Nostalji ve hayatın gerçekleri

YORUM | Doç. Dr. MAHMUT AKPINAR

Hepimizin burnunda tüter, gözünde buğulanır eski günler. Hayatı beklentisiz paylaştığımız, paraya, pula, makama, konuma önem vermediğimiz zamanları ararız. “Bir arkadaş memleketten gelse de eve biraz erzak girse, kursağımız bazı yiyecekleri görse” diye çok yol gözlemişizdir. Elimizdeki cüz’i parayı kendimize değil gönlünü kazanmaya çalıştığımız öğrenciye harcadığımız günleri; yeni arkadaşlara iş yaptırmayalım diye her gün yemek yapıp bulaşık yıkadığımız günleri; yazları talebelerimiz için memlekete gitmeyip domates-ekmeğe talim ettiğimiz, yarı aç geçirdiğimiz günleri; yokluk içinde her şeyi ortaya döküp kardeşlerimizle paylaştığımız günleri; badanasını, boyasını kendimizin yaptığı, ikinci el eşyalarla döşenmiş mütevazi öğrenci evlerini; sabah namazına kalkınca hela kuyruğunda uyuklamayı, pazar günleri hep birlikte yapılan ev temizliklerini, her gün patatesli yumurtaya talim etmelerimizi, herkesin hasbi, fedakar, beklentisiz olduğu ve safi duygularla koşturduğu günleri elbette özlüyoruz. Konumun, makamın, imkanın, maaşın olmadığı sadece insanlara hizmet düşüncesiyle dolu olduğumuz, her ortamda bir şeyler anlatmaya odaklandığımız o günleri hasretle anıyoruz.

Kimilerinin parasını, servetini, kimilerinin gençliğini, ömrünü adadığı, insanların zamanını, sağlığını verdiği ve karşısında hiçbir beklentiye girmediği, bir hesap yapmadığı, amatör ruhun hakim olduğu, profesyonelleşmediğimiz o günleri yad ediyor ve tekrar aynı hazzı yaşamayı, aynı duygulara sahip olmayı istiyoruz. “Hey gidi günler!” diyoruz. Hakkı-hakikatı anlatmak için arabalara doluşup kasabalara, köylere gitmeleri tekrar yaşamak istiyoruz.

Hocaefendi Tahta Kulübe’sini özlüyor. Esnaflar öğrencilerle iç içe yaşadığı günleri özlüyor. Öğrencilikte yokluk içindeki safiyeti ve samimiyeti özlüyoruz. Bazen cebimizde belediye otobüsüne verecek paramız, ekmek alacak imkanımız olmazdı. Üniversiteyi kazandım. Kalacak yerim yok, Kredi Yurtlar çıkmamış, arkadaşlarla ev bulamamışız. Mecburiyetten ve son çare İzmir Bit Pazarı’ndaki OYEV’e gittim. Onlar da beni Buca’da TÖV’e, kütüphaneye gönderdiler. Önüme bir liseli genç kattılar ve “bu arkadaş seni kalacağın yere götürecek” dediler. Elimde bavullar, eşyalar. İzmir’in yaz sıcağı. Liseli genç: “abi çok uzak değil, yürüyerek gideriz” dedi. Düştü önüme habire gidiyoruz. Sıcak bastırıyor, yol uzuyor. Geldik, geliyoruz derken elimizdeki yüklerle Buca Heykel’den Şirinyer’e kadar yürüttü beni. Sanırım 3 kilometre var. Kan ter içinde kaldım. Liseli arkadaşa epeyce kızdım, moralim bozuldu, içimden bir sürü şey geçirdim. Bir sene sonra o arkadaşla aynı evde kaldık. Vakayı unutmam mümkün değil. Sordum: “İbrahim! Sen beni o zaman niye o kadar yürüttün? Belediye otobüsüne binsek olmuyor muydu?” dedim. Mahçubiyetle: “abi cebimde hiç param yoktu, size parayı ödettirmek de ayıp olur diye düşündüm ve yürümeyi tercih ettim” dedi. Kaç kuruş daha ucuzdu bilmiyorum ama tasarruf edelim diye akşamüstü fırınlarda kalan bayat ekmekleri alırdık. Pazar harcını mutlaka pazardan yapardık ve geç vakit her şeyin ucuz olduğu sırada alarak iaşeyi batırmadan idare etmeye, ayın sonunu getirmeye çalışırdık. Aylarca parası gelmeyen arkadaşlar olurdu, o yoklukta tek kelam etmeden birbirimizi idare ederdik. Memleketlerden gelecek tarhana bulgurun yolunu gözlerdik.

Ama yokluk içindeki bu safiyet, ilk dönemlerdeki samimiyet her zaman korunamıyor. Değişiyoruz. Beklentilerimiz farklılaşıyor, hayat standardımız değişiyor. Herkesin birbirini tanıdığı, birbirine güvendiği küçük gruplardan devasa kalabalık yapılara dönüşüyorsunuz. Amatör ruh zamanla yitiriliyor ve profesyonelleşme ortaya çıkıyor. Gelişmeye, genişlemeye, büyümeye rağmen profesyonellik içinde amatör ruhu, dayanışmayı, paylaşmayı, takım ruhunu devam ettirmek elbette çok önemli. Ancak bir zaman sonra kurallar koymanız, sınırlar çizmeniz, ilkeler belirlemeniz ve bunlara uyumu denetlemeniz gerekiyor. Geniş yapılarda sadece kişilerin iyi niyetine, sabrına, basiretine, fedakarlığına güvenerek işler yürümüyor. İyiniyetlileri istismar eden art niyetliler çıkıyor. Fedakarlıkları enayilik olarak görenler olabiliyor. Artan imkanlar nedeniyle bünyede asalaklar türüyor. Farklı amaçlarla içeriye sızmışlar yanında sonradan bazı taahhütlerle iğfal edilmişi, satın alınmışı çıkıyor. Küçük bir ailede, herkesin birbirini bildiği-tanıdığı yapılarda güvene, hüsnü zanna, hasbîliğe dayalı olarak işler yürüse de yapı büyüdükçe istismar alanları, boşluklar çoğalıyor ve suistimaller artıyor. Bu noktadan sonra safiyeti samimiyeti amatör ruhu koruyarak nasıl sürdürülebilir ve istismara kapalı yapı oluşturulabilir diye düşünmek gerekiyor. Bunu yapmamak büyük hasarlara, ciddi tahribatlara, suistimallere neden olabiliyor. Denetim mekanizmaları kurmazsanız art niyetliler insanların inancını, safiyetini kullanabiliyor

Bu biraz da küçük aile şirketinden daha büyük şirketlere, holdinglere geçmeye benziyor. Konumuz ticaret değil ama teşbihte hata olmaz derler. Etrafınızda çok görmüşsünüzdür aile şirketi olarak çok başarılı olan bazı şirketler bir türlü bir üst klasmana çıkamaz. Çıkmaya çalışanların çoğu ya birbirine girer veya şirketi yönetilemez hale getirip batırır. Aile şirketinde herkes birbirini bilir, tanır. Herkes herkesin kabiliyetini, kapasitesini, tahammülünü kestirebilir. Hesap-kitap işleri güvene dayalıdır. Arada ufak tefek istismarlar olsa da aile içindendir, problem edilmez, tolere edilir. Ama Anadolu’da pek çok şirket yüzlerce insanın çalıştığı, büyük cirolara sahip şirketleri de aile şirketi gibi güvene, fedakarlığa dayalı ve amatörce yönetmeye çalışır. Görev taksimatı tam yapılmaz, kurallar-sınırlar tam belirlenmez. Kimin ne yapacağı, kimin ne alacağı muğlaktır. Denetim mekanizması yoktur, düzenli toplantı yapılmaz, işler gündeme alınıp takip edilmez. Böyle bir ortamda kardeşlerin evleri, arabaları, eve aldıkları mobilyalar, hanımların kıyafetleri bile tartışma ve niza konusu olur. Gelinler, damatlar, oğlanlar araya girer herkesin gözü ötekinin özel hayatında, harcamasında olur. Huzurları kalmaz, akrabalık ilişkileri zarar görür. Çok vergi vermemek için her şeyi açık, aleni, resmi yapmaya yanaşmazlar. Küçük aile şirketi iken canla başla çalışan oğlanlar, damatlar şirketten para götürmenin, daha çok kazanmanın yolunu ararlar. Resmi kayıtların olmaması, muhasebenin iyi tutulmaması, denetimsizlik nedeniyle başta aile bireyleri olmak üzere herkes şirketi tırtıklamaya başlar.

Oysa biraz dünya görmüş, aklı başında aile şirketleri vergi kaçırmayı, resmiyetten kaçmayı düşünmeyip her şeyi resmi, kayıtlı hale getirirler. İş bölümü yapar, profesyonel yöneticiler tutarlar. Kendilerine belirli işler ve karşılığında maaşlar belirlerler. Böylece hem aile bireyleri arasındaki suizanların, ihtilafların önüne geçer, hem de şirketi sağlıklı şekilde büyütürler. Bu durum gerek aile bireylerinin, gerekse art niyetli çalışanların çalmasını, suistimalini engellerler. Aile şirketlerinin bir aşamadan sonra büyümesi, gelişmesi şeffaf ve resmi olmalarına, işlerini açık-aleni yürütmelerine bağlıdır. “Biz kardeşiz samimiyetle işleri yürütürüz! Kurala kaideye ne gerek var? Birbirimizi mi denetleyeceğiz? Kardeşime güvenmeyecek miyim?” diyenler hem birbirine düşman olmuş, hem de işlerini batırıp dağıtmışlardır. Anadolu’dan pek çok başarılı aile şirketi çıkmıştır ama bunlardan pek azı holdingleşebilmiş, sürdürülebilir başarıyı, kurumsallaşmayı yakalayabilmiştir.

İnsan zamanının çocuğudur. Zamanı yakalayamaz, ıskalarsa herşeyi ıskalar, hayattan, tarihte silinir gider. Hayallerle yaşamak, avunmak, eskileri yadetmek insana kendini iyi hissettirir, nostaljik muhabbetler, dost meclislerinde eskiyi anmalar psikolojimize iyi gelir. Zaman zaman onu yapmakta fayda davar. Ben de sık sık yapıyorum. Ama eskiden kurtulamaz, oraya takılır kalırsak bugünü kaçırırız. Yapılması gerekenleri yapamayız. Artık işler arkadaş ilişikleriyle, gönül koymakla, sitemle yürütülecek halde değil. Objektif, herkes için geçerli ve bağlayıcı kurallara, ilkelere ihtiyaç var.

Nostalji, eskiyi anma güzeldir ama hatıraları yadetmek için. Oraya takılıp kalmak için değil!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. cok guzel bir yazi, tesekkurler..
    Hayat ve Islamiyet hep bir denge uzerine kurulmus.
    Akil-his dengesi, dunya-ahiret dengesi, nostalji-gercekler dengesi, husnu zan-ademi itimat dengesi..vb
    Ustadin risalelerde histen daha cok akli on plana cikarmasini cok anlayamiyordum, simdi anliyorum ki, hakikatler nazarinda aklin agirligi ve onemi daha fazla, his akla tabi olmali ve his dairesi cok fazla suistimale acik bir daire. Gunumuzde de yapilan hamasetlerin cogu gerceklerden uzak.
    Orta Dogu kulturu duygunun,hamasetin, Bati kulturu ise aklin on plana alindigi kulturler. Denge kacirilinca yanlisliklar ortaya cikiyor.
    Denge, istikamet hususunda da Kuranin ve sunnetin mesajini iyi algilamamiz lazim diye dusunuyorum.

  2. Aslinda nostalji kendi duygusalligimizdan ve yaptigimiz isi duygusal yapmamizdan ve hep duygusal tarafinina takilmamizdan kaynaklaniyor. Isimiz gercek , insanda dogruluk ve durustlugu canlandirmaya toplumsal butunlugumuzu ve birlikteligimizi canlandirmaya calisiyoruz isin bu kismi cok ciddi ve insan unsurunun nefsinin islahinin tamamlanmasi buna bagli insanin ebediyetide buna bagli bu is cocuk oyuncagi degil. Olup bitenleri isin ciddiyetinin kavranmasi adina bakilmali. Musibetler bazen dereceyi arttirmak icin olurmus cenabi hak derecemizi aklimiza basimiza alacak olaylarla arttirmak istiyor belliki…..Aklimizi basimiza alalim ve ciddi olalim.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin