Kürdistan Referandumu ve Erdoğan’ın Yolu (2)

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN | @MehmetEfe_Caman

Beklenildiği üzere Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin düzenlediği bağımsızlık referandumuna çok büyük bir destek çıktı. Bağımsız gözlemciler referandumun demokratik kriterlere uygun bir şekilde gerçekleştiğini ifade ettiler. Erdoğan rejimi referandum öncesi ortaya koyduğu şahin tutumu, tehdit seviyesini arttırarak devam ettirdi. Bu yazının ilk bölümü olan birinci yazıda Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt oluşumuna yönelik tutumunun arka planı olan tarihsel süreci özetleyerek çözümlemeye çalışmış, mevcut sorunun iç ve dış dinamiklerini hesaba katarak Türk dış politikasında bu soruna yönelik politika yörüngesinden nasıl sapıldığını, sonrasında yine aynı yörüngeye hangi koşullarda girildiğini anlatmıştım. Daha kısa süre öncesine dek Barzani yönetimiyle son derece sıkı-fıkı ilişkiler kurma yönünde bir politika takip eden Erdoğan’ın, ani bir kararla tutum değiştirmesinin nedenlerini analiz edeceğim ikinci bir yazıyla konuya devam edeceğime söz vermiştim.

ASKERİ VESAYETİN KÜRT POLİTİKASI AKP İLE DEĞİŞMİŞTİ

Hatırlayalım: Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri (birbirinden ideolojik olarak farklı ve farklı dönemlerde iktidarda olan birçok iktidar), Irak Kürt oluşumu konusunda ana hatlarıyla aynı istikamette bir dış politika izlemişti. Bir nevi devlet politikası olan bu tutum özetle Irak toprak bütünlüğünün korunması ve her koşulda Irak’ın kuzeyinde herhangi bir ayrılıkçı Kürt siyasal varlığına izin vermemek olarak özetlenebilir. Her ne kadar Saddam döneminde ABD’nin başını çektiği uluslararası iradeyle uyum hususunu ön planda tutmak gereğini hissetmiş olsa da, Türkiye kırmızıçizgi olarak daima çıkarları bakımından en son hat olarak gördüğü Kürt bağımsızlığını ne pahasına olursa olsun engelleme yönünde bir çizgiyi devam ettirdi. Bu konuda derin devletin tutumunun belirleyici olduğunu belirtmek gerekiyor. Tıpkı diğer güvenlikle ilintili dış politika alanlarında olduğu gibi, askeri vesayet bu konuda da sivillere fazlaca bir hareket sahası bırakmadı.

Bu durum AKP iktidarıyla değişti. Avrupa Birliği reform süreci ve demokratikleşme politikalarıyla beraber, güvenlikçi bakış askerin politika üzerindeki etkisindeki azalmaya paralel şekilde değişime uğradı. Yerine, sivil inisiyatifin başat hale geldiği, bölgesel işbirliği ve kazan-kazan yaklaşımlarının ön plana çekildiği bir strateji benimsendi. Bu bağlamda ikinci körfez savaşına kadar olumlu denilebilecek bir rota takip edildi. ABD’nin Irak’a müdahalesi sürecinde yaşanan tezkere krizi her ne kadar ABD ile ilişkileri olumsuz yönde etkilediyse de, AB nezdinde ve dünyadaki prestiji ve bölgesel ağırlık bakımından Türkiye son derece olumlu bir ivme kazandı. Bu durum Arap Baharı sürecinin başlangıcına kadar devam etti.

ARAP BAHARI SONRASI GELEN KOPUŞ

Arap Baharı sonrasında birdenbire AKP dış politikasında belirgin bir kopuş yaşandı. Var olan koşulları dikkate alan, temkinli ama yapıcı işbirliği yaklaşımı bir kenara itildi. Mezhepsel aidiyet ve Osmanlı geçmişine atıfta bulunan bir dominant Türkiye konseptine uygun olarak, Ortadoğu’nun her tarafında Sünni İslamcı hareketlere destek veren, ideolojik bir dış politika takip edilmeye başlandı. Irak özelinde bu dış politika, Şii ve Kürt oluşumları karşısında, Irak’lı Sünnileri desteklemek şeklinde tezahür etti. Fakat kısa sürede Irak Şiileri güneyde, Kürtler ise kuzeyde kontrolü ele geçirdiler. Sünniler büyük oranda Irak merkezi hükümetinden dışlandı.

Bu, Kürtlerin bağımsızlık arzularını daha da kamçıladı. Artık Irak, bildiğimiz Irak olmaktan çok uzaktı. Uluslararası toplum kâğıt üzerinde Irak’ın bütünlüğünü destekler görünse de, herkes gidişatın farkındaydı. Belki Erdoğan ve AKP hariç. Çünkü onlar kendilerini Osmanlı nostaljisinin engin hayalleri içerisinde kaybetmişler, realiteyle bağlarını tümden kopartmışlardı. Öyle ki, Iraklı Sünnilerin Şiiler ve Kürtlere tepki olarak radikalleşerek IŞİD ve Nusra tipi fanatik İslamcı terör şebekelerine dönüşmesinden bile yararlanmak istediler. Erdoğan Irak’ı istikrarsızlaştırmak pahasına Suriye-Irak arasındaki mevcut sınırları fiilen ortadan kaldıran Suriye iç savaşına doğrudan taraf oldu, orada savaşan radikal unsurlara silah, mühimmat, lojistik ve siyasi destek verdi. Türkiye artık cihatçı fanatiklerin transitini sağlayan, onların hastane ihtiyaçlarına ve tedavilerine dek arkasında olan bir ülkeydi. Bu sürecin konumuzla ilgili boyutu, Irak merkezi hükümetinin fiilen Irak’ın birçok bölgesinde hâkimiyetini yitirmesiydi.

Böylelikle Irak Kürdistan bölgesi giderek bağımsızlaştı, Irak’tan fiilen koptu. Artık dünyada da göreceli olarak bir istikrar adası olarak görülmeye başlandı. Dahası, ABD ile müttefikliği artık sadece kâğıt üzerinde kalan Ankara’nın yerine Erbil, bir istikrar unsuru olarak ön plana çıktı. Erdoğan İslamcı fanatiklere destek verirken ve İslamcı bir Türkiye’yi Ortadoğu’da kendi reisliğinde bir güç haline getirme hayalleri kurarken, Kürdistan bölgesi ABD’nin yeni ortağı, petrole ve oldukça seküler ve istikrarlı bir topluma sahip bir huzur bölgesi olarak dikkat çekmekteydi. Artık Barzani’nin yıldızı iyice parlamaya başlamıştı.

IRAK MERKEZİ YÖNETİMİYLE İLİŞKİLER GERİLİNCE…

Bu arada, Irak merkezi hükümetiyle mezhepsel farklılık siyaseti ve Iraklı radikal Sünni gruplara verdiği destek yüzünden arası bozulan Erdoğan, Kürt bölgesel yönetimiyle işbirliği yapmaya başladı. Barzani bu siyasi manevra kapsamında artık AKP toplantılarında “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları eşliğinde Kürtçe konuşmalar yapıyor, Ankara’da göndere Kürt bayrağı çekiliyor, Diyarbakır’da Barzani ile beraber Kürt flamaları önünde “megri-megri” Türküleri söyleniyordu. Türkiye on yıllarca Kürt bağımsızlığına karşı durmuş, derin devlet on yıllarca Kuzey Irak bölgesini birinci dereceden güvenlik meselesi olarak algılamıştı. Şimdi bu yaklaşım, Erdoğan’ın Osmanlıcılık ve bölgesel hâkimiyet hayalleri odaklı gerçeklikten kopuk bir dış politika hezeyanı içerisinde terk edilmiş, Kürt bağımsızlığına giden yolda Türkiye en birincil rolü oynamaya başlamıştı. Tek petrol satış rotası olan Türkiye rotası, milyarlarca dolarlık petrol zengini bir Kürdistan’ı var ediyor, Irak merkezi devletiyle bu gelirleri paylaşması gereken Kürdistan yönetimi, buna riayet etmiyordu. Ve bu işi Türkiye ile beraber yapıyorlar, Irak merkezi hükümetinin altını Erdoğan’la beraberce oyuyorlardı.

Yine önceki bölümde değindiğim üzere, Türkiye’nin Başika’da bulunan askeri varlığı, Türkiye’nin izlediği düşmanca tutum nedeniyle Irak merkezi hükümetince ülke dışına atılmak isteniyor, hatta buna ABD bile destek veriyor, ancak Erdoğan, Barzani ile anlaşarak bu istekleri geri çeviriyordu. Evet, ABD bile Irak’ı parçalanmaya götürecek gidişat karşısında, merkezi hükümete destek veriyor, Kürtleri dizginlemeye çalışıyordu. Ama Erdoğan rejimi, kısa dönemlik beklentiler ve hayaller üzerine inşa edilen bir düş-politika nedeniyle ısrarla gerçeklerle arasında bağlantı kurmaya yanaşmıyordu.

KÜRT POLİTİKASINDA FABRİKA AYARLARINA DÖNÜŞ

Sonra olan oldu. 17-25 Aralık sonrası derin yapı Erdoğan’ı teslim aldı. Artık her şey değişecekti, değişmek zorundaydı. Yolsuzluklar nedeniyle Yüce Divan’a gitmekten ödü kopan rejim ve avenesi, öncelikle iç politikada Çözüm Süreci’ni sonlandırdı. Sonrasında 15 Temmuz sonrası anayasa rafa kaldırıldı. Vitrinde Erdoğan’ın olduğu bir 28 Şubatçı yapı dizginleri ve tasmaları eline geçirdi. Kürtlerin belediyeleri kitlesel tutuklamalar ve takibatla kayyumlara devredildi. Milli irade fetişisti AKP, Kürtlerin oylarını hiçe sayarak Güneydoğu’yu siyaseten dümdüz etti. Sonra HDP bitirildi. Demirtaş ve onlarca Kürt milletvekili içeri alındı. Dış politikada ise Barzani’nin referandumu, derin yapıya kontrolü sağlama imkânını verdi.

Bir gecede güvercini şahine dönüştürdüler, Türkiye’yi Kürt siyasetinde fabrika ayarlarına geri döndürdüler. Sınırda tanklı-toplu tatbikat yaparak Irak’a müdahale etme fırsatı kollayan, otoriteryan, gazetecileri, akademisyenleri, Kürtleri, Cemaat sempatizanlarını hunharca içeri tıkan bir rejimin gereğini, dış politikada da yerine getirmeye başladılar.

Bu yoldur, Erdoğan’ın yolu. Bu yol aklıselimin ve basiretin, aklın ve serinkanlı kararların yolu değildir. Bu yol, kendi menfaatlerini milletinin, devletinin, inandığı dinin ve insanlığın üzerinde gören, hırsına mağlup olmuş, yıllarca deklare ettiği tüm değer ve ideallere ihanet etmiş, alengirli ve akçalı işlere batmış bir siyasetçinin ülkesini sürüklediği, sonu uçuruma açılan bir yoldur. Bu yolun sonunda refah, barış, huzur ve mutluluk yok. Bilakis yıkım, yağma ve sefalet var.

Aslında Kürt bağımsızlık referandumunun en belirgin etkisi, bu sefil durumun ve içine kitlesel olarak düşmek mecburiyetinde kaldığımız gafletin net ve belirgin şekilde ortaya çıkması. Filmin mutlu sonu yok.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin