Korsan rejim ve rehine sorunu

YORUM | Prof . Dr MEHMET EFE ÇAMAN

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa Konseyi’ne bağlı bir organ ve Avrupa Birliği ile ilgisi yok. Avrupa Konseyi, Mayıs 1949’da kuruldu. Amacı Avrupa devletlerinin insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti bakımından ilerlemeleri olarak özetlenebilir. Özellikle Türkiye’de – cahillikten! – Avrupa Birliği (AB) ile karıştırılıyor ya da AB’nin bir organı sanılıyor. Bu hataları yapanlar sadece sıradan vatandaşlar değil. Siyasi karar alıcılar, parti başkanları, politikacılar, kamu yöneticileri ve gazeteciler de bu konuda temel bilgi eksikliğinden muzdarip. Oysa Türkiye, Konsey kurulduktan sonra Yunanistan’la beraber Ağustos 1949’da üye oldu. Yani Konsey’in kuruluşundan sonra üye olan iki üyeden biri! Yani 70 yıla yakın bir süredir üye olunan bu örgütün daha ne olduğunu ve ne olmadığını öğrenememiş bir durumda Türkiye. Sanırım “monşerlerden arındıralım” derken şirazesinden çıkan Türkiye dışişlerinin bir yansımasıdır bu korkunç cehalet, diyerek parantezi kapatalım ve konuya dönelim. Neden bugünkü yazıda durup dururken Uluslararası Organizasyonlar dersi vari bir girizgâh yapma gereği duydum? Anlatayım isterseniz.

AİHM, Türkiye’nin üye olmak istediği bir kuruluşun yargı organı değil, Türkiye’nin üye olduğu bir kuruluşun yargı organı! 1950’de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi adı verilen bir belge imzalandı. Bu dokümanın önemi birkaç nedene dayanıyor. Bunlardan birincisi, Avrupa Ülkeleri’nin ne tip siyasi sistemi benimseyecekleri ve ne tür hakları vatandaşlarına garanti edeceklerine ilişkin önemli ipuçları bulabildiğimiz bir metin. Diğer bir ifadeyle, yönetsel standartları ana hatlarıyla belirliyor. Özellikle adil yargılanma hakkı, AİHM bakımından kilit önemde. AİHM, bu standartlara uyulup uyulmadığını denetleyen bir organ. Ülkelerinde haksızlığa uğradığını düşünen bireyler, vatandaşı oldukları devletin yargı sistemi içindeki tüm olanakları tükettikten sonra (yani yüksek yargı mecralarında haklarını arama aşaması sonrasında halen haksızlıklarının giderilmediğini düşünüyorlarsa), AİHM’e başvurabiliyorlar. Yani AİHM, üye ülkelerin iç hukukundan üstte, anayasal seviyede bir bağlayıcılığa sahip. Türkiye AİHM denetim sürecine bireysel başvuru hakkını 1987’de, AİHM zorlayıcı yargı yetkisini 1990’da kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi, AİHM kararlarını içtihat olarak almayı kabul etmiş durumdadır. 1982 anayasası madde 90, milletlerarası antlaşmaların kanun hükmünde olduğunu belirtmekte, temel hak ve özgürlükler bakımından iç hukukta farklı hükümler olursa, çıkacak uyuşmazlıklarda uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınması gerektiğini hükme bağlıyor. Anayasa açıktır. AİHM kararları Türkiye ve diğer üye devletler tarafından bağlayıcıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 46, açıkça AİHM kararlarının üye ülkeler için bağlayıcı olduğunu söylemektedir. Türkiye bunu imzalamıştır! Ve bunu uzun süredir uygulamıştır. Kararlar, Anayasa Mahkemesi kararlarının bile üzerindedir. Bu hak, 1982 Anayasası’na yapılan ekle, anayasal hak niteliği kazanmıştır. Ama mesele, AİHM hükümleri ile Türkiye anayasası arasındaki hiyerarşik ilişki değil ki!

AHİM kararı Türkiye için bağlayıcıdır hukuken!

Selahattin Demirtaş ve tutuklu onlarca Kürt milletvekili, normal koşullarda ve anayasa ile yasalara uygun prosedürlerle tutuklanmadı. Türkiye kendi anayasa metnini ve kanunlarını ihlal ederek, hukuk dışına çıkarak, olağanüstü şartlar dahilinde bu hukuk katliamını yaptı. Tıpkı diğer takibata uğratılan yüz binler gibi, tıpkı içeri alınan yüzlerce gazeteci ve medya mensubu gibi, tıpkı KHK’larla kamudaki işini hukuksuzca kaybeden – benim de dâhil olduğum – yüz binlerce kamu çalışanı gibi!

Son AHİM kararı Türkiye için bağlayıcıdır hukuken. Son kelime çok önemli ama! Hukuken! AİHM, temeli hukuk devleti olan ülkelerin oluşturdukları bir uygarlık seviyesidir. Avrupa Konseyi üyesi olmak, bu koşulları otomatikman sağlamıyor. Türkiye artık bırakın hukuk devleti olmayı, kendi varlık zemini olan anayasasıyla bile arasındaki bağı tümüyle kaybetmiş bir rejim tarafından yönetiliyor. Kendi anayasasına uymayan devlet olur mu? Kendi kanunlarının gereğini yerine getirmeyen devlet, hala vardır diyebilir miyiz? Türkiye’de bir sivil darbe yapıldı. Darbe, kademeli bir sivil darbedir ama. 17 Aralık’ta başladı süreç. Hukuka müdahale eden siyaset – teknik ifadeyle yargıya müdahale eden yürütme – savcı ve hâkimleri görevlerinden uzaklaştırarak, bir yolsuzluk soruşturma ve yargı sürecini cebren engelledi. Anayasa dışına çıktı. Anayasaya uymadı. Anayasanın oluşturduğu devlet mimarisini bozdu. Siyasi sistemin denge ve denetim mekanizmasını darmadağın etti. Hukuku siyasetin köpeği haline getirmek isteyenlerin yardımıyla, siyasi rejime ideolojik olarak bağlı, güdümlü, yanlı, şahsiyetsiz, varlık nedeniyle çelişkili bir prosedürel rejim hukuku oluşturdu. Bir oldu-bittiyle, devletin temel sütunlarından biri olan yargıyı, anayasaya aykırı şekilde, fiilen yürütmenin insafına bağladı. İşte bu yeni fiili yapı içerisinde, AİHM kararları bağlayıcı değildir. Demirtaş bırakılır mı bırakılmaz mı, bununla ilgilenmiyorum. Elbette, Selahattin Demirtaş derhal bırakılmalıdır – ama bu, bu yazının temel sorunu değildir. Yazının temel sorunu, Demirtaş bırakılırsa bile, bu Türkiye’de hukuk işlerlik kazandı ve normalleşme başladı diye olmayacak. Eğer Demirtaş bırakılırsa, bu rehine politikası çerçevesinde, tıpkı Deniz Yücel ve Meşale Tolu gibi, tıpkı Pastör Andrew Brunson gibi, pazarlıklar sonucunda, kar-zarar marjları çerçevesinde, aldım-verdim-ben seni yendim türevi bir Oryantal halı pazarlığı bağlamında gerçekleşecek! Çünkü artık Türkiye normali budur!

AİHM kararı önemli

AİHM kararı, her şeye karşın, teknik olarak yine de önemli. Neden mi? Çünkü AİHM kararı, bilfiil Türkiye’de nasıl bir rejim olduğunu gayet öz bir biçimde ortaya koymuş, dünyaya ilan etmiştir. Erdoğan’ın açıklaması, bunu gayet iyi özetlemektedir – ki sadece bu açıklamak durumunda kalması bile, esasen AİHM kararının atik-manevi bağlamdaki gücünü ortaya koymaktadır. Ne dedi Erdoğan karar sonrasında, gelin hatırlayalım: “AİHM’in verdiği kararlar bizi bağlamaz! AİHM’in bugüne kadar biliyorsunuz terör örgütüyle ilgili verdiği birçok kararlar var. Hepsi de aleyhedir. Onun karşılığında bizim de yapabileceğimiz birçok şeyler vardır. Biz karşı hamlemizi yaparız, işi bitiririz! Yani terörü gelip de Türkiye’de dizginleyen hiçbir zaman AİHM olmadı. Terör devam etti. Yine aynı şekilde şu anda terör devam ediyor. Ama faturasını, bedelini ödeyen Türk halkı”. Yani Erdoğan kendi rejimini bir taraf olarak belirlemiş, Demirtaş’ı içeride tutmak konusundaki inisiyatifini de çekinmeden ortaya koyuyor. Diyor ki, “Bizim de yapabileceğimiz birçok şeyler vardır. Biz karşı hamlemizi yaparız, işi bitiririz!”, yani, süreç hukuksal değil, siyasi bir süreçtir, adeta bir satranç müsabakası gibi, karşılıklı hamlelerle “onlar ve biz” ayrımı üzerinden mücadele devam etmektedir. Ortada mahkeme kararı varmış, hukukmuş, yargıymış, artık bunlarla formel anlamda veya retorik bakımdan bile ilgilenmiyor Erdoğan! AİHM kararını da onların (Avrupalıların veya Batılıların) bir manevrası, bir hamlesi olarak algılıyor. Ortada bir mücadele var yani. Batı Türkiye’ye karşı! Ne yapıyor? Kürtleri kullanıyor. Böylece “teröristlere destek olup” Türkiye’yi “yenmeye çalışıyor”. Cümlelerdeki anlam bu! Rejimin ana karakterini bundan daha veciz ifade eden bir cümle bulmak sanırım olanaksız! Bu dil, bu retorik, bu diskur, Türkiye’yi nereye getirdi, görüyoruz!

Türkiye’de korsan bir rejim var

Türkiye, Avrupa’da yeri olmayan bir ülke artık! Avrupa kurumlarında halen bulunuyor olması aldatıcı olması: bu bir süreçtir ve geriye sayım başlamış durumdadır. Al Capon tarzı bir söylem ve varoş kültürünün yansıması bir kavgacı dil, Akkoyunlu devleti kriterlerinde kabul görebilir, İslamcı kitlelerce benimsenebilir, sağ nasyonalist Milliyetçi Hareket’çi tayfayı cezbedebilir, hatta sol nasyonalist CHP ulusalcılarına ve onların ideolojik “devletlû” bürokratik kadrolarına esin kaynağı olabilir. Gurur okşar, “bir Türk dünyaya bedeldir” türü, Türk’e Türk propagandası olarak iyi de iş yapar içeride. Ama ok yaydan çıktı, bunu ortadan kaldıramazsınız. Türkiye’nin imajı, artık demokratik bir ülke değil. Aksine, Rusya-İran liginde, uluslararası toplumun başına bela, günden güne etrafını enfekte eden bir bataklık görünümünde. Seçilmiş Kürt vekilleri yaka paça içeri tıkan ve bunu kendi yasalarını hiçe sayarak yapan, Kürtlerin belediye başkanlarını (yüzlercesi, yüzlercesi!!!) aynı Gestapo yöntemleriyle fabrikasyon kılıflar çerçevesinde kriminalize eden ve seçildikleri makamlara çöreklenen, onları hapse tıkan, Çin’dekinden çok gazetecinin içeride tutsak olduğu, 8,000 akademisyenin siyasi gerekçelerle işinden çıkarıldığı, yüz binlerce memurun hukuksuzca kamudan ihraç edildiği bir kabus! Türkiye bugün itibarıyla bu karneyle AİHM kararlarına da uymayacağını en yüksek karar alıcı ağzından söylemekte.

AİHM eski yargıcı Rıza Türmen BBC’ye verdiği röportajda AİHM kararının “Türkiye’deki demokrasiyi eleştirdiği” saptamasını yapıyor. Türmen’e göre AİHM kararı Türkiye’de bağımsız olduğundan kuşku duyulan bir yargı olduğunu, Demirtaş’ın siyasi nedenlerle içeride tutulduğunu ortaya koymakta. Türmen, bunun salt Türkiye bakımından değil, AİHM tarihinde de ilk kez olduğuna dikkat çekiyor. Doğrudur. Türkiye’nin bugün düşmüş olduğu seviye, sadece demokrasiler ligi bakımından değil, devlet olma koşulları çerçevesinde de sıkıntılıdır. Türkiye, kendi yasalarına riayet etmeyen, sağa sola yalpalayan, tutarsız, mantıktan ve aklıselimden uzak bir “rejim” görünümü veriyor. AİHM, bunu çok başarılı bir fotoğrafla, tüm dünyanın gözü önünde ortaya koyuyor. Kendi anayasasına uymayan rejim, hukuki ve meşru olamaz, olsa olsa korsan olur. Türkiye’de korsan bir rejim vardır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin