Mescid-i Aksa avlusu yıldız harmanıydı: Sidretü’l Münteha [Harun Tokak-Hac Hatıraları-11]

Hakk’ı görme hakkının yegâne sahibi olan Hakk’ın Habibi, Burak’ın üstünde Mescid-i Aksa’nın güney tarafından girdiğinde bütün peygamberler Onu karşılamak için hazırdı.

Yerden gökten nurlar yağıyordu.

“Selam sana ey şanı yüce Nebî!” diye seslendi bütün Nebîler…

O da onları selamladı…

Sonra Cebrail’in sesi duyuldu:

“Sen imam olacaksın Ya Rasulallah! Senin olduğun yerde kimse öne geçmez.”

Allah’ın Rasulü, Nebi mihrabının olduğu yerde durdu.

Bütün peygamberler, ayın etrafını saran yıldızlar gibi sardılar etrafını.

Müezzin Cebrail’di.

“Allahüekber.”

Aksâ titredi, arş titredi…

Bütün zamanların en kamil, en muhteşem insanları hep birlikte namaza durdu. Bu namaz Nebiler Serveri’nin tüm peygamberlerin gerçek varisi olduğunu da tescil ediyordu.

Kâinatın Efendisi’nin sesi duyulmaya başladı. Kâinatın imamı, kâinat kitabını okuyordu.

Kudüs’ün dağları taşları, başta Hazreti Davud’un sesi olmak üzere ne yakıcı, ne dokunaklı sesler duymuştu ama böylesini ilk defa dinliyordu.

Bütün Nebiler, Hakk’a boyun bükmüş, onu dinliyorlardı. Yüreği hep bir yangın yeri olan Allah’ın halili İbrahim’in vakur ve mahzun yüzü, duasını kabul ettiği ve neslinden böyle bir evladı kendisine verdiği için Hakk’a şükreder gibiydi.

Manzara muhteşemdi. Ömrümde ne böyle bir namaz gördüm, ne de böyle bir cemaat…

Gördüğüm serapa nurdu…

Namaz bitti… Allah’ın Sevgilisi duasını etti, elini yüzüne sürdü ve kalktı.

Hazreti Cebrail Peygamberimize içecekler sundu.

Kendisine sunulan cennet içeceklerinden sütü tercih etti.

“Fıtratı tercih ettin Ya Rasulallah!” dedi Cebrail.

Allah Rasulünün ve ümmetinin fıtrat üzere olmalarından maksat, İslam’ın, sevdirme ve kolaylaştırma esaslarıyla gelmiş, ifrat ve tefritin kökünü kesmiş, bütün insanlara ancak güçlerinin yeteceği sorumlulukları yüklemiş ve gönderildiği ilk hal üzere muhafaza edilmiş, insan tabiatına en uygun din olmasıydı.

Hakkın Habibi, dua için ellerini kaldırdı, bütün peygamberler o duaya iştirak ettiler.

Vakit tamamdı…

Derken göklerden ışıktan bir asansör indirildi. Cebrail’le birlikte gökler ötesi bir yolculuğa çıktılar.

Muhteşem bir havai fişek gösterisi gibi gökler gül gül açılıyor, gök kapıları gıcırdıyor, sesler duyuluyordu.

Bu şehrâyinde sizin göremediğiniz âlemlerde binlerce, yüz binlerce şahap sağa sola saçılıyordu. Yeryüzü yaratıldığı günden itibaren gökteki yıldızlar böyle bir şehrâyine asla şahit olmamışlardı.

Gecenin kirpiklerinde süzülüyordu fezalar…

“Yürü kim meydan senindir bu gece, sohbet-i Sultan, senindir bu gece…” (Süleyman Çelebi)

Artık o bir Miraç Şehsuvar’ı idi. Öyle ki o gece âdeta yıldızlar, kaldırım taşları gibi Onun ayaklarının altına serilmişti.

O ki, hepimiz onun yüzünden vardık. O ki, “şayet Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.” sözünün biricik muhatabıydı.

Yerdeki, canlı cansız bütün varlık Onun güzelliğini görmüştü. Şimdi bu Güzeller Güzeli’ni görme hakkı gök sakinlerine aitti.

Melekler adeta bir visal yaşıyorlardı.

Güllerin Efendisi, birinci semada Hazreti Âdem, ikincisinde Hazreti Yahya ve Hazreti İsa, üçüncüsünde Hazreti Yusuf, dördüncüsünde Hazreti İdris, beşincisinde Hazreti Harun, altıncısında Hazreti Musa, yedincisinde ise Hazreti İbrahim tarafından istikbal edildi.

Kader kalemlerinin cızırtıları duyuluyordu.

O gece, serapa azap ülkesi olan cehennem Ona bütün dehşetiyle gösterildi.

Ateş denizlerinin sahillerinde kurulu ateşten şehirler, ateşten evler içinde ateşten sandukalar, ateşten sandukaların içinde azap çeken, feryat figan eden insanlar.

Ateş dağlarının tepelerine tırmanmaya çalışanlar, kayıp  aşağılara yuvarlananlar, sonra tekrar tırmanmaya çalışanlar…

Yandıkça, döküldükçe yenilenen ve yeniden yanan, yeniden dökülen deriler…

Bir ömür boyu hep ateş azabından ümmetini sakındıracak olan Allah’ın Rasulü, bir gün ashabına şöyle diyecekti: “Benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz.”

O gece serapa güzellikler ülkesi olan cennet bütün ihtişamı ile Güllerin Efendisine gezdirildi.

Yayılıp uzanmış gölgeleri, köpük köpük akıp giden süt ve bal ırmakları, tubası, maini…

Salkımlar, salkımlardan dökülen parıltılar…

Gök zümrütten, kızıl yakuttan köşkler…

Etraflarında koşuşturan huriler, gılmanlar…

“Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşer kalbine hatırlatılmış.”

Güllerin Efendisi gökler ötesi âlemlerde durmadan yükseliyordu.

Ve “Sidretü’l Münteha” denilen varlık ağacının nihai hududuna geldiler.

Buradan ötesinde “Ne mekân var anda, ne arz ü sema” (Süleyman Çelebi ). Bu noktada Cebrail’in dermanı kesildi. “Ben bir adım daha atarsam yanarım. Sen devam et. Yollar Senindir bu gece.” dedi.

İmkân ve vücub arasındaki nokta olan “Kâb-ı Kavseyn”de tüm zamanların en muhteşem buluşması gerçekleşti.

O doğuştan sürmeli gözler Hakk’ı gördü.

Allah Rasulü bütün varlıklar adına Âlemlerin Rabbini selamladı: “En kutsi, en temiz selamlar, tahiyyeler Allah’adır.”

Ve İlahî mukabele geldi…

“Ey Peygamber, selam Sana! Allah’ın rahmeti ve bereketi Senin üzerine olsun.”

O anda bile ümmetini düşünen Hakk’ın Habibi…

“Selâm, bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun.” dedi.

Melekler şahitliklerini “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve rasûlühû” diyerek ilân ettikleri gibi, müminler de miraçları olan beş vakit namazda, “teşehhüd”le bu şahitliğe iştirak ediyorlar.

Miraç’ta, bu selamlama sözlerinden gayri neler konuşulduğunu bilemiyoruz.

Aşkın yolculuğunda ayağa ihtiyaç olmadığı gibi, konuşmak ve dinlemek için söze ve dudağa ihtiyaç yoktu.

Beş vakit namaz, müminler için, Allah Rasulüne gökler ötesi seyahatin en son noktasında İlahî bir armağan olarak tevdi edildi. Böylece miraca çıkan yol, Efendiler Efendisi’nin ümmeti için de açık bırakılıyordu. Artık herkese kılacağı namazı ölçüsünde bir miraç mukadder olacaktı.

Böylece kulluğu, yani velayeti ile miraca çıkan Nebiler Serveri orada kalmayacak, ümmetine miraç yolculuğunda rehberlik etmek için risaleti ile geri dönecekti.

O, bu yüce makamda iken bile, yeryüzüne dönmek istemişti. Büyük velilerden Abdülkuddüs Hazretleri yıllar sonra şöyle diyecekti:

“Eğer ben, o makama varıp orada kalmak ile geriye dönmek arasında serbest bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım.”

“İşte nebi ile veli arasındaki fark!”

Onun miracı sadece müminler için değil âlemler için rahmetti, çünkü Eğer Allah Rasulü, kâinat gerçeğini anlatmasa, onu anlamlandırmasa ve yorumlamasaydı, kâinat anlamsız ve karışık bir kaostan ibaret kalacaktı. Oysa yaradılış başlangıçtan sona kadar, belli bir gayenin takip edildiği bir silsileden ibaretti ve insanlık, bu hakikati de Efendimizin mübarek beyanlarından öğrenecekti.

Allah, Efendimizi, maruz kaldığı bela ve musibetler karşısında teselli etmişti.

Duha Suresi baştan aşağı sanki bu sahnelerin ve söyleşilerin cevabı gibiydi; “Senin Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı. Ahiretin senin için dünyandan daha hayırlıdır. Rabbin sana, sen razı oluncaya kadar verecek…”

Sonraki gün, sabahın taze ışıklarında Mekkeliler, Harem-i Şerif’te birer ikişer toplanmaya başlamışlardı ki Allah’ın Rasulü halası Ümmühani’nin evinden çıkarak onların yanına geldi ve  gece yaşadığı kutlu yolculuğun sadece Kudüs kısmını onlara aktardı.

“Hiç böyle bir şey duyulmuş mudur?” dediler.

“Biz Kudüs’e develerimizin böğürlerini tepe tepe bir ayda zor gidiyoruz, sen bir gece içinde nasıl gidip geri dönebilirsin?”

İçlerinden bazıları “Biz Kudüs’ü biliyoruz, bize Mescid-i Aksa’yı anlat” dediler.

Mescid-i Aksa gözlerinin önüne geldi Güllerin Efendisinin.

“Sorun” dedi. “Ne istiyorsanız sorun.”

Sordular, sordular…

Her cevaptan sonra;

“Doğru” dediler.

Bu kez yolda olan kervanlarıyla ilgili bilgi istediler.

Güllerin Efendisi Burak’ın üzerinde giderken gördüğü kervanları anlattı onlara.

O kervanların birinden su içtiğini, en önde bulunan devenin özelliklerini, başka bir kervana da kaybettikleri develerini bulmaları için yardımcı olduğunu anlattı.

Bu kadar detay karşısında şaşırdılar. Herkes gelen kervanları beklemeye durdu.

Kervanlar geldiğinde kervancılar, anlatılanların doğru olduğunu söylediler.

“Bu apaçık bir sihir,” dedi Mekkeliler.

Efendimiz miracını haber verdiğinde Kureyş müşrikleri hemen Ebu Bekir’in yanına koştular.
“Ey Ebu Bekir! Senin Muhammed’den haberin var mı? O, güya bu gece Beytü’l Makdis’e varmış. Orada namaz kılmış. Sonra da Mekke’ye dönmüş!”
“Siz Onun hakkında yalan söylüyorsunuz!”
“Hayır! Kendisi, Kâbe’de halka böyle söyledi!”
“Vallahi, eğer O bunu söyledi ise muhakkak doğrudur!”
“Sen onun bir gecede Beytü’l Makdis’e gidip sabahtan önce Mekke’ye dönebileceğine inanıyor musun?”

“Evet! Bunda şaşacağınız ne var? Vallahi, ben gecenin veya gündüzün herhangi bir saatinde Ona semadan haber geldiğine inanıyor ve bana bildirdiği gaybi haberleri tasdik edip duruyorum!”

Hazreti Ebu Bekir bu konuşmanın akabinde hemen Allah Rasulünün yanına geldi ve:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Sen şu halka, bu gece Beytü’l Makdis’e gittiğini söyledin mi?” diye sordu.
“Evet!” dedi Allah’ın Rasulü.
Peygamberimiz gece gördüklerini ve yaşadıklarını anlattıkça Ebu Bekir tasdik ediyordu.
Allah’ın Rasulü, “Ey Ebu Bekir! Sen, Sıddık’sın!” dedi. “Sıddık” sıfatını Hz. Ebubekir’in ismine hiç ayrılmayacak şekilde rabtetti.

AKABE

Sıcak bir sonbahar gecesi, Medine kapılarının Müslümanlara açıldığı Akabe Tepesi’ndeyiz.

Yesrib yiğitleri ile Güllerin Efendisi bir yaz gecesi burada buluşmuştu. O buluşmanın hatırasına Abbasî Halifesi Ebu Cafer Mansur buraya bir mescit inşa ettirmiş.

Sultan Abdülmecid tarafından şimdiki hâliyle restore edilen mescit, kapısındaki padişahın tuğrasıyla birlikte hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelebilmiş nadir yapılardan biri.

Bu tarihi mekânda Ali Ağabeyim ve Hasan Abdullah’la birlikteyiz.

Bir ömür boyu Ali Ağabeyimle bu yerlerde birlikte olmanın, taşın, toprağın, suyun dile gelişini birlikte dinlemenin hayalini kurmuştum. Fakat onların kafilesi Medine ziyaretini öne, bizimki sona alınca, sadece Mekke’de kısa bir zaman diliminde birlikte olabildik. O bir ömre bedel buluşmalarımızdan biri Akabe’de oldu. Tarihin akışını değiştiren en muhteşem buluşmalardan birine ev sahipliği yapmış bu kutsal mekânda.

Duygu doluyduk.

Ortaokul ve lise yıllarımda oda arkadaşımdı Ağabeyim. Her gece Peygamberimizi rüyada görmek arzusu ile bir sürü dualar okuyarak yatardı. Bir gece ağlayarak kalktığını hala hatırlıyorum.

“N’oldu?” dedim. “Onu gördüm!” dedi.

Ona rüyasını hatırlattım, gözleri doldu. “Yarama dokundun.” dedi. O kadar güzel bir yerdeydik ki!.. Üstelik mehtap da vardı.

Bir süre hatıralarla baş başa, sessizce durduk. Sonra kalbimizi Akabe’ye yaslayıp sustuk. O, kalbinin aydınlığı yüzüne vurmuş yüce bir hatip gibiydi.

“Hakk’ın Habibi, gökler ötesi âlemlere yolculukla teselli edilmiş, şereflendirilmişti. Rabbi Ona, “Ben Sana dargın değilim ve Seni terk etmedim.” demişti.

Miladi takvimler 620 yılının hac mevsimini gösteriyordu.

Güllerin Efendisi, Mekke’ye gelmiş olan Arap kabilelerini İslam’a davet etmek için her gün şafaktan önce, yanına Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali’yi alarak yola çıkıyordu.

Yarın: 12. Bölüm, YESRİB BAHARININ İLK ÇİÇEKLERİ

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin