Problemlerin çözümünde Nebevi yaklaşım (2)

YORUM | Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN

Doğru ve yanlışlar öyle resmedilmelidir ki insanlar üzerinde görüldüğünde kolayca bilinebilsin…

Yanlış anlaşılmasın. Sosyal medyada doğruları ve yanlışları konuşmayalım demiyorum. İnsanları isimleriyle ve resimleriyle teşhir etmeyelim diyorum. İyi ve kötü vasıfları, doğru ve yanlışları tabi ki konuşalım. Ama bunları konuşurken kullanacağımız uslup bize ait olmalıdır. Bu yapılırken de nebevi üsule uygun hareket edilmelidir ki sonuçları yapıcı olsun. Doğru ve ve yanlışları bütün çıplaklığıyla ortaya koyalım ve resmedelim. Bu hususta insanlarımızda bir farkındalık oluşsun. Öyle ki insanlar bu iyi ve kötü vasıfları taşıyanlarla karşılaştıklarında bu vasıflarına göre tavır alabilsinler. Desteklesinler veya onlarla mücadele etsinler.

Problemlerin hallinde bütüncül yaklaşım…

Eğer size zarar vermek isteyen kötü niyetli insanların veya unsurların içinize girmemesini ve bünyenizi bunların yol açabileceği tehlikelerden korumak istiyorsanız, sahip olduğunuz değer ve prensiplere uygun bir hayat yaşamalısınız.  Bu yapılabildiği takdirde, bünyeye zararlı olan bu unsurlar, yaşayabilecekleri bir ortam bulamayacaklardır. Bunlar için o bünyede kalabilmek tahammülü mümkün olmayan bir olay haline gelecektir. Bataklıklarda, pis kokulu ortamlarda yaşama donanımına sahip veya böyle yerlerdeki bir hayata alışmış olanların mis kokulu çemenzarlarda yaşamaları mümkün olmadığı gibi. Dolayısıyla prensip ve değerlerine sahip çıkarak onları yaşayabilen fertlerden oluşan bir toplumda, buna aykırı hareket edenler için çok fazla bir hareket alanı kalmayacaktır.

Problemlerin meydana gelmemesi ve meydana geldikten sonra da en hızlı ve selametli çözümü adına ilk yapılması gereken “nerelerde yanlışlar yapıldı ki bu problemler meydana geldi” diyerek problemlerin nedenlerine inip çözüme de oradan başlamaktır. Aksi takdirde o oluşan problemlere çözümler bulunabilir ama problemler meydana gelmeye devam edeceklerdir. Bireysel ve toplumsal anlamda bu sorgulamalar, muhasebeler yapılabilirse, problemlerin tamamını görmeye yarayacak bütüncül bir bakışla meseleler ele alınabilirse, çözümler daha isabetli olacak, mevcut problemler çözülebileceği gibi yeni problemlerin de  meydana gelmesinin önü alınabilecektir.

Mücadeleleri gerçekleştirirken kullanılan üslupta kendimiz olmanın önemi…

Bir diğer problem de en çok tenkit ettiğimiz hatalara bazen bizim de düşebilme tehlikemizdir.  Halbuki düşmanın düştüğü aynı alçaklığa tenezzül edilmemesi gerekir. Aslında verilen mücadele değerlerin mücadelesi, yani iyi ile kötünün, iman ile küfrün mücadelesidir. Onların yanlışlarına bakılarak, Nebevi olması gereken kendi üslubumuzdan vazgeçemeyiz. Hak bir davanın vesileleri de hak olmalıdır.

Bediüzzaman Hazretlerinn ifade ettikleri gibi Allah (cc) bizlere sahip olduğumuz vasıflara gore muamele etmektedir. Günümüz dünyasında batı dünyası islami vasıflara bizden daha fazla sahip oldukları için galip durumdadırlar. Vasıflar, karakterler ve usluplar islami olduğunda Allah (cc) inayet etmekte ve rahmetiyle muamele etmektedir. Ayet-i kerimede müttakilere vadedilen muvaffakiyetlera nail olabilmek için bunların hiç birinden taviz verilmemesi gerekmektedir. Bu hakikati Hocaefendi “uslubumuz namusumuzdur” şeklinde ifade etmektedirler.

Örneğin gruplaşan, ekip kuran isimlerin kendilerine muhalif hareket edenlere karşı insafsızca yaklaşımlarına, muhaliflerini sindirmek üzere yaptıkları aynı taktiklerine başvurulmamalıdır.  Yanlış yapanlara “sizin bu yaptığınızın hangi kitapta yeri var” denirken, imkanlar elverdiğinde “iyi ama onlar da hak ettiler, onlar da aynısını yaptılar” diyerek eleştirilen aynı yaklaşımlar ve benzer davranışlar sergilenmemelidir.

Benzer şekilde gıybet en tehlikeli bir hastalık olmasına rağmen, yaşadığımız mağduriyetler sebebiyle ve özellikle bunlara sebebiyet verenler hakkında sürekli gıybet ve dedikodu yapılması normal karşılanabilmektedir. Yapılan zülümler elbette konuşulacaktır. Ama konuşmalar sadece yapılan zülümlerle sınırlı kalmamakta ve maalesef gıybet olarak nitelendirilebilecek alanlara da girilmektedir.

Kendi içimizdeki zalimlerle mücadeleyi kazandık diyelim!. Ondan sonra kendi aramızdaki davranışlarımız ne şekilde olacaktır. Şeytani olan gıybete, dedikoduya alışmış, insafsızca tenkit etmeye alışmış insanlar, daha sonra bunları birbirlerine karşı kullanmaya devam etmeyecekler midir?

Uslubun korunmasının önemi bir daha karşımıza çıkıyor. Verilen mücadeleleri gerçekleştirirken kendimiz olmalıyız. Düşmanın vasıflarını takınıp onlar gibi olamayız. Allah Rasulü (sav) en basit muamelelerde bile düşmanlarına benzememeye özen göstermişlerdir. Onlar gibi hareket etmek, zamanla aynı karakteri ve ahlakı kazanmayı da beraberinde getirecektir.

Bend olmuş isen, bendegâna düşen şey, Şehsuvar’ına uymasıdır…

Fethullah Gülen Hocaefendi bu hususu şöyle dillendirmektedir: “Meşrû yolların dışında yol aramamalı.. Makyavelistçe hareket etmemeli.. hep Peygamberler Yolu’nda yürümeli.. istikâmet içinde olmalı.. bütün cihan çok farklı, çok değişik, çok abuk-sabuk yollarda yürüse bile, bu, hakiki mü’mine tesir etmemeli.. o, yol değiştirmemeli, yanlış güzergahlara sapmamalı.. doğru yürüdüğünden dolayı öldürseler bile, el kaldırmamalı.. mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamalı.. Hâbil gibi hareket etmeli, Kâbil gibi davranmamalı!.

Bizim karakterimiz, budur. Müslümanın karakteri, budur. Hazreti Ruh-i Seyyidi’l-Enâm’a bend olmuş insanın karakteri budur. Bend olmuş isen, bendegâna düşen şey, Şehsuvar’ına uymasıdır. O, hangi yolda yürümüşse, nereye doğru gidiyorsa, O’ndan ayrılmamak lazımdır; O’ndan ayrılmak, felaket getirir, hafizanallah. Efendimizin yolu…”

Kendimiz gibi davranmadığımızda en başta kendi değerlerimize ve prensiplerimize aykırı davranmış oluruz. Nebevi yol terk edilip şeytani yola başvurulmuş olur. Böyle bir yola girince de elde edilecek neticeler yapıcı olmayacak ve daha çok tahribatlara sebebiyet verilebilecektir.  Unutulmamalıdır ki usluba riayet edilmeden hareket edildiğinde her zaman kaybeden insanlık, insani değerler ve Hizmet olacaktır.

Allah Rasulü (sav) beyanlarında dostlukta da, düşmanlıkta da ifrat ve tefritten uzak olunması gerektiğini ifade etmişlerdir. Düşmanlıkta çok ileri gittiğin insanlarla daha sonra dost olduğunda meydana gelen eski kırgınlıkları telafi etmek çok zor olacaktır. Hocaefendi “bugün size zulmeden dostlarınız sizden uzaklaşırken, siz bulunduğunuz yerde sabit durun ki sonra hatalarını anladıklarında dönmeleri kolay olsun. Sen de uzaklaşırsan aradaki mesafe iki katına çıkacaktır.” diyerek dikkat çekmektedir.

Allah Rasulü (sav) araya kan davası girmesin diye, müşriklerle savaş olmaması adına her türlü tedbire başvurmuşlardır. Her şeye rağmen savaşlar olduğunda ise meydana gelen zararları, yıkılan köprüleri tamir edebilmek için ise her fırsatı değerlendirmişlerdir.  O kadar ki yaptıkları zülümler sebebiyle müşriklerin kıtlığa maruz kalmaları için önce dua etmiş ve duası Kabul edilip Mekke’liler kıtlık belasına maruz kalınca da, kendilerine onca zulmeden o insanlara, ganimetlerden elde edilen malları karşılıksız göndermiş, müşriklerin bu malları almak istememeleri üzerine bunları kabul ettirebilmek adına değişik stratejiler geliştirmişlerdir.

Hocaefendi gibi peygamber varislerini çok sevdiğimiz iddiasında isek onların gittiği yolu tutmalı ve kullandıkları uslubu kullanmalı değil miyiz?

Hocaefendi’nin bozulmalar karşısında nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği hakkındaki şu ifadelerine bir göz atalım: “Son olarak bir hususa daha temas etmek istiyorum. Burada ifade edilen ölçülerde hepimizin bir kısım eksiklikleri olabilir. Bu prensipleri hayatımızda tam temsil edemeyebiliriz. Edemediğimizden ötürü de bir kısım tenkitlere girebilir ve sorgulamalar yapabiliriz. İşte bu noktada kuvve-i maneviyeleri sarsacak ölçüde karamsar bir kısım tablolar resmetmemeli, yaşanan deformasyonu ümit kırıcı ifadelerle beyan etmemeliyiz. Zira unutmamak gerekir ki, her zaman çok önemli davalarda ve çok önemli hizmetlerde bile belli ölçüde deformasyonlar görülmüştür. Burada yapılması gereken asıl iş, ümitsizliğe düşüren durumlar karşısında heyecanları yeniden canlandırmak ve el ele vererek yaşanan kırılma ve bozulmaları tamir etmeye çalışmaktır.”

Bir diğer yazıda ise Hocaefendi şunları ifade etmektedirler: “Bu itibarla da biz, “Acaba ne yapmalıyız ki kutsal ve aşkın saydığımız değerlere karşı içimizdeki saygı hissini bir kere daha canlandırabilelim? Acaba ne yapmalıyız ki fikir, his ve ruh dünyamız adına genel bir diriliş gerçekleştirebilelim?” demeli; dinî heyecanlarımızı tetikleme ve hizmet aşk u şevkimizi yeniden dipdiri hâle getirme adına ciddi bir rehabilitasyon süreci başlatmalıyız. Kendimizi yeniden gözden geçirmeli ve böyle bir tecdit ruhu etrafında bir araya gelmeliyiz.

Eğer bu konuda olumlu bir kısım projeler ortaya koyamaz, insanları onlar etrafında toparlayamaz, insanların kusurlarına takılıp kalır ve onları söyler durursak; mevcut arızaları tamir edemez, kırık ve çatlakları saramayız. Bunu yapamadığımız için de ıslah ve yenilenmeyi gerçekleştiremeyiz. Hatta olumlu faaliyetler istikametinde fikir verme yerine sürekli birilerinin kusurlarını konuşma, insanların kuvve-i maneviyelerinin kırılmasına sebebiyet verir. Neticede de hiçbir fayda elde edilemez…

Bu sebeple faydasız ve neticesiz tenkitlerle meşgul olmak yerine yeniden birbirimize kenetlenmeli, arızalarımızı gidermeye çalışmalı ve bir kere daha doğru mü’min olmaya yönelmeliyiz.

Böyle bir dirilişi sadece bir iki kişinin sırtına yüklemek doğru değildir. Herkesin bu konuda kendisine düşeni yapması ve kendi ruh hanesinde mevcut olan şeylerle bu örfaneye iştirak etmesi gerekir. Bir grup insan kendi evinde pişirdiği yemeği bir araya getirip bir örfane oluşturduklarında nasıl herkesin çeşit çeşit yemekleri tatma imkânı oluyorsa, manevî ve uhrevî işlerde de kalbî, ruhî ve hissî varidatıyla bir araya gelen insanların istifadesi oldukça geniş çaplı olacaktır. Ülfetzede, ünsiyetzede olmuş ve dolayısıyla yaptıkları işin bereketini kaçırmış insanların yeniden derlenip toparlanması da işte böyle bir mâide-i semaviye oluşturulmasına bağlıdır.”

Hocaefendi’nin yukarıdaki ifadeleri tekrar be tekrar okunmalı, ciddi müzakereler eşliğinde ele alınmalı ve önceki yazıda ifade edildiği gibi duygu ve düşüncelerimizle, hâl ve hareketlerimizle firavunların ve zorbaların yolundan mı gittiğimizi yoksa peygamber yolunu mu izlediğimizi sık sık gözden geçirmeliyiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin