkilatı oluşturulmasının perde arkasını sergiler nitelikte.

Proje mahkemeler: Sulh Ceza Hakimlikleri

Dönemin Başbakanı, daha önce “cemaat” adını verdiği Gülen Hareketi hakkında herhangi bir yargı kararı bulunmadığı halde “örgüt” olduğuna hükmetti, süreç içerisinde kamuoyu tarafından bu şekilde algılanmasını sağlamaya yönelik propaganda yapıldı ve sonraki tarihlerde ortaya çıktığı üzere bu algının yargı kararına dönüştürülmesi, yani iddia konusu paralel yapı hakkında “örgüt” kararı verilmesi konusunda proje mahkemeler oluşturulması yoluna gidildi. Bu sonuca ulaşılabilmesinin ancak ve ancak yürütmeye bağımlı bir yargı mekanizması sayesinde mümkün olabileceği, mevcut bağımsız yargı kurumlarının bu amaca ulaşma konusunda engel olduğunun değerlendirilmesi sonucunda, dönemin Başbakanının “bir proje üzerinde çalışıldığı, Sulh Ceza Hakimliklerinin kurulacağı” yönündeki işari beyanlarından da anlaşılacağı üzere, söz konusu amaçları gerçekleştirmek üzere yürütmenin güdümünde bir yargı teşkilatı oluşturmak için yeni arayışlara girişildi.

Adını Erdoğan’ın yukarıda belirtilen söyleminden alan “Proje mahkemeler” planlamasıyla 3 ayaklı bir yargı teşkilatı kurulması öngörüldü:

1- Soruşturma aşamasında karar mercii olarak Sulh Ceza Hakimlikleri,

2- Kovuşturma aşamasında terör ve örgütlü suçlara bakmakla görevli ihtisas mahkemeleri,

3- Temyiz mercii olarak Yargıtay’da yeni bir daire oluşturulması.

28 Haziran 2014 tarihinde yürürlüğe giren 6545 sayılı yasayla Sulh Ceza Hakimliklerinin kurulması ile proje mahkemelerin birinci ayağı tamamlandı. 16 Temmuz 2014 tarihli HSYK kararı ile de bu hakimlikler faaliyete geçirilerek yeni atamalar yapıldı. İddia konusu paralel yapıya yönelik operasyon merkezi olan İstanbul’da, 17/25 Aralık operasyonlarında tutuklanan Reza Zarrab ve diğer zanlılar hakkında tahliye kararı veren hakimlerin sulh ceza hakimi olarak atanmaları dikkatlerden kaçmadı.

Sulh Ceza Hakimliklerine yönelik en önemli eleştirilerden birisi de kapalı devre sistemine sahip olmasıydı. Yani bir sulh ceza hakiminin verdiği karara karşı, numara olarak kendisinden sonra gelen diğer hakimlik nezdinde itiraz edilebiliyor, savcıların verdiği takipsizlik kararlarına karşı yapılacak itirazlar da yine aynı hakimler tarafından incelenip karara bağlanıyordu. Bu şekilde bir üst merci veya mahkeme tarafından yapılacak denetim imkanı ortadan kaldırıldı.

Birinci aşamadaki sulh ceza hakimliklerinin kurulmasından sonra sıra diğer yargı mercilerinin oluşturulmasına geldi. Bağımsız yargıyı ayak bağı olarak gören siyasi iktidar, mevcut mahkemelerin kendi siyasi amaçlarına ve eğilimlerine aykırı karar vermesi ihtimalini nazara alarak yargıyı kontrol altında tutmak için yeni mahkemeler kurma yolunu tercih etti.

İlk hedef HSYK seçimleri

Bunun için ilk hedef 2014 yılında yapılan HSYK seçimlerinin kazanılmasıydı ve HSYK seçimlerine aday listesi çıkarması için Yargıda Birlik Platformu (YBP) kuruldu. Yargıda Birlik Platformu seçim çalışmalarında iktidarın tüm olanaklarını kullanarak şu araçlardan yararlandı: Ücretsiz toplantı odaları ve ulaşım ayarlandı, hakimlere toplantılara katılmaları telkin edildi, bilgi teknolojileri seferber edildi (hakimlerin e-mail adresleri ve telefon numaralarına erişim sağlandı), maaş zammı ve YBP’nin kazanması halinde disiplin soruşturmalarının düşürüleceği vaat edildi. Son olarak, yeni bir oy sayma sistemi kurularak kimlerin YBP’ye oy vermediğini tespit etmek için bölgesel oy sayımı yerine her il merkezinde ayrı ayrı oy sayımı yapıldı. Seçmen iradesini etkileyecek her yol denendi ve nihayet seçim sonucu beklentilere uygun çıktı; YBP HSYK’da net bir çoğunluk elde etti. Bu sonuç bugün gerçekleştirilmekte olan tasfiyeleri kolaylaştırdı.

‘Proje Mahkemeler’in devamı olarak ‘Görevli İhtisas Mahkemeleri’

Diğer yandan proje mahkemelerin devamı olarak ikinci aşamada terör suçlarına bakmakla görevli ihtisas mahkemeleri kuruldu. Bazı Ağır Ceza Mahkemelerine terör suçlarına bakma görevi verildi ve bu mahkemelerin başkan ve üyeleri yeni oluşan HSYK tarafından değiştirilerek bu yöndeki yapılanma da tamamlanmış oldu.

Son olarak üçüncü aşamada temyiz mercii olan Yargıtay’a da müdahale edildi. TBMM’de çoğunluğa sahip iktidar tarafından Yargıtay Kanununda değişiklikler yapılarak Yargıtay’da yeni daireler oluşturuldu ve bu dairelerin görev dağılımı konusunda yeni düzenlemeler getirildi. Bu arada HSYK tarafından Yargıtay’a 144 yeni üye atandı. Öteden beri terör suçlarına bakmakta olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin bu görevine son verildi. Bütün bu müdahaleler sonucunda yeni oluşturulan 16. Ceza Dairesi terör suçlarına bakmakla görevlendirildi.

Bu şekilde proje mahkemeler tüm safhalarıyla birlikte oluşturularak harekete geçirildi. “Paralel yapı” iddialarından sonra, hukuka/seçimlere müdahale edilerek kurulması, üyelerinin seçilme ve atanma biçimleri, yürütme organları karşısında bağımsızlık ve tarafsızlıklarını koruyamama hususunda taşıdığı şüpheler göz önüne alındığında doğal hakimlik ilkesine tamamen aykırı olan bu mahkemeler nihayet kısa zaman içerisinde yürütmenin güdümü altında, siyasi saikle hareket eden kurumlara dönüştü ve muhalifleri sindirme ve yok etme aracı olarak kullanılmaya başlandı.

Artık siyasi iktidarın toplumun herhangi bir kesimi veya muhalif gördüğü kimseler hakkında bir delil olsun veya olmasın, faaliyetleri suç oluştursun veya oluşturmasın “terör örgütü” kararı aldırmasında veya herhangi bir suçtan tutuklama kararından başlayarak mahkumiyete varıncaya kadar istediği herhangi bir kararı temin etmesinin önünde hiçbir engel bulunmamakta.

‘Allah’ın lütfu’ 15 Temmuz kalkışması

Siyasal iktidarın bu şekilde Devletin tüm imkanlarını kullanmasına rağmen, Gülen Hareketi’ni terör örgütü gösterme ve kabul ettirme çabaları kamuoyunda tam olarak karşılık bulamadı. Gülen Hareketi’ne bağlı herhangi bir kurumdan bir şekilde istifade eden veya faaliyetlerine katılan insanlar 40-50 yıldır tanıdıkları bu kimselerin terör örgütü olduğuna inanmak istemedi. Gerçekten de 15 Temmuz’dan sonra 100 binden fazla insan gözaltına alındığı halde bir tek çakı bıçağının bile ele geçirilmemiş ve silahlı bir eylemlerine rastlanmamış olmasından da anlaşılacağı üzere iktidarın bu hareketi silahlı terör örgütü gibi göstermesi için elinde hiçbir argüman yoktu.

Bu konuda oldukça zorlanan iktidarın imdadına bilahare “Allah’ın lütfu” olarak niteledikleri (gerçekte faili meçhul olan ve her nedense iktidar tarafından da faili bulunmak istenmeyen) 15 Temmuz kanlı darbe girişimi yetişti. Darbe girişiminin daha ilk dakikalarından itibaren başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, tüm iktidar mensupları ve akabinde Savcılıklar ve HSYK yetkilileri, olaya ilişkin yargılama yapıp kesin hüküm vermişçesine hep bir ağızdan Gülen Hareketini suçladı. Kendileri tarafından da itiraf edildiği üzere normal yasal koşullarda yapılamayacak olan mala mülke el koymalar, kamu kurumlarından ihraç ve tutuklamalar, bu dönemde ilan edilen OHAL sürecinde çıkarılan KHK’ler ile sıradan bir şekle büründü.

KHK rejimine hoş geldiniz…

15 Temmuz sonrasında artık iktidarın muhalif gördüğü herhangi bir kimsenin iddia konusu FETÖ/PDY üyeliğinden veya başka herhangi bir suçtan tutuklanmasının, mal varlığına el konulmasının önünde hiçbir engel kalmadı. O kadar ki, Fethullah Gülen ile aynı fotoğraf karesinde yer alması nedeniyle Doğan Holding Ankara İdari Temsilcisi Barbaros Muratoğlu’nun, MİT tırları ile ilgili haber yapan ve 17 Aralık savcısı Celal Kara ile röportaj gerçekleştiren Cumhuriyet Gazetesi yazarı Can Dündar’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat açılışında bulunduğu Bank Asya’dan kredi çeken gariban esnafın, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç’ın her sene katıldığı Türkçe olimpiyatlarında Gülen Okullarına övgüler dizmesinden etkilenerek çocuğunu bu okullarda okutan sıradan vatandaşın, iktidarın sopasına dönüşen proje mahkemelerden kendini kurtarması, bu bağlamda; sulh ceza hakimi tarafından terör suçundan tutuklanması, daha sonra terör suçuna bakan ağır ceza mahkemesinden mahkumiyetine hükmedilmesi ve son olarak temyiz mercince verilecek onama kararı ile artık bir terör hükümlüsü haline gelmesi mümkün hale geldi.

Nitekim başta Sulh Ceza Hakimlikleri olmak üzere proje mahkemelerin faaliyete geçtiği tarihten beri vermiş oldukları kararların pek çoğu tartışma konusu olmuştur. Özellikle Cumhurbaşkanına hakaret (TCK.299), silahlı örgüt (TCK.314), hükumete darbe (TCK.312), siyasi ve askeri casusluk (TCK.328) gibi suçlardan verilen tutuklama ve diğer tedbir kararlarının neredeyse tamamının tartışmaya neden olduğu, muhalif kesimleri susturmaya, sindirmeye ve yok etmeye yönelik olarak, yürütme organlarının etkisi altında ve siyasi saikler, siyasi ve konjonktürel gelişmeler gözetilerek karar verilmiş olduğu yönünde ciddi bir kanaat oluştuğu görülmektedir.

Yargı üzerinde, yürütmenin etkisi altında bulunan ve hatta yürütmeye bağlı bir kurum gibi faaliyet gösteren HSYK marifetiyle oluşturulan baskı ortamı, farklı dönemlerdeki örnekleriyle kıyas kabul edilemez oranda artmış ve bu sistem içerisinde tamir edilemez boyutlara ulaşmıştır. Bugün yürütmenin ve yürütmenin etkisi altındaki HSYK’nın istemediği biçimde karar vermek ve yargı bağımsızlığından söz etmek mümkün değildir. Ne yazık ki bu manzara artık hukuk devletinin bittiğinin de resmidir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin