Kadınların efendisinin gidişi… [Harun Tokak-Hac Hatıraları-9]

Gözleri göreceğini görmüş, kulakları hakikati işitmişti. Tüm servetini Allah yolunda tüketmişti de gideceği yere iki cihandan el yuğmuş olarak gitmeye hazırlanıyordu.

Tek endişesi yoluna canını koyduğu yâriydi.

Allah Rasulünü kızlarıyla yalnız bırakacak olmanın hüznü saklıydı bakışlarında.

Gidiyordu ama gönlü, himayesiz kalacak olan Efendisinde tutsaktı.

Kızları başucunda ağlıyordu.

Güllerin Efendisi de ağlıyor, gözlerinden dökülen yaşlar yanaklarından süzülüyordu:

“Ey Hatice!” dedi. “Unutma ki Allah her sıkıntı ve zorluğun ardından büyük hayırlar murat etmiştir. Benden dolayı sen de bu sıkıntılara katlanmak zorunda kaldın ve kametine göre bir hayattan mahrum yaşadın. Aslında sen bu hallere duçar olacak bir kadın değildin. Keremine keremle karşılık bulmak varken sen çile üstüne çile gördün, bütün servetini bu uğurda erittin.” demek istiyordu.

Büyük kadın Haticetü’l Kübra’nın cevabı yürek yakıcıydı.

“Sen kederlenme Ey Sevgili! Kureyş’in hiçbir kadını benim kadar mutlu olmamıştır. Dünyadaki hiçbir kadın, benim karşılandığım cömertlikle karşılanmamıştır. Allah’ın habibine eş olmaktan, seni sevip, senin tarafından sevilmekten büyük nimet mi var?”

Sonra bakışlarını başka bir âleme çevirdi.

“Allah’ım!” dedi, “Bana verdiğin mutlulukları ve gösterdiğin merhameti sayıp dökmeye kelimeler kifayet etmez. Habibinden ayrılıyor, Sana geliyorum.”

Bunlar onun dünya adına son sözleriydi.

Hira’da bir Kadir gecesinde doğan güneşin ardından başladığı yeni hayatını, Miladi 620 Ramazanında ve yine bir Kadir gecesinde tamamlıyordu.

ESKİ-PÜSKÜ ELBİSELERLE…

Küçük bir kalabalığın omuzlarında Mekke Melikesini bu sükun diyarına getirdiler. Müslümanların hali çok perişandı, yürek dayanacak gibi değildi.
Üzerlerinde yırtık, yamalı, eski püskü elbiseler, esmer yüzleri uzamış, avurtları çökmüş, gözleri çukurlara kaçmış, bakışları solmuş, ayaklar çıplaktı, hepsi derin bir sükûn ve huşu içindeydiler.
Mekke melikesi, dinin ateşten bir gömlek olduğu sürgün günlerinden kalma, üzerinde eski-püskü elbiselerle Allah’ına gidiyordu. En soylu sezgilerin sahibi kadın, hiç solmayan bir zambak gibi hazansız baharlarda açmak için veda ediyordu.

Önden giden oğullarına; Kasım’ına, Abdullah’ına gidiyordu.

Kederi bir hırka gibi bürümüş olan Güllerin Efendisi, sadık eşini kendi elleri ile indirdi kabre. Vedalaştılar.

Körpe zamanında İslam’ı sadakat sütüyle emziren, görüp gözeten, cömertlik, ihsan ve sevgi ile ona şefkat gösteren anaların anası bu çile diyarına veda ediyor, kabre konan her kerpiçle biraz daha gözlerden kayboluyordu.

Az sonra taze topraktan küçük bir tepe oluştu.

Alay, işkence, sürgün günleri Soylu Sultan için bitmişti.

Güllerin Efendisi toprağını elleriyle düzeltiyor, güneşlere aydınlık bağışlayan alnından dökülen terler ve mübarek yanaklarından akan yaşlar Mekke Melikesinin taze toprağını ıslatıyordu.

Bütün Müslümanlar sessiz ve derinden akan nehirler gibi ağlıyordu.

Giden sadece çocuklarının annesi değil, bütün müminlerin annesiydi.

Musibet meteorlarını kendi atmosferinde karşılayıp etkisiz hale getiren kadın yoktu artık. Ebu Talib’den sonra Hazreti Hatice’nin koruma kalkanı da kaldırılmıştı Efendimizin üzerinden.

“Rabbim, beni kime bırakıyorsun?” diyeceği günler yakındı.

Güllerin Efendisi, bu büyük kadını hiç unutmayacaktı.

Bir gün Medine’de evinde iken, dışarıdan gelen bir kadın sesi Onu heyecanlanacak ve dudaklarından şu sözler dökülecekti:

“Bu ses Hatice’nin kardeşi Havle’nin sesi olmalı!”

Hazreti Aişe annemiz, “Ya Rasulallah! Allah sana genç ve güzel kadınlar verdi.” dediğinde, “Öyle deme!” diyecekti. “Kimsenin bana sahip çıkmadığı bir zamanda, o bana hem sinesini hem servetini açtı. O cennet kadınlarının efendisidir. Kendi döneminde Meryem, bu dönemde de Hatice kadınlık âleminin sultanlarıdır.”

ZAFERİN EN BÜYÜK PAY SAHİBİ

Yıllar sonra Müslümanlar kovuldukları Mekke’ye muzaffer olarak girecekler, herkes on yıl öncesinden kalma bir hatırayı geri getirecek bir taş, bir pencere görebilir miyim, aşina bir kokuyu içime çekebilir miyim düşüncesi ile evlerine, sokaklarına, çocukluk yıllarının hatıralarına koşarken Allah’ın Resulü, Hazreti Hatice’nin yanına koşacak ve “Bu zaferde en büyük pay senindir.” dercesine zafer bayrağını buraya başucuna dikecek, çadırını da hemen yakınına kurduracaktı.”

HÜZÜN YILI

Hasan Abdullah’la Merve Tepesindeyiz. Yer gök akşamın son kızıl ışıklarında yıkanıyor.

Eylül güneşi, karşı tepelerden kaybolurken kutsal şehre akşamın hüznü çöküyor. Yüzünde ağır bir melal yansıyan Merve kısık bir sesle ve ağır ağır konuşmaya başlıyor. Kelimelerin ağırlığı altında eziliyormuş gibi. Hüzün yılını yeniden yaşıyormuş gibi:

“Allah’ın Resulünün ıstırabına sınır yoktu. Karanlıkta dursa da aydınlığı savunan yiğit amca yoktu artık. Kederleri, bir vakum gibi çeken vadinin beyaz zambağı, sadık eş de birkaç gün önce veda etmişti. Geceleri geldiğinde ev buz gibiydi. Yetimleriyle baş başaydı. Mekke Melikesinin yer yatağı bomboştu.
Hazreti Fatıma’yı kendisinden daha çok babasının yalnızlığı kahrediyordu.
Annesinin hatıralarını paylaştığı kız arkadaşlarına; “Babam bazı geceler üzüntüden uyuyamıyor,” diye dert yanıyordu.

Allah’ın Rasulü öyle derin bir hüzün yaşıyordu ki, “Şu ümmet üzerine gelen iki büyük musibetten hangisine daha çok üzüleceğimi bilemiyorum.” diyordu.

İslam’ın o yılına “Hüzün Yılı” dendi.

Zaten günler ve aylar taşıyamazdı o kederi.

Güllerin Efendisi mahzundu. Onun o halini gören Hazreti Ebu Bekir gibi dostları “Ey Allah’ın Resulü üzüntüden iki büklüm oldunuz.” diyordu.

Allah Rasulü için artık sadece can parçası kızları vardı.
Hep babalarının hizmetinde, hep yanındaydılar.
Hazreti Fatımatüzzehra anasızlığı çocuk ruhuyla çok derin hissediyordu. Her gün “Anne ben geldim” dediği şefkat pınarını kaybetmişti. Geceleri sırtı açıldığında örten müşfik el yoktu artık. Yetimliğin açtığı yaraları babasının şefkatiyle sarmaya çalışıyordu.
Annesinden sonra Hazreti Fatıma ile babası arasında bambaşka bir bağ oluştu.
O, babası için bir teselli pınarı idi. Allah’ın Rasulü, can parçasının gözlerine baktığında bütün dertlerini unutuyordu adeta. Yakın bir gelecekte İslam ailesinin rol model çifti olacak olan Hazreti Ali ve Fatımatüzzehra nübüvvet bahçesinde, Güllerin Efendisinin bereketli aydınlığında besleniyordu.

Kahraman amca Ebu Talib’in vefatını takıb günlerde belalar, bendi yıkılmış sel gibi masum Müslümanların üzerine gelmeye başladı.

Allah Rasulünün halaları toplanıp, Ebu Leheb’e giderek Efendimizi himaye etmesini istediler. Ebu Talib’den sonra kendisini ailenin doğal lideri gören Ebu Leheb, yeğenini himaye etmeyi kabul etti. Hatta ilk günler bu konuda gayret de gösterdi. Fakat Ebu Cehil ve Ukbe Bin Ebi Muayt’ın kurduğu bir tuzağa yenik düştü ve yeğenine amansızca düşman olduğu eski günlerine geri döndü.

Bir gün Allah’ın Rasulü, Kâbe’nin yanında namaz kılarken yeni kesilmiş bir deve işkembesini getirip üzerine koydular. Güllerin Efendisi secdeden başını kaldıramadı. Hiç kimse de Ona yardım etmeye cesaret edemedi. Durumu gören Hazreti Fatıma koşarak geldi ve babasının üzerindeki deve işkembesini attı. Daha çocuktu. Babasını öylece horlanmış bir halde görmek çok ağrına gitmişti. Babasının saçını başını temizlemeye çalışırken yanaklarından yaşlar damlıyor, hiç durmadan ağlıyordu.

Efendimiz, onu kucaklayıp teselli etti.  “Ağlama kızcağızım, Allah babanı zayi etmeyecek” dedi.

“Yokluğunu ne çabuk hissettirdin ey amcacığım!” sözleri bu günler içindi.

Zalimler güruhu Kâbe’nin merdivenlerine oturmuş gülüşüyorlardı. İşte o anda Hazreti Fatıma’nın o zalimlere bir bakışı vardı ki görülmeğe değerdi.

Fatıma sütten erken kesilen kız demekti.

Hadiseler Hazreti Fatıma’yı olgunlaştırıyor, gencecik yaşında kadınlığın iftihar tablosu haline getiriyordu.

GÖLGE

Peygamberimiz boykot günlerinde bile hiç ara vermediği davet görevini boykot günlerinden sonrada yine panayırlarda, panayırlara insan akıtan yollarda devam ediyordu.

Hazreti Ali, Onu bir gölge gibi takip ediyordu.

Güllerin Efendisini takip eden biri daha vardı. Sırtında Yemen işi bir Aden hırkası olan, uzun saçlarını geleneğe uyarak iki örgü halinde sırtına sarkıtan bu kızıl saçlı, kızıl yüzlü, iri yapılı adam Ebu Leheb’di.

Allah’ın Rasulü bir topluluğa konuşup da sözünü bitirdiğinde,

“Bu benim yeğenimdir, buna inanmayın. Bu sizi atalarınızın dininden döndürmeye çalışıyor.” diyor, Peygamberimize hakaretler yağdırıyordu.

Mekke sanki bütün kepenklerini kapatmıştı.

Halk Müslüman olmaya çekiniyor, şehirde kalan bir avuç sahabe insafsızca eziliyor, Habeşistan’da vatan hasreti çekenler müjdeli bir haber bekliyordu. Bir şeyler yapılmalı, İslam daveti için uygun yeni bir merkez bulunmalı ve ateş yurduna dönen bu şehir terk edilmeliydi.

Güllerin Efendisi, Taif’e gitmeye karar verdi. “Belki onlar beni dinlerler” diye ümid ediyordu.

Bir şafak vakti Allah’ın Rasulünün evinin kapısı açıldı.

Önce Zeyd Bin Harise, sonra da Güllerin Efendisi çıktılar kapıdan. Ümmü Gülsüm ve Fatımatü’z Zehra gözleri yaşlı uğurladılar babalarını. Güllerin Efendisinin üzerinde yamalı bir elbise vardı. Ama o eski elbiseler içinde bile muhteşemdi. Sanki sırtında atlastan bir elbise varmış gibi güzeldi.

Şehrin üzerine henüz şafak aydınlığı düşmemişti. Herkes derin uykudaydı. Issız sokaklardan iki gölge gibi süzüldüler.

TAİF

Bir Hicaz bahçesi olan Tâif, geçmişte üzerinde yaşananlardan bîzar, başlıyor anlatmaya:

“Ben Mekke’nin güneydoğusunda bir sayfiye şehriyim. O gün olduğu gibi bu günde Dal bastı kirazlarım, ateş topu narlarım, salkım salkım ışıldayan üzümlerimle bir Hicaz bahçesiyim.

Kırlarında kelebeklerin uçuştuğu, bahçelerinde bülbüllerin şakıdığı, her bahar hicaz topraklarını parfüm esintisine çeviren bir güller ülkesiyim.

Miladi 620 yılının soğuk bir kış mevsiminde, rüzgârın dağlarda, tepelerde şiddetle estiği bir gün Güllerin Efendisi, öz evladı gibi sevdiği Zeyd bin Harise ile buraya çıkageldi.

Allah’ın Sevgilisi, boylu poslu, saçları gece karası, yüzü dolgun bir dolunaydı.

Bakışları, karanlık bir odaya ansızın doluveren bir ışıktı.

Güllerin Efendisi bu güller diyarının yabancısı değildi. Anne tarafından akrabaları burada yaşıyordu.

Çocukluk yıllarını bu şehrin yakınlarındaki Beni Sad Yurdu’nda Sütannesi Halime Hatun’un yanında geçirmişti. Yedi yaşındayken bir göz hastalığına yakalandığında dedesi Abdulmuttalib, Onu buranın meşhur doktoru Haris Bin Kelede’ye getirerek tedavi ettirmişti. Pek çok Mekkeli gibi Allah Rasûlü’nün amcası Abbas’ın da Taif’te evi, bağ ve bahçeleri vardı, şehir halkı Abbas’ı yakından tanıyordu.

Allah’ın Rasulü geldiği gün başladı davete. Önüne gelen hemen herkese Allah’ı anlatıyordu. Yolların kavşak noktalarında, çarşı ve pazarlarda duruyor, bıkmadan usanmadan anlatıyordu.

Daha sonra Müslüman olup Hudeybiye’de Rıdvan biatinde Rasulallah’a biat edecek olan Halid el Advâni, o günlerle ilgili anısını anlatırken, “Taif’te, Sakif pazarında asasına dayanmış bir halde, Kur’an okuyan Allah Rasulünden Tarık Suresi’ni dinlediğim o sahne hiç hatırımdan çıkmadı. Ben müşrikken bu sureyi ezberledim, sonra İslam devrinde okudum.” diyecekti.

Allah’ın Rasulü, Taif’in bütün eşrafıyla görüştü. Onları, Allah’ın birliğini kabule, İslam dinine davet etti ve Mekkeli muhaliflerine karşı kendisine destek olmalarını talep etti.

Taif’in de Ebu Cehilleri, Utbeleri, Şeybeleri, Ebu Lehebleri vardı ve bunlar Mekke tecrübesinin farkındaydı. Peygamberimizin gençleri ikna etmesinden ve düzenlerinin bozulmasından endişe ediyorlardı.

Kureyş’i karşılarına almak ve Lât’tan vazgeçmek istemiyorlardı.

Onlara göre kendilerinden olmayan bir yabancının peşine düşmenin hiçbir anlamı yoktu.

Efendimiz, şehrin yöneticilerden Abdiyâlel, Mesut ve Habib adında üç kardeşi İslam’a davet ettiğinde Efendimizi alaya aldılar.

“Şayet Allah Seni peygamber olarak göndermişse ben de Kâbe’nin örtüsünü yırtmış olayım.” dedi biri.

Diğeri, “Allah Senden başka gönderecek birini bulamadı mı?” dedi.

Üçüncüsü, “Vallahi ben seninle konuşmayacağım” dedi. “Şayet sen gerçekten bir peygambersen senin gibi yüce bir kimseyle konuşamam. Yok, eğer değilsen ben bir yalancı ile hiç konuşmam!”

Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıkmıştı. Bütün sefih ve ayak takımı toplanıp Allah’ın peygamberini, o meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif’ten kovdular. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Onu korumaya çalışıyordu. Fakat yine de Güllerin Efendisinin mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bırakmıştı. Atılan taşların acısına tahammül edemeyerek yere çökmek zorunda kalan Allah’ın Rasulünü ve Hazreti Zeyd’i kollarından tutup kaldırıyorlar ve yine taşlamaya devam ediyorlardı. Serseri gençler yoruluncaya kadar vahşetlerini sürdürdüler.

Bu düşmanlık dolu atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına sığınmışlardı ki, birdenbire Cibril-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki şu dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini söyledi. Allah Rasulü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, “Hayır!” dedi. Çok ileride bile olsa, eğer bu insanlardan bazıları imana uyanacaksa, belalara karşı “Hayır!..”

Ve sonra ellerini açıp Rabbine niyazda bulundu:

“Allah’ım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum.

Yâ Erhamerrâhimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin…

Beni kime bırakıyorsun?

Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı?

Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah feza, daha geniştir.

İlahî, Sen razı olasıya kadar Senin affını umarım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir.”

Yarın: 10. Bölüm, HİCRANLI TAİF DÖNÜŞÜ

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin