Köken bulmada karşılaşılan problemler [Türk Sağı’nın hikâyesi-2]

YORUM | KEMAL AY

Türk sağının ‘eski rejim’ talebiyle bir çeşit muhafazakârlık üretemediğinden geçen yazıda biraz bahsetmiştim. Osmanlı’nın son dönemindeki siyasî spektrum, Batılılaşma yanlıları ve karşıtları şeklinde iki kutup arasında dağılmıştı. Yine de Batılılaşma karşıtları o kadar ‘güçlü’ bir siyasî temsile sahip değildi. Bu yüzden biraz da Cumhuriyet kurulduktan sonra Batılılaşma hamlelerinin ‘aşırı’ olduğunu düşünenler, İttihatçı geleneğin devamı gördükleri Mustafa Kemal ve ekibine karşı II. Abdülhamit’e sarılma ihtiyacı hissedecekti. Bir nevi, iade-i itibar. Gelgelelim, II. Abdülhamit döneminde, Ahmet Mithat Efendi gibi Saray’dan maaşlı kimseleri saymazsak, ona taraftar bir ‘aydın’ bulmak neredeyse zordu. Buna rağmen Ahmet Mithat Efendi, bir hayli ‘Batıcı’ bir kimseydi. Zaten Abdülhamit de, ‘Batı-karşıtı’ bir pozisyon asla takınmamıştı, onu o şekilde tahayyül edenler, Cumhuriyet sonrası bir ‘temel’ bulabilmek için bu yola tevessül etmişlerdi.

ÇOK ULUSLU İMPARATORLUKTA TEK ULUS DAYATMASI

Türk sağcılığının ivmelendiği nokta-i istinat ise II. Abdülhamit taraftarlarından bir hayli farklı bir yer. Osmanlı’nın son devrinde hemen herkes bir hal çaresi ararken, yine bir Harbiyeli, Yusuf Akçura ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ (1904) isimli risaleyi neşredecektir. Burada ortaya konan fikir, geçmişteki siyasetnameleri hatırlatsa da Osmanlı’ya bir strateji önermesi bakımından daha ‘modern’ bir çalışmadır. Akçura’ya göre Osmanlı’nın o dönemde benimseyebileceği 3 türlü siyaset vardır: Osmanlıcılık, İslamcılık (Pan-İslamizm) ve Türkçülük. Akçura en imkânsızını seçer; Osmanlı’dan Türkçü bir strateji geliştirmesini talep eder. Neden imkânsız? Çünkü devlet geleneği ‘çok uluslu’ bir yapıya göre kurgulanmış, hemen her milletten bürokrata kucak açmış, padişahların annelerinin dahi farklı unsurlardan olduğu bir ‘merkeze’ olmayacak bir şey yapmasını söylemektir bu. Dahası, Osmanlı çok uzun zaman ‘Türk kökeni’ hakkında suskun kalmış bir siyasi entitedir. Risalenin yazıldığı dönem, II. Abdülhamit dönemidir ve Padişah, halifeliğini Batılı güçlerle yaptığı pazarlıklarda bir koz olarak masaya koyma çabasındadır. Namık Kemal’in bile ‘İslamcılık’ soslu bir söylemi daha makul gördüğü bir zamandan bahsediyoruz nihayet.

Hepsini geçtim, ‘ahalide’ Türkçülük pek yaygın bir fikriyat da değildir. Düşünün ki dört yıl sonra yeniden açılacak Meclis’te çok çeşitli milletlerden vekiller hazır bulunacaktır. Akçura’nın ve arkadaşlarının gördüğü ise şudur kabaca: Balkan unsurları Batılı devletlerle anlaşarak kendi vatanlarını ‘kurtardılar’. Ermeniler, Araplar ve Yahudiler de aynı yoldan gitmek istiyor. Ermeni milliyetçileri silahlı çetelerle, Arap milliyetçileri vilayetlerindeki canlı entelektüel hayatın katkısıyla, Yahudiler ise zenginleşmenin getirdiği bir milliyetçilik hissiyle (ilginçtir o dönem Selanik’teki Yahudilerin önemli bir kısmı sosyalizmin etkisi altındadır ve sosyalizm de o dönem milliyetçiliği besleyen bir faktördür) Filistin topraklarında bir devlet kurmanın planlarını yapmakta. Hâl böyle olunca ‘Türkçülük’ geç bile kalmış bir ideoloji olarak Padişah’a sunuluyor. Madem onların var, bizim de olsun!

Fakat ortada ufak bir problem var: Eğer çok uluslu bir imparatorluksanız ve derdiniz de ‘parçalanmamak’ ise, mümkün mertebe herkesi kapsayabilecek şekilde bir idare kurmanız gerekir. Evdeki oğullar isyan ediyor diye baba da isyan ederse, o ev dağılır. Nitekim 1908’de başlayan İttihat ve Terakki serüveni, Türkçülük ideolojisiyle bir imparatorluk idare etmenin nasıl bir felaket olacağını göstermesi bakımından manidar. İstanbul’un Türk olmaya çalıştığı bir ortamda, Araplara ya da Ermenilere laf anlatmak da zorlaşacaktır.

AVRUPA MİLLİYETÇİLİĞİNİN EN KATI HÂLİ

Türkçü ideolojinin kurucu ve taşıyıcısına dönüşen Jön Türkler’in bu fikri devirlerindeki milliyetçi akımlardan beslenerek geliştirdikleri aşikâr. Bugüne kadar hiçbir millet durduk yere kendi köklerini keşfetmiyor. Her defasında bir tarihsel gelişme, bu fikri tetikliyor. İlginçtir, milliyetçilik en yaygın ‘sahte-ideolojilerden’ birisi. Sahte, çünkü Benedict Anderson’un enfes kitabında anlattığı gibi, çoğu zaman efsanelerle besleniyor, bir düşmana ihtiyaç duyuyor ve insanlara ‘hayalî’ bir kimlik vermekten öteye bir işlevi de bulunmuyor. Tabi bir insan düz yolda yürüdüğü hayaliyle kendini gökdelenden aşağı bırakırsa düşer. Tarihte de böyle olmuş çoğu kez. Hayalî kimlikler, geniş kitleleri galeyana getirdiği gibi onların felaketlerini de hazırlamış. Fransız İhtilali’nin dünyaya bir nevi hediyesi olan bu ‘aktivist milliyetçilik’ meselesi, her millette farklı tezahürlere sahip olsa da, genelde ‘ulus inşası’ noktasında ulusal bir trajediye ihtiyaç duymuş ve bu ihtiyaç bir anlamda o trajediyi ‘doğurmuş’.

Çünkü uluslar ne hikmetse benzer semptomları gösteren hastalar gibiler: Bir düşmana sahipler, baskı ve zulüm görmüşler, kimlikleri için acılara katlanmışlar ve vatanlarını kanla sulamışlar. Ulus inşalarında kullanılan mitlerin benzerliği, aynı kaynaktan beslenildiğini gösteriyor ki, bu zaten böyle. Avrupa’da gelişen milliyetçilik meselesi, zamanla bütün dünya ırklarını sınıflandırmaya ve onlarla ilgili tarihî, kültürel, hatta biyolojik ‘gerçekleri’ ortaya çıkarmayı hedeflemiş. Avrupa üniversitelerinde ve entelektüel çevrelerinde başlayan bu ‘ötekini tanıma’ girişimleri, ‘öteki’ açısından travmatik etkilere sahip olmuş zira Avrupa’ya eğitim maksatlı giden Doğulular, kendi kimliklerine dair ‘tutkulu’ bir birikim elde ederek memleketlerine döndüklerinde herkese milli üniformalarını giydirmeye çalışmış. Yunanlar, Araplar, Ermeniler, Türkler… Hepsi de ‘kimliklerine dair çekirdek malumatı’, yani onları Yunan, Arap, Ermeni ya da Türk yapan ‘gerçeği’ Batı’dan ithal etmiş.

Batı’nın bu ‘sınıflandırma’ heyecanının Afrika’da soykırımlara sebep olduğunu, ‘ulusal kimlikler’ fikrinin ister ‘kapitalist emperyalizm’ ister ‘enternasyonel sosyalizm’ elinde olsun, eninde sonunda zarar verdiğini söyleyerek bu bahsi kapatalım.

BİR DAĞILMA STRATEJİSİ OLARAK MİLLİYETÇİLİK

Osmanlı için Türkçülük ideolojisi imkânsızdır ve fakat İttihat ve Terakki bu ideolojiyi uygulamaya çalıştı. Sonuç, hüsrandı ancak projenin etkileri sürecekti. Nitekim Osmanlı yıkıldığında onun küllerinden doğacak Türkiye Cumhuriyeti’nin yoğun ‘Türk’ nüfusu, siyasî elitinin eski İttihatçılardan (yani çok uluslu Osmanlı elitinin elenmiş, sadece Türklerden) müteşekkil olması ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki ‘öteki’ milliyetçi akımların yeterince travmatik etki etmesi neticesinde, Türkçülük ideolojisi Cumhuriyet’in çekirdeğindeki fikirlerden biri hâline geldi. Erken Cumhuriyet dönemindeki romanlarda genelde Osmanlı’nın dağılması elit bir aileye ait konakta yaşanan talihsiz olayların neticesinde aile bireylerinin ‘savrulması’ şeklinde işlenmişti. Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü’nü hatırlayın sözgelimi. Buradaki ‘çarpık’ Batılılaşma eleştirisini bir kenara bırakırsak, aile bireylerinin artık birbirini görmek istemeyecek kadar nefretle kopuşlarını görmek mümkün.

Ama bunun pratik bir faydası var Cumhuriyet açısından. Yeni kadro, II. Meşrutiyet’ten bu yana zihinlerinde demledikleri ‘ulus devlet’ projesini nihayet uygulama zemini yakalamıştır zira 1915’te Anadolu’da yoğun yaşayan Ermeniler ve Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın en geniş topraklarında ikâmet eden Araplar artık ‘vatan’ hattında etkin değillerdir. Bu durumda, Osmanlı İmparatorluğu sanki daha önceki bilmem kaç Türk devletinden biriymiş gibi davranılarak yeni bir Türk devleti kurmak kolaylaşacaktır. Bu sebeple de Cumhuriyet’le birlikte Türk sağı, evrensel örneklerinden ayrılarak ‘inşacı/kurucu’ bir hareket olarak gelişmeyi tercih eder. Türk sağının ideoloğu Yusuf Akçura’nın Türk Tarih Kurumu’nu kurması ve yönetmesi bunun en önemli örneklerinden birisi. Gelgelelim, Yusuf Akçura’nın kendisini Türkçü kabul ederken aynı zamanda ‘sağcı’ kabul ettiğini düşünmüyorum. İttihatçı ekipten bir miktar farklıydı ancak bu fark da Türkçülük konusundaki idealist fikirlerinden ileri geliyordu. Hatta TBMM’de vekil olduğu dönemde ‘sol’ (toprak reformu vs.) fikirleriyle öne çıkmış, Ekim Devrimi’nden sonra Rusya yanlısı bir dış politika önermiş ama bunlara rağmen iktisadî mücadelede ‘milli ekonomi’ modelini önermişti.

Hakkında bir biyografi kaleme alan Fransız tarihçi François Georgeon (kendisinin II. Abdülhamit biyografisi de enfestir), Yusuf Akçura’yı şöyle tanımlamıştı: “Yusuf Akçura’nın bir düşünür olarak özgün bir yanı yoktu. Toplumsal ya da siyasal teoriyle uğraşmamıştı. 19. yüzyılın fikri cephaneliğine ellerini hızla daldırmış ve kendi tasarısına uygun düşecek silahları çekip almıştı. (…) Türk milliyetçiliğinin teorisyeni olmaktan çok onun stratejisini çizen kişiydi.”

TÜRK SAĞI’NIN KAYNAĞI BAŞKA OLABİLİR Mİ?

Adına ‘entelektüel pragmatizm’ diyebileceğim bu tavır, Türk düşünce tarihinin hemen her kanadında (sağdan sola) var olduğu için Türk sağına burada haksızlık etmek istemem. Zaten, Osmanlı tarihçisi Firoz Ahmed’e göre, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılan elit içerisinde dünyadaki herhangi bir meseleye orijinal bir katkıda bulunan pek kimse olmadığından, bu bahis daha çok su götürür. Yeniden Türk sağına dönecek olursak, Yusuf Akçura’ya benzer bir profili Ziya Gökalp’te de görmek mümkündür ancak onun 1924’teki ‘erken ölümü’ Türkçülük bahsindeki rolünü kısıtlamıştır.

Türk sağı elbette sadece Türkçülük akımından ibaret değildi ancak bugünkü sağın en önemli dinamiklerinden birisi olan ‘milliyetçilik’ meselesinin, bilhassa 1940’larda Nihal Atsız ve arkadaşlarının ‘sistemsel kopuş’ yaşamasıyla, zemin kazanmasında Gökalp ve Akçura’nın katkısı reddedilemez. Gelgelelim, yaşadıkları dönem itibariyle Türk sağının ‘evveli’ olmaları gereken bu Türkçü elitlerin, (1) o dönemde aslında çok da ‘sağda’ olmamaları ve (2) bir İngiliz muhafazakârı gibi değil bir Fransız devrimcisi gibi politika belirlemeleri, meseleyi daha da giriftleştiriyor. İlk yazıda bahsettiğim ‘kimlik karmaşası’, bu iki ismin zatında benim açımdan netleşiyor.

Pekâlâ, Osmanlı’da bir hayli cılız olan, Cumhuriyet’le birlikte ise aslında neredeyse tamamen kaybolan Türk sağı, bugünkü kıvamına nasıl ulaştı? Bu sorunun cevabını da bir sonraki yazıda vermeye çalışayım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin