Koltuğa oturanın kalkmadığı partiler [Türk Sağı’nın hikâyesi-13]

YORUM | KEMAL AY

Demokrasinin işlemesi için gerekli uygulamalardan birisi, siyasetçilerin, özellikle liderlerin başarısız olduklarında yahut uzun süre iktidarda kaldıklarında kenara çekilebilmelerini sağlamaktır. Bu, monarşilerin işlememeye başlamasıyla demokrasiyi icat etmemizin de sebebi. Siyaset kurumunun sürekli tazelenmesi gerekir ki, ülkeler çağa ayak uydurabilsinler, toplumlar kendi birikimlerini bu kuruma aktarabilsinler. Winston Churchill’in İkinci Dünya Savaşı’nda türlü hünerler sergileyip Hitler’i alt etmesinin ardından yapılan seçimlerde İngiltere’nin onu seçmemesi, ‘demokratik olgunluk’ olarak anlatılagelir. Zira ‘savaş kahramanı’ olarak Churchill’in seçimden çıkması, onu belki de ‘dokunulmaz’ kılacaktı fakat halk buna engel oldu.

6 KEZ GİTTİM 7 KEZ GELDİM…

Türkiye Cumhuriyeti’nde ise işler böyle yürümüyor pek. Atatürk’ün 1920’de kurulan Meclis’teki günlerini de sayarsak 1938’deki ölümüne kadar tartışmasız lider olması, muhtemelen sonraki dönemde de siyasîlerin iştahını kabartmış. Bir istisna İsmet İnönü’nün çok partili sisteme geçerek koltuğunu devredebilmesi. Ancak onun da 1938’de devraldığı CHP’yi, Bülent Ecevit’e bırakması için 1972’ye kadar beklememiz gerekecektir. Ecevit de 1960’larda başlayan aktif siyaset hayatını 2002’ye kadar sürdürdü. Süleyman Demirel, ‘Bu fötr şapkayla 6 kez gittim 7 kez geldim’ demişti. 1962’de başladığı siyasî kariyerini 2000 yılında o da zorla noktaladı. Cumhurbaşkanlığının son günlerinde 5+5 formülünü önererek, devam etmeye çalıştı. O sıralar katıldığı bir TV programında seyircilerden birisi, ‘Dedemi yönettiniz, babamı yönettiniz, şimdi de benim neslimi yönetiyorsunuz, yeter artık’ demişti.

Sağ partiler ‘etkili liderler’ çıkarmakla övünür genelde. Menderes’in liderliği tartışmalıdır (çünkü Celal Bayar faktörü önemlidir orada) ancak Demirel’le başlayan popüler/karizmatik liderlik, yıllar boyu taklit edilmiştir. Ülkücülüğü ‘icat eden’ Alparslan Türkeş de bunlardan birisi. 27 Mayıs darbesinde görev aldıktan fakat Milli Birlik Komitesi’nce sürgün edildikten sonra, 1963’te başladığı siyasî macerası, 1997’deki ölümüne dek sürdü. Kurduğu partiler hiçbir zaman geniş kitlelere açılamadı fakat ‘Ülkücü gençlik’ dediği bir fenomeni oluşturmayı başardı. Sağcılığın Türkçülük kolunu, Nihal Atsız gibi seküler bir isimden devralıp muhafazakârlıkla barıştırdı. Öyle ki 1991 genel seçimlerine, Aykut Edebali’nin (Yeniden Milli Mücadeleciler) Islahatçı Demokrasi Partisi ve Türkeş’in Milliyetçi Çalışma Partisi, Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi çatısı altında girmeye karar verdiler [1].

LİDERLİK İÇİN DOĞRU ZAMANI BEKLEME

Sağda ‘liderlik’ meselesi önemsendiği için de, ‘lider olma potansiyeli’ taşıyan kimseler çoğunlukla partilerden uzaklaştırıldı bugüne kadar. 12 Eylül’de hapis yatmış kimseler siyasete döndüklerinde, popüler figürler hâline gelmişlerdi. Bunlardan birisi Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. 1991 seçimlerindeki ittifakla Sivas’tan milletvekili seçilmiş, bir yıl sonra da 5 milletvekili arkadaşı ile partiden ayrılmıştı. Ayrılma gerekçeleri arasında ‘partinin siyasi anlayışıyla uyuşamamak’ vardı ancak Türkeş’le arasında sessiz sedasız bir ‘liderlik mücadelesi’ olduğu da dillendiriliyordu. Evvela Yazıcıoğlu, Erbakan’la bir ittifak kurulmasına itiraz etmişti. Seçildikten kısa süre sonra da partiden bir hayli önemli ismi alarak ayrıldı. Bu yüzden MÇP (sonraları MHP olacak) içerisinde ‘hain’ ilan edildi.

Yazıcıoğlu’nun Erbakan’la ittifaka yanaşmadığını fakat 1995 seçimlerine ANAP’la ittifak kurarak Meclis’e girebildiğini biliyoruz. Seçildikten üç ay sonra partisine dönecekti. Bu seçimden sonra uzun süre partisinin Türk sağında bir etkisi olmadı fakat 2007’de memleketi Sivas’tan ‘bağımsız aday’ olarak Meclis’e girdi. Sonra yine BBP’nin genel başkanı oldu. MHP’de ise Türkeş’ten sonra partinin oğlu Tuğrul Türkeş’e geçeceği bir süre konuşulsa da, ‘Devlet Ağbi’ olarak bilinen ve ketum bir siyasetçi olan Devlet Bahçeli, partiyi devraldı. 1997’den bugüne, 2002 seçimlerindeki hezimetten sonraki kısa arayı saymazsak, partinin başında ve yakın zamanda kendisini koltuğundan etmek isteyen ‘hainlere’ karşı harekâtı püskürtmeyi ‘başardı’.

TEŞKİLATÇILIK, KARİZMA VE ‘VEFA’

Türk siyasetinde lider kültü, önemli bir dinamik. Liderlik de genelde ‘teşkilatçılık’ dediğimiz beceriden ileri geliyor. Etrafınızdaki insanları etkileyecek bir ‘karizmaya’, sağlam bir hikâyeye ve ‘vefalı’ olmaya ihtiyacınız var. Karizma, belirli bir çaba ile üretilebilir bir şey. Medyayla iyi ilişkilere bakan tarafları var. Türk siyaseti sürekli baskı altında tutulduğu için hikâyeden bol şey yok. Vefa da, bir şekilde size faydası dokunmuş insanları hiç unutmamak ve günü geldiğinde onlara geri ödeme yapmak ile ilgili.

Muhsin Yazıcıoğlu, hapis yatmış Ülkücülerin ailelerine maddi yardım yapılması için kurulan bir derneğin yöneticisi olarak başlamıştı mesela siyasî kariyerine. Burada yer edindi, çok insanla diyaloga geçti ve ‘vefalı’ olarak anılmaya başlandı. Ancak siyasî hayatı boyunca hep ‘illegalite’ ile anıldı. Abdullah Çatlı ile dostluğu, 1970’lerdeki silahlı eylemlerde bulunduğu iddiaları bunlar arasındaydı. Rahmetli Yazıcıoğlu’nun milliyetçi sağın DNA’sında bulunan anti-komünizm (hakaret seviyesinde), xenofobi (yabancı düşmanlığı, bilhassa Ermeni ve Yahudi) ve ‘devlet için illegal işler yapma’ gibi hususlarda da handikapları mevcuttu. Sivaslı bir ‘muhafazakâr’ olarak Alevilerle ‘öteki’ ilişkisi vardı. Ama son döneminde ‘düzeldiğine’ ilişkin bir kanaat oluşmuştu. (Tabi hakkında asılsız birçok efsane de türetildi. Mesela Maraş olaylarında rolü olduğu sıklıkla dile getirilir fakat olaylarla ilgili haberlerde pek adı geçmez. Kendisi de Maraş olaylarını Ermeni bir vatandaşın tezgahladığı tezini, dönemin sıkıyönetim komutanının ‘uydurması’ değil, inandığı bir gerçek olarak dillendirmiştir.)

KURUMSALLAŞMA BECERİSİ YOK

Türk sağında liderlik kültünün sorunları kadar, hiçbir liderin yerine bir başkasını koyamaması da, ciddi bir problem. Turgut Özal 1989’da Çankaya’ya çıktığında, önce ‘emanetçi’ olarak Yıldırım Akbulut’u partinin başına geçirdi. Fakat partiyi daha fazla kontrol edemeyeceğini anlayınca elini çekmek zorunda kaldı ve ANAP’ın başına Mesut Yılmaz geçti. Benzer bir ‘çatışma’ DYP’de de yaşandı. Demirel, cumhurbaşkanı seçildikten sonra partiyi devralan Tansu Çiller, DYP’nin oylarının erimesine mâni olamadı. Kısa süreli başbakanlık yapsa da, asla Demirel kadar popüler ve güçlü bir liderlik sergileyemedi. Nitekim Mesut Yılmaz da, mirasyedi olarak öne çıktı. Türkeş’ten sonra Bahçeli’nin ‘başarılı’ olarak geleneği sürdürdüğü düşünülebilir zira 1999’da DSP-ANAP-MHP koalisyonuna imza atarak, Türkeş’in Başbakan Yardımcılığı ‘rekorunu’ egale etmeyi başardı. Ancak MHP’nin oylarının yükselmesi Bahçeli’nin maharetinden çok, konjonktüreldi. PKK meselesinin çok konuşulduğu zaman dilimlerinde toplum MHP’ye yöneliyordu.

SİYASETTE HEP AYNI EZBER

27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra Türk siyaseti öyle ya da böyle yeni bir dil inşa edebilir, farklı tarzlar ortaya çıkabilirdi. Fakat Demirel’in ‘popülizmi’, 1950’lerin DP-CHP çatışmasını yeniden siyasetin merkezine taşıdı ve bu şekilde bir ‘geriye dönüş’ yaşattı. 1971 Muhtırası’ndan sonra teknokrat hükümetleri kurulmuş, siyasetin gerilimi düşürülmek istenmişti fakat 1970’lerin Milli Cephe Hükümetleri, krizin sürekli tırmandırılmasını sağladı. Siyasi aktörlerin bir araya gelip kriz çözme başarısı sergileyememeleri, 12 Eylül darbesinin en büyük bahanesiydi. Hemen her gün birileri ölüyordu. Karşımızda yine aynı aktörler vardı üstelik. Seçim kaybetseler de bir yolunu bulup geri dönüyorlardı. Nitekim 12 Eylül’den sonra da döndüler. 1990’ların kutuplaşmaları da, aynı aktörlerin, ezberledikleri siyaseti topluma dayatmalarının eseriydi. Özal’ın çabaladığı ‘uzlaşmacı’ siyaset, bir anda yerini Türk sağının klasik polemikçiliğine bırakmıştı. Özal da bu oyuna çabucak geldi ve hem Demirel’le hem de diğer muhalif parti liderleriyle ağız dalaşlarına girişti.

PARTİ GELENEĞİ DİYE BİR ŞEY YOK

Liderlerin bu kadar belirleyici olduğu bir ortamda, ne siyasi partiler ‘kurumsal yapılar’ olarak ön plana çıkabildi, ne de liderlerin etrafındaki insanlar ilkelere ve prensiplere göre hareket edebildi. Mesela İngiltere’de otoriter eğilimler gösteren Margaret Thatcher, seçimleri kazandığı hâlde Muhafazakâr Parti’nin ileri gelenleri tarafından yalnızlaştırılarak görevinden azledilmişti. Parlamenter demokrasisiyle meşhur İngiltere’de bir sürü lider gelip geçti fakat Muhafazakâr Parti, İşçi Partisi ve Liberal Parti arasındaki mücadele yüzyılı aşkındır sürüyor. Her dönemde bu partiler yeni çağa uygun siyaset belirlemeyi, ona göre liderler çıkarmayı başardılar. Türkiye’de siyasi partiler, çoğunlukla tek bir isim etrafında kurgulanıyor ve onun partiden ayrılmasıyla, parti de teşkilat da dağılıyor. CHP dışında köklü bir parti olmaması, CHP’nin de ‘gelenek üretimi’ konusunda tarihsel zorunlulukları aşacak bir çaba sarf edememesi ülkenin siyaset kültüründeki problemleri açıkça ortaya koyuyor [2].

2011 seçimlerinden önce, o dönem AB Bakanı olan Egemen Bağış’la bir grup gazeteci olarak ayaküstü sohbet etmiştik ve Bağış o zaman bize, ‘Oyların yüzde 40’ını Erdoğan alıyor, eğer çok çalışırsak yüzde 50’ye taşıyabiliriz’ demişti. Sadece siyasi partilerin değil, toplumun da siyasetle ilişkisindeki sorunlardan birisi bu. İnsanlar güvenebileceği bir parti ararken, sadece lidere odaklanıyor ve onun etrafında neler olup bittiği ile ilgilenmiyor. Bu da iyi bir imaj çalışmasıyla ve makul miktarda kabiliyetle, Türkiye’de siyasi liderlik yapmanın ‘kolay’ olduğunu çağrıştırıyor. Gelgelelim, kalıcı siyasi gelenek ve sağlıklı, demokratik bir seçmen kültürü çıkmıyor buradan. Türk sağının lider kültü takıntısı, oradan oraya savrulan, idealleri ve prensipleri her seçim döneminde yenilenen milletvekilleri üretmekten başka işe yaramıyor.

***

[1] 1991’deki bu ‘koalisyon’ ilginç bir şekilde bugün de sürdürülüyor. Yeniden Milli Mücadeleciler, MHP’liler ve Milli Görüş kökenli AKP’liler, son 3-4 senedir bir arada.

[2] Benzer bir problem Türkiye’deki aile şirketlerinde de var. Galiba kurumsallaşma konusunda toplumsal bir zaafımız bulunuyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Arşiv nitelendiğinde çok kıymetli bir yazı dizisi. Bugünün Türkiye’sini anlamak, yarınları tahmin edebilmek için yakın tarihe kavramlar, ilişkiler, söylemler, niyetler ve icraatlar üzerinden ışık tutuyor. Üzerine görüntülü müzakere yapılması gerekir diye düşünüyorum. Malum, izlemek, dinlemek konuları okumanın ötesinde daha geniş kitlelere ulaştırıyor.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin