Kâinatın kutlu taşı: Hacerü’l Esved [Harun Tokak-Hac Hatıraları-6]

Vakit sabaha yürüyor… Kâbe’nin en tenha saatleri… Seyri, sadrımızı dolduran mabet, gecenin bu saatlerinde daha bir ulvîleşiyor, başı göklere değiyor. Zikir halkasını yöneten bir serzâkir gibi heyecanlanıyor, sakinleşiyor, haykırıyor, hıçkırıyor.

Efendimizin, Abdullah İbni Abbas’ın rivayet ettiği bir hadiste, “Kıyamet gününde Allah Hacerü’l Esved’i, bakar iki gözü ve konuşan bir dili olduğu halde yeniden yaratacak ve o kendisine sadık bir niyetle dokunmuş herkese şehadet edecektir.” dediği kutlu taşı seyrediyorum. Gecenin bu en tenha anında bile ona kavuşmak için kalabalığa karışmak kolay cesaret edilir bir durum değil. Coşkun akan insan selinin girdabına kapılmak gibi. Yüzlerce insanın ona dokunmak, onunla bir an birlikte olmak uğruna verdiği amansız mücadeleyi uzaktan ürperti ile seyrederken birden yanımda üç genç beliriyor.

Selam verip kendilerini tanıtıyorlar. Hacerü’l Esved’i ziyaret edip etmediğimi soruyorlar.

“Cesaret edemedim” diyorum.

“Biz sizi oraya götürmek istiyoruz!” diyorlar. “Bunda da bir sır var.” diye düşünüp hemen kabul ediyorum.

Üç babayiğit Anadolu evladı, derin suların sınır tanımaz dalgıçları gibi, kalabalık insan selini yara yara, beni Hacerü’l Esved’e ulaştırıyor, onu rahatça öpebilmem için de üzerime gelen dalgalara perde oluyorlar.

Allah Resulünün, “Ya Ömer, burada ağlanır, burada gözyaşları dökülür.” dediği yerdeyim. O kutlu taşa dokunduğum an, yüksek voltajlı bir akıma kapılmış gibi titriyorum. O anı anlatmak imkânsız. Müthiş bir vakumla bir nur tufanının içine çekiliyor, yutuluyor, savruluyor, ışıklı bir helezonun içinde bambaşka ufuklara uçuruluyorum.

O an sesini duymaya başlıyorum.

“Ben Haceru’l Esved…” diyor. “Cebrail aleyhisselam Cennetten alıp getirdi beni. Geldiğimde sütten beyazdım. Beni insanların günahları kararttı. Ben ve kardeşim Makam-ı İbrahim, cennet yakutlarından iki yakuttuk. Allah, bizim nurumuzu örttü. Eğer örtülmemiş olsaydık doğu ile batı arasını aydınlatırdık.

Hazreti İbrahim, oğlu İsmail’i Ebu Kubeys Dağı’na bir taş bulup getirmesi için göndermişti. İsmail geri döndüğünde bizi gördü.

“Bunlar nereden geldi?” diye sordu babasına.

“Rabbim gönderdi!” dedi İbrahim aleyhisselam. Baba oğul beni tavafın başlangıç noktasını belirlemek amacıyla şu an bulunduğum yere koydular.

Hazreti İbrahim’in Kâbe’si yıllar içinde pek çok kere tamir edildi.

Takvimler 605 yılını gösterirken Allah’ın Evi, Betha Vadisi’nden boşanan seller yüzünden oldukça harap haleydi. O yıllarda çatısızdı ve ayakta zor duruyordu. Sel suları temellere kadar inmişti.

O arada, bir hadise daha oldu. Kadının biri Harem’de ateş yaktı. Ateşin korundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin örtüsünü tutuşturdu ve Kâbe büyük ölçüde yandı.

Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırdı. Kutsal evin yanması hayra alamet değildi.

Mekke, Kâbe’nin kendine kazandırdığı değer sayesinde Hicaz’ın ve çevre ülkelerin sosyal, kültürel, dini ve ticari hayatının kalbi durumundaydı.

Şehre ruhunu veren Allah’ın Evi idi.

Mekkeliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini konuşmaya başladılar.

O günlerde Mısır’dan yola çıkmış bir Bizans gemisinin, Cidde yakınlarında karaya oturduğu haberi geldi.

Geminin yükü, yumuşak beyaz taş, tahta, direk ve demirdi. Bunlar, Kureyşlilerin arayıp da bulamadıkları malzemelerdi.

Bir heyet göndererek gemideki malzemeyi satın aldılar.

Tam yıkıma başlayacaklardı ki Kâbe duvarının üzerine sırtı simsiyah, karnı süt beyaz, başı oğlak başı gibi büyük bir yılan çöreklenip oturdu. Her gün çıkıp Kâbe duvarının üzerinde güneşleniyor, Kâbe’ye hiç kimseyi yaklaştırmıyordu.

Bir kimse ona yaklaşacağı zaman hemen başını kaldırıyor, ağzını açıyor, korkunç sesler çıkarmaya başlıyordu.

Aslında yılanı öldürebilirlerdi. Fakat herkes bu yılanın Kâbe’yi yıktırmamak için Allah tarafından gönderildiğine, Kâbe’yi yıkmanın başlarına bela getireceğine inanıyordu.

Bir gün yılan yine Kâbe’nin duvarları üzerine çöreklenmiş güneşleniyordu.

Kureyşliler, Makam-ı İbrahim’in yanında toplandılar, ellerini açıp dua ettiler:

“Ey Allah’ım! Eğer Beyt’inin yıkılıp yeniden yapılmasına razı isen, şu yılan gailesinden bizi kurtar. Ey Rabbimiz! Biz, Senin Beyt’ini şereflendirmek ve süslemek istiyoruz. Sen, razı isen, bunu bize yaptır. Razı değilsen, Sen istediğini yap!”

O sırada bir çığlık işitildi. İnsanlar başlarını gökyüzüne çevirdiğinde kartal gibi bir kuşun süzüldüğünü gördüler. Sırtı kara, karnı ak, ayakları sarı, kartaldan daha büyük bir kuş kavisler çizerek geldi ve pençelerini yılanın başına batırdığı gibi onunla birlikte havalandı! Ecyad dağlarına doğru uçtu ve oraya vardığında pençelerini gevşeterek yılanı bıraktı.

Dağ yılanı yuttu.

Bu olay, Allah’ın Evi olan Kâbe’yi yeniden yapmaları için Mekkelilere verilmiş bir izin belgesi gibiydi. Fakat bazı kimseler yine de ikna olmadı.

Velid Bin Mugîre, tedirgin bekleyen halkı ikna etmek için onlara seslendi:

” Ey kavmim! Sizin Kâbe’yi yıkmaktaki gayeniz nedir? İyilik mi, yoksa kötülük mü?

Siz, Kâbe’yi yıkmakla onu ıslah etmek istiyorsunuz değil mi? Yüce Allah, ıslah edicileri helak etmez! Fakat siz, Rabbinizin Beyti’nin onarımına, mallarınızın temiz ve helal olanından başkasını sokmayınız! Ona faizden, kumardan, içkiden elde edilen parayı katmayınız! Beytullah’ı, mallarınızın kötü olanından uzak tutunuz! Çünkü Allah, malın temiz ve helal olanından başkasını kabul etmez!”

İnsanlar yüreklendiler.

Fakat yine de kafalarında bir soru vardı. İlk taşı kim koparacaktı? Allah’ın evinin ilk taşını koparmak kolay değildi, cesaret işiydi. Halkın hala tereddüt içinde olduğunu gören Velid:

“Sizin, onu yıkmaya ilk başlayanınız ben olacağım!” dedi, “ben, çok yaşlanmış bir kimseyim, eğer başıma bir iş gelirse varsın gelsin, zaten ecelim yaklaşmış bulunuyor!”

Velid, eline bir külünk alarak Beytullah’ın üzerine çıktı. İlk taşı yerinden koparırken ayağının altındaki taş şiddetle titredi.

“Ey Allah’ım!” dedi. “Bizim ıslah etmekten, hayırdan başka gayemiz yoktur. Niyetimizi halis kıl!”

Kâbe’nin iki rüknü arasındaki kısmından elindeki külünkle taş taş kaldırıp akşama kadar yıkma işine devam etti.

Halk bekledi. Azap gelmesinden korktular. Akşam oldu. Velid’e bir azap gelmediğini gördüler.

Ama yine de tedbiri elden bırakmadılar. Sabahı beklediler.

Sabah kalkıp yaşlı Velid’in yine işe başladığını görünce her kabile kendine ayrılan bölümü yıkmaya başladı. Hazreti İbrahim’in bizzat inşa ettiği temellere kadar inildi. Niyetleri, daha da aşağı inmekti. Ne var ki buna muvaffak olamadılar. İçlerinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke’nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, işe son verdiler.

Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor, duvar örüyordu. Malzeme yetmeyeceği korkusuyla Hazreti Hacer’le oğlu İsmail’in kabirlerinin bulunduğu bölümü dışarda bıraktılar.

Kâbe’den olduğunu belirlemek için, “Hatim” denilen bu bölümü bir buçuk metre yüksekliğinde hilâl şeklinde bir duvarla çevirdiler.

Kâbe’nin duvarları benim şu an durduğum yere kadar yükseldiğinde, beni yerime kimin koyacağı konusunda anlaşmazlık çıktı. Her kabile, bu hususta kendisini diğer kabilelerden üstün görüyordu. Hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi ki? İş kızıştı, münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.

Kan dökülmek, kavga çıkmak üzereydi. Dört beş gün, Kâbe’nin duvarlarına tek taş koymadan bekleyip durdular! Sonra tekrar toplandılar, birbirleriyle konuştular, tartıştılar. Hava çok gergindi. O anda Kureyş’in en yaşlılarından birisi olan Ebu Ümeyye, Kâbe’nin giriş kapılarından Benî Şeybe kapısını işaret ederek.

“Ey Kureyşliler!” dedi. “Harem’in şu kapısından ilk girecek zatı aramızda hakem yapalım. O kimse bu işi bir sonuca bağlasın!”

Teklif kabul gördü.

Gözler Benî Şeybe kapısındaydı.

Kapıdan kim girecek ve bu müşkülü nasıl çözecekti? Hiçbir kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti?

Derken kapıda, kendisine mahsus yürüyüşüyle vakar içinde gelen Güllerin Efendisini görünce sevinç içinde bağırdılar:

“El Emin O! Muhammed O! Onun aramızda vereceği hükme razıyız!”

Evet, gelen Muhammedü’l Emin’di. Emniyet ve güvenin cisme bürünmüş hâliydi.

Yüzler bir anda güldü. Çünkü onun adil bir karar vereceğinden herkes emindi.

Kureyş, durumu kendisine anlattı.

Gülllerin Efendisi, bu kadar basit bir şey için mi kavga ediyorsunuz, der gibi gülümsedi. “Bana bir örtü getiriniz!” dedi.

Anında getirdiler. Örtü yere serildi. O örtüyle ne yapacaktı?

Beni örtünün ortasına koydu, sonra da kabilelere seslendi:

“Her kabileden bir kişi örtünün birer köşesinden tutsun!”

Öyle yaptılar.

Beni örtüyle kaldırıp konacağım yere kadar kaldırdılar.

Güllerin Efendisi beni avuçlarına alıp yerime yerleştirdi. Böylece Onun ellerini öpmek için binyıllardır içimde yanıp tutuşan iştiyak da teskin oldu.

Müşkül bir mesele kolayca halledilmişti. Güllerin Efendisini o olaydan sonra “Kâbe Hakemi” diye anılmaya ve çağrılmaya başladı.

Kâbe kısa sürede tamamlandı, muhteşem bir görünüme kavuştu.

Mekkeliler, ataları Kusay’dan sonra Kâbe’yi yeniden inşa etmenin şeref ve mutluluğunu günlerce kutladılar.

Beni, bereketli elleri ile yerime koyan Güllerin Efendisi son veda haccında dudaklarını bana dokundurup, uzun müddet ağlayacaktı.

Bir keresinde Halife Ömer de beni öpecek ve şöyle diyecekti; “ey taş biliyorum ki, sen bir taşsın. Ne fayda ne de zarar verebilirsin. Eğer Allah Resulünün seni öptüğünü görmeseydim seni asla öpmezdim”

Hazreti Ali Halifenin bu sözlerini duyunca, “Ya Ömer! Onda saklı bulunan sırları bilseydin şimdi böyle demezdin!” diyecekti.

Benim öpülmem, pek çoklarının bu yanlışa düştüğü gibi, bir taşın takdis edilmesi gibi bir anlayışa sebebiyet verebilir ve herkes beni bu duygu ve düşüncelerle öpmeye kalkışabilirdi.  Daha sonra da bundan bir hayli hurafe doğar ve böylece Kâbe, hak ve hakikate açık olmanın yanında şeytanların da oyun oynadığı bir yer hâline gelirdi. Çünkü şeytanlar, kalbin etrafında dönüp durmakta ve onun zayıf taraflarını yakalamaya çalışmaktadırlar.

Esasen kalp de insan hissiyatına göre bir Kâbe’dir. Kalbin etrafında şeytanların menzilleri ve mazgal delikleri vardır. Kalpte takdis edilecek şeylere dair öyle küçük menfezler vardır ki, ‘doğru şeyler’ takdis edilirken, takdis edilmemesi gereken başka şeyler de takdis edilerek saygı ve tazimin yanında her zaman kaymalar olabilir.

İşte o büyük basiret abidesi Hazreti Ömer, avamca anlayışı, tevhid çizgisine getirmek için, “Böyle taşta, toprakta bir kudsiyet aramayın. Allah Rasulü, onu öpmüştür. Eğer O öpmeseydi ben de öpmezdim. Zira Hacerü’l Esved’i öpmek, O öptüğünden dolayı sünnettir.” diyerek, aklın hür olduğu nokta ile teslim olduğu noktayı birbirinden ayırmıştır. Allah Ömer’den razı olsun.

BEN HACER’ÜL ES’AD…

Müminlerin “sır kâtibi”yim. Nice sevinçler, saadetler, acılar, kederler, yaşadım. Şimdi asrın hüsranını seyrediyor, Allah’ın vaadini bekliyorum.

Benim bir dilim ve iki gözüm var. Bana, eli ya da dudağı ile dokunanlara, bana dokunur ya da öper gibi uzaktan selam verenlere mahşerde şahitlik yapacağım.

HİRA

İpeksi bir sonbahar gecesinde, tüm zamanların en kutsal doğumuna sahne olan Hira’dayız.

Kutsal dağ, dolgun bir ay ışığının altında, efsunlu. Gölgelerin hükümranlığında, gerçek biçimini kaybetmiş. İçe doğru derin ve hareketli. Süt buğusu mavi tüllerin arkasından etrafına pırıltılı gülücükler saçıyor. Yaşanmışlığın kazandırdığı bir soyluluk var nurlu yüzünde.

Birbiri ardınca dalga dalga sıralanmış dağlar, ovalar, obalar ay ışığında besleniyor. Sert taştan, topraksız bir dağ Hira. Etrafı kendisi gibi dik dağlarla çevrili. Çıkmak da inmek de son derece güç.

Vakit gece yarısını çoktan geçmiş olmasına rağmen, ay ışığının bolca üzerine döküldüğü kutlu dağ, inenler ve tırmananları ile tatlı bir tiyatronun “hayalet karıncalar” sahnesini andırıyor.

Uzaklardan bize bakan Sevr ise, dağların sırlarını denizlere taşıyan sessiz bir nehir gibi seherin esintisinde biteviye akıyor.

Hira’dan, Mekke’nin seyri muhteşem.

Dağ başları kadar insanların vaveylasından uzak, Allah’a yakın neresi olabilir!

İhtişamlı kâinat senfonisini minör kıpırtılarla, ritmik hışırtılarla, usta ve uyanık çıkışlarla seslendiren dağ başları…  Sina ve Zeytin Dağı gibi yüce bir ruhu vardı Hira’nın.  Ve dağlar, gecelerde dile gelir, sırlarını geceleri açarlardı bağrındakilere. Fakat insanı asıl etkileyen dağların etekleri değil, zirveleriydi. Zirve “tırmanma” demekti. Tırmanma, bir aşkınlık metaforu, bir arınma süreciydi ve sadece bedenlerin değil, ruhların da tırmanmaya ihtiyacı vardı.

Hazreti Musa Sina dağının, Hazreti İsa Zeytin dağının, Güllerin Efendisi de, bütün ihtişamı ve gizemi ile başını göklere uzatmış olan bu kutsal dağın doruğunda vahye ermişlerdi. Hira’yı anlamak vahyi anlamaktı!..

Kırkına yaklaşmış olan Muhammedü’l Emin’i bu sarp dağa tırmandıran, gecelerce oradan bir Mekke’ye, bir semaya; bir dünyaya, bir ukbaya baktıran saik neydi?

Herkes derin uykularında iken o neden uyanıktı? Neden kendini dik yamaçlarına vuruyor, günleri bu kutsal dağın doruklarında geçiyordu?

Hira içimden geçenleri duymuş gibi cevap veriyor:

“Yalnızlığı bağrına basması, onun için Yâr sohbetine vesile olması açısından önemliydi.” diyor.

Bu cümle bana, Hazreti Musa’nın Tur’daki kırk günlük halvetini, Hazreti Meryem’in,  “Onları, suyu çağlayan ve ikamete elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık.” (Mü’minûn, 50) ayetiyle anlatılan uzletini hatırlatıyor. Kalbi özel birtakım temrinlerle lebriz etme ve ilahî tecellileri almaya müsait hâle getirme.

“Doğru,” diyor Hira. “Güllerin Efendisi burada geceleri gökyüzünü seyreder, omuzlarına dökülen siyah saçları okşayan ay ışığında, yüce dağ başında yanmakta olan bir meşaleyi andırırdı.

Yüzünü Kâbe’ye doğru döner, saatlerce ayakta durarak Allah’a dua ederdi.

O yıllarda dünya hiç de iç açıcı bir yer değildi.

Yaklaşık üç bin senelik bir uygarlık geçmişine sahip olan ve iç savaşlarla yorgun düşen Çin, parçalanma sürecine girmişti. Konfüçyüs düşüncesi çöküşte, Budizm ise yükselişteydi. Fakat o da Çin insanının manevi ve sosyal taleplerine gerçek bir çözüm sunamıyordu.

Hindistan da Çin gibi üç bin seneyi aşkın bir uygarlık geçmişine sahip olmakla birlikte anarşi, iç savaşlar ve sömürüye mağlup olmuş, çöküş dönemine girmişti.

Budizm kısa zamanda putperestliğe dönüşmüş, Hinduizm ve Brahmanizm’le beraber bu üç inanç sisteminin toplam put sayısı milyonları bulmuştu. Toplumun büyük kısmını parya haline getiren kast sistemi halka kan kusturuyordu.

İnsanlar, en yakınlarına bile alabildiğine zalim ve acımasızdı. Jal Parva denilen geleneğe göre her yeni evli çift, doğan ilk çocuklarını kutsal kabul edilen Ganj sularına atıyor, kadınlar, eşinin öte dünyada yalnızlık çekmemesi için ölen kocası ile birlikte diri diri yakılıyordu.

Türkler, uçsuz bucaksız Orta Asya bozkırlarında kendi bencil ufuklarına doğru at koştururken, Doğu ve Batı Kağanları tarafından yönetilen Göktürk devleti etkinliğini kaybetmiş, halk Çin ve Hint kökenli kültür emperyalizminin etkisi altına girmişti.

DÜNYANIN ÇILDIRDIĞI ANLAR

Avrupa, Ortaçağ’ın karanlık dönemlerini yaşıyor, vahşet ve cehalet içinde birbirini yiyordu.

Persler, ateşe tapmakla meşguldü. Aidiyet ve mülkiyeti reddeden, hemen her şeyi ortak kabul eden, ahlak kavramını inkâr eden ve halk arasında ciddi bir yayılım gösteren Mazdek inancı bir erken dönem komünizm uygulaması gibiydi.

Hâsılı, dünyanın çıldırdığı anlardan biriydi… Vahşet, anarşi ve terör bütün cihanı sarmıştı.

Hicaz halkı da küfür ve şirk içindeydi. Mekke, Ebu Cehilleriyle, Ebu Lehebleriyle dalâlet bataklarına dalmış, batıl içinde yüzüp duruyordu. Geceleri, çocukların feryatları yankılanıyordu kızgın çöllerde.

Gündüzleri kölelerin gözyaşı ve kanı akıyordu. İnsanın duyarsızlığı ile perişan olan hayvanların ürpertici sesleri yırtıyordu karanlıkları.

Göz gözü görmüyordu.

Diri diri toprağa gömülen kız çocukları, kendi elleriyle oydukları taş ve tahta parçalarına Tanrı diye tapan ve tapılmasını isteyen din tacirleri, hayvan kadar bile değerleri olmayan köleler, bir avuç mutlu azınlığın lüksü için alabildiğine sömürülen, inim inim inleyen zayıflar, yoksullar, garipler…

Güllerin Efendisi, her geldiğinde burada günlerce kalıyor, insana insanca yaşama hakkının tanındığı bir dünya için yakarıyor, acz ve fakrın diliyle Rabbine iltica ediyor, bir ışık bekliyordu.

O, zifiri karanlık gecelerde, bu en sarp uçurumların başında, bir hüzün çiçeği gibi büküyordu boynunu.

Zamanın ıssız dilimlerinde, günlerce bir başına kalarak bütün insanlık adına af ve inayet diliyordu.

Varaka bin Nevfel, Zeyd bin Amr gibi kendilerini şirkten koruyabilmiş ferasetli insanların gözleri sürekli semaları süzüyor ve ufuklarda, insanlığı yeniden kurtuluşa davet edecek olan Son Nebi’yi arıyordu. Birkaçı bir araya geldiğinde, aralarındaki sohbetin vazgeçilmez konusu bu oluyordu. Şiirin diliyle Onu seslendiriyor, buldukları her kalabalığa Onun hasret türkülerini söylüyorlardı.

Bu erdemli insanlar, etraflarında olup bitenlerden rahatsızlık duyuyorlardı. Ama çözüm adına ellerinden bir şey gelmiyordu. Tek umutları vardı, Allah’ın Sonsuz Nur’u gelecek, cehalet ve zulme kurban giden kalabalıkları, içinde bulundukları karanlıktan tutup çıkaracaktı.

GÖLGESİ BAŞINIZIN ÜSTÜNDE!

Kısa bir zaman önce Kuss Bin Saide’nin Ukaz panayırında yaptığı, dillere destan konuşmasını hemen herkes hatırlıyordu. İyad kabilesinin büyüğüydü Kuss. Yüz yaşını aşmış, gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuştu. Fakat ruhu aydınlıktı. Kızıl tüylü bir deve üstünden seslenmişti:

“Ey insanlar!” demişti. “ Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur! Olacak neyse olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken, hepsi ölüp gider! Hadiselerin ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini kovalar. Kulak veriniz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir büyük divan, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim, Allah’ın indinde bir din vardır ki şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir! Ve Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi! Ne mutlu o kimseye ki O’na iman eder; Allah da kendisine hidayet eder! Yazıklar olsun O’na isyan ve muhalefet edecek bedbahta! Yazıklar olsun, ömürleri gafletle geçen ümmetlere!

Ey insanlar! Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Ad ve Semud kavimleri? Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?’ diyen Firavun’la Nemrut? Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin! Her şey fanidir; baki olan, ancak Allah’tır. Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur! Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama çıkacak yeri yoktur! Büyük küçük hep göçüp gidiyor! Giden geri gelmiyor! Katiyen bildim ki herkese olan, size ve bana da olacaktır.”

Gariptir ki Kuss Bin Saide, bu muhteşem konuşmasında pek yakında geleceğini haber verdiği o kutlu kişinin, dinleyiciler arasında olduğundan habersizdi.

Bir gün peygamberimiz İyad kabilesinden Müslüman olmak için gelenlere şöyle diyecekti:

“Kuss Bin Saide’nin bir zamanlar Ukaz Panayırı’nda bir deve üzerinde, ‘Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak neyse olur!’ diye okuduğu hitabesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki hepsi hatırımda kalmış olsun!”

Bunun üzerine orada bulunan Hazreti Ebû Bekir, “Yâ Rasulallah! Ben de o gün orada hazırdım. Kuss Bin Saide’nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım!” diyecek ve hutbenin tamamını okuyacaktı.

Allah’ın Rasulü, cahiliye devrinde hidayet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle diyecekti:

“Ümit ederim ki Allah, kıyamet gününde Kuss Bin Saide’yi ayrı bir ümmet olarak haşreder!”

Yarın: 7. Bölüm, EBU TALİB MAHALLESİ

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin