Ordunun siyasetteki ‘doğal’ yeri [Türk Sağı’nın hikâyesi-15]

YORUM | KEMAL AY

Türk siyasetinin en büyük problemlerinden birisi her daim hesaba katılmak zorunda kalınan ‘asker faktörü’ydü. Hikâye 27 Mayıs’tan başlıyor gibi görünse de, gazeteci Örsan Öymen ‘Bir İhtilal Daha Var’ isimli kitabında darbeler tarihini 1908’den başlatır ve 1980’e kadar uzatır. Enver Paşa’dan Evren Paşa’ya giden bir hikâyedir bu. Askerî darbeler ve darbe girişimleri arasındaki paralellikleri okurken, şaşırtıcı benzerlikler yakalarsınız. İttihat ve Terakki’nin ‘yalnız bırakılan darbecisi’ Yakup Cemil’le, 1960’ların ‘başarısız’ darbecisi Talat Aydemir, bir an aynı hücrede belirir. Yakup Cemil, Enver Paşa’nın kendisini kurtaracağını düşünüp durur o hücrede, tıpkı Talat Aydemir’in İsmet Paşa’nın kendisini kurtaracağını düşündüğü gibi.

Bu hikâyenin yanına, Çetin Altan’dan biraz tarih okuması ekleyelim. ‘Osmanlı Devleti altı kez nasıl battı?’ başlıklı yazısında Altan, bu ‘batışları’ şöyle sıralıyor: İlki, 1402’de Timur’a yenilerek battı; ikincisi Osmanlı donanmasının 1571’de İnebahtı’da tümden yok edilmesiyle battı; üçüncüsü 1622’de II. Osman’ın Yeniçeriler tarafından linç edilerek öldürülmesiyle battı; 1730’da dördüncü Osmanlı Devleti, Patrona Halil isyanıyla birlikte zaten istikrarsızlık içindeki Saray’dan III. Ahmet’in de indirilmesiyle battı; beşincisi 1807-8 yılları arasındaki Kabakçı Mustafa İsyanı ve sonrasında III. Selim’in öldürülmesiyle battı ve nihayet altıncısı 1920’de TBMM’nin kurulmasıyla fiilen battı.

Çetin Altan bu ayrımı yaptıktan sonra, bir devletin ortalama her yüz yılda bir neden battığını ve neden sonra yeniden aynıyla diriltilmeye çalışıldığını sorgular. Eğer o batış nedenleri araştırılırsa, der Altan, bugünkü (yazı 2014’te yayınlandı) kötüye gidiş de anlaşılacaktır.

BEŞ KEZ YENİDEN KURULAN FRANSA CUMHURİYETİ

Fransa tarihinde de böyle bir ayrım vardır. 1789’daki Fransız İhtilali’nin bütün sorunları çözdüğünü zannedenler yanılabilir. 1792’de İlk Cumhuriyet kurulur. Ömrü, ancak 1804’te Napolyon’un Birinci İmparatorluk’u ilân etmesine kadardır. Yeni oluşturulan kurumlar o kadar zayıftır ki, güçlü ve otoriter bir lider geldiğinde eski rejime dönmek zor olmamıştır. Ülkedeki ‘devrimci ruh’ uzun süre baskı altında tutulmuş, 1848’de Paris’te başlayan olaylar ve Paris Komunü’nün kurulmasıyla İkinci Cumhuriyet ilân edilmiştir. Fakat bu da Napolyon’un yeğeni olan III. Louis Napolyon Bonaparte tarafından 3 yıl sonra bastırılır ve İkinci İmparatorluk duyurulur. 1870’e kadar yaşar III. Napolyon, fakat ülke de onun elinde hırpalanmıştır. Prusya’yla giriştikleri savaş hem orduyu hem de ekonomiyi mahveder. Geçici bir hükümet olarak tasarlanan Üçüncü Cumhuriyet, imparatorluğun sürmeyeceği anlaşılınca kalıcı hâle gelir. 1940’ta Almanya bu ülkeyi işgal edince dağılır. 1946’da, yani savaştan sonra Dördüncü Cumhuriyet kurulur. Fransızlar artık İmparatorluk devrinin kapandığının farkındadır ancak siyasi istikrarı nasıl koruyacaklarından emin değillerdir. Kolonilerin ülkeden kopmaya başlaması, iç karışıklıklara sebep olduğu için 1958’de Dördüncü Cumhuriyet de yıkılır ve savaş kahramanı Charles De Gaulle, ‘kurtarıcı’ olarak seçilir ve yeni bir anayasa yaparak Beşinci Cumhuriyet’i kurar.

Fransız toplumu, devrimler sarkacı altında yaşadı neredeyse iki yüzyıl. Paris kaç defa şiddetli çatışmalara sahne oldu. Yıkıldı, tekrar yapıldı. ‘Devrimlere dayanıklı hâle’ getirildi ama bu kez 1940’larda işgale uğradı. Birinci Dünya Savaşı’nın kahramanı olan Mareşal Philippe Petain, 1940’ta ülkeyi Hitler’e teslim edecek ve daha sonra hep ihanetle anılacaktı. Yani, ihaneti gördü. 1950’lerde Cezayir meselesini yaşadı Fransa. 1960’larda sol terörü, 1968’de ‘çiçek çocuklar’ devrimini gördü. Çalkantılar, zor zamanlar, yıkım, işgal, ihanet… Bugünkü Fransa’nın da çok ciddi problemleri var. Yükselen aşırı-sağ, kaybolan merkez siyaset, Avrupa’yı dikkate zorlayan ekonomik sıkıntı…

MODERN SİYASETLE, KADİM SİYASETİN BULUŞMASI

Modern siyaset Avrupa’da doğal bir etki-tepki prensibine dayanarak ortaya çıktı: Monarşi karşıtlığı, halkçılığı doğurdu; halkçılık, ekonomik eşitliği; eşitlik fikri, özgürlüğü besledi. Bu hareketlenmeye karşı çıkıp eski rejimi savunanlara ‘muhafazakâr’ ya da ‘sağ’ dendi. Bu rüzgâr Osmanlı’ya da ulaşacaktı fakat Osmanlı’nın ‘siyaseti’ daha eskiydi. Yeniçeri, Ulema Sınıfı ve Saray’ın bir çeşit ‘kuvvetler ayrılığı’ sistemi oluşturduğu Osmanlı’da, Yeniçeri ile Ulema’nın el ele vererek Saray’ı her defasında alt edebildikleri görüldü. Yeniçeri isyan edecek olduğunda önce Padişah için hal fetvası almayı adet edindi. Saray içi mücadeleleri, kardeş ve evlat katlini, sadrazamların sıfırdan zirveye, zirveden tekrar sıfıra çıkıp inen kariyerlerini saymıyorum.

Örsan Öymen’in darbeler tarihini 1908’den başlatması bu sebeple manidar. Ancak belki daha gerilere gitmek gerekir. Bu yüzden Çetin Altan’dan bahis açma gereği duydum. Saray, Yeniçeri ve Ulema üçlüsünün önemi büyüktür. Saray’ın yerini Meclis, Yeniçeri’nin yerini modern bir ordu ve Ulema’nın yerini yargı bürokrasisi aldığında fazla bir şey değişmez. 1876’da Abdülaziz’in tahttan indirilmesi de Ulema ile dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Avni Paşa’nın işbirliği ile olmuştu. II. Mahmut ‘Batılılaşmaya direniyorlar’ diyerek Yeniçeri Ocağı’nı şiddetle lağvetti fakat ordunun siyasetteki rolü değişmedi. 1908’de Enver Paşa, II. Abdülhamit’i pasifize edecekti. Türkiye Cumhuriyeti’ni de askerler kurdu. Onlardan başka ‘inisiyatif alacak’ güçte kimse yoktu çünkü.

Zaten problem de burada başlıyor; devlet denilen cihazı nasıl kurduğunuzda. Kuvvetler ayrılığı tezi, birbirini meşru gerekçelerle denetleyen yapıların oluşturduğu bir devlette ‘gücün tek elde toplanamayacağını’ öngörüyor mesela. Bir devlette yasama, yürütme ve yargı erkleri olmazsa olmaz. Eğer bu gücü dağıtırsak, kimse birbirine üstünlük taslayamaz. Osmanlı’da Saray her üçünü de temsil ediyor fakat yürütme için askerin gücüne ihtiyacı var. Yasama kısmında da Ulema’dan fetva almak gibi gereklilikler mevcut. Yargı, zaten elinin altında. Padişah’ı yargılamak kimsenin haddine değil. Bilakis Padişah için yargı, gerektiğinde kullanılacak bir silah.

Bu birbirine geçmiş sistem, devletin modernizasyonu esnasında iyice allak bullak oluyor. 1876’daki Abdülaziz’e karşı darbenin mimarlarından Mithat Paşa, bir rejim arayışı içerisinde. Cumhuriyet fikriyle geliyor fakat destek görmüyor. Meşrutî Monarşi, yani Padişah’ın hükmünü kaldırmadan bir Meclis’te devlet meselelerinin ele alınması fikri ağır basıyor. Yüksek yargı denilebilecek kurumlar oluşturuluyor. Fakat Mithat Paşa’nın reformcu yüksek bürokratlık görevi 93 Harbi’ne sebep olması ile son buluyor ve II. Abdülhamit, ‘Bakın, beceremediler’ dercesine I. Meşrutiyeti sonlandırıyor. 1908’de neredeyse tamamen denetimsiz bir İttihat ve Terakki iktidarı kuruluyor. Kimsenin aklında devletin nasıl yapılanması gerektiği ile ilgili bir fikir yok bu devirde. İktidarı ele geçirme gibi bir gaye var. ‘Biz daha iyi yönetiriz’ gibi bir hava oluşuyor askerlerde yine. Devlet demek, güç demek olduğu için de az çok devlet içinde gücü olan, ‘Biz daha iyi yönetiriz’ girdabına kapılıyor rahatlıkla.

VAZİFE TAKSİMİ BELLİ DEĞİL, HİKMET HİÇ YOK

Cumhuriyet’in kurulmasıyla yasama, yürütme ve yargı ayrımı rafa kalkıyor. Meclis, hepsine muktedir. Meclis’in başında da Mustafa Kemal Paşa var. Bazıları, ‘devrin şartlarını’ ileri sürüyor. O dönemde, öylesi lazımdı, diyenler var. Ancak sorun, Avrupa’dan ilhamla oluşturulan kurumların hangi vazifeye malik olduğunu, bu vazifelerin ortaya çıkış sebeplerini bir türlü oturtamamak. Nitekim 27 Mayıs 1960’ta meşruiyeti kendinden menkul, aslında Osmanlı’daki (kökenleri eski medeniyetlere de uzanan) askerin gücü elinde tutarak siyasete müdahale etme geleneğini dirilten bir darbe oldu. Gelgelelim, ‘darbeci’ ekip ülkeyi komple yönetmek de istemedi. Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi askerî bir yönetimle de geçebilirdi o yıllar. 27 Mayıs yönetimi ise yeni bir devlet kurup, onun anayasasını yapıp geri yönetimi yine sivillere bırakmayı tercih ettiler.

Bu durum, askere daha büyük alan açıyordu aslında. Hem yönetimin sorumluluğundan uzaklaşıyorlardı hem de sivillerin tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanma imkânı buluyorlardı. Bunu, 12 Mart’taki muhtırada yine yaptılar, mevcut hükümet dağıtıldı ve bir teknokratlar hükümeti kuruldu. 12 Eylül’de yine oldu. 1980’deki darbeden bir yıl sonra yeni bir Anayasa yapıldı ve 1983’te de seçimlere gidildi. Bu, ordunun halkla ‘çatışmama’ prensibiydi kimilerine göre fakat aynı zamanda orduyu sürekli siyasetin içinde tuttu. Bilhassa Menderes’in ve iki bakanın idam edilmesi, Türk siyasetini hiçbir zaman içinden çıkamayacağı bir buhrana sürükledi. Sol hareketlerin ‘iğdiş’ edilmesi için de Deniz Gezmiş ve arkadaşları ya idam edildi, ya öldürüldü ya da işkenceden geçirildi.

Bütün bunları, çalkantılı dönemler yaşamış diğer toplumlar gibi atlatabilir miydik? Belki, evet. Fransa’nın modern tarihini bu sebeple örnek verdim. Darbeler konusunda Latin Amerika ülkeleriyle Ortadoğu ülkelerinin benzerlikleri çoktur. Siyaset ve toplum dünyanın bu iki bölgesinde de derin travmalarla doludur. 2012’de kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonu’na konuşan Süleyman Demirel’e şu soru yöneltilmişti: ‘Siyasetin sindirilmesinde sizin aldığınız kararlarda, Menderes’in hayaleti etkili olmuş mudur?’ Demirel’in cevabı manidardır:

‘Biz çok partili hayata geçtiğimizde iktidar iktidarın, muhalefet de muhalefetin ne olduğunu bilmiyordu. Bu süreç yaşanarak test edildi ve öğrenildi. Darbe çok komplike, çok yönlü bir olgudur. Bir boyutunu değerlendirerek darbeyi değerlendirmiş olmayız. Siz eğer bir Başbakan ile iki bakanı asarsanız ondan sonra işbaşına gelen başbakan odasında darağacının gölgesinde oturur. Menderes’in darağacındaki fotoğrafı gözlerimin önünden hiç gitmiyor. Unutamam. Evet Menderes’in hayali etkili olmuştur alınan kararlarda.’

1990’lı yılları anlatırken bir anda geriye dönüp ordu-siyaset ilişkilerine ve çalkantılı dönemlere değinmemin sebebi de, Demirel’in bir türlü unutamadığı o günlerin, 28 Şubat’a nasıl yol verdiğini göstermekti.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin