İyi devlet

Yorum | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

2013 sonlarına kadar – kör topal da olsa – Türkiye yükselen dinamik ekonomisiyle ve yakaladığı istikrarla Avrupa Birliği rotasında ilerleyen görece güvenli bir ülkeydi. NATO’nun güneydoğu kanadında stratejik önemde bir işlevi olan Ankara, demokratik değerlerindeki yükselme ve hukuk devletinin AB standartlarına yaklaşmasıyla küresel önemde bir rol oynamaya başlamıştı. Müslümanlığın yükselen siyasi İslam (İslamcılık) ile beraber ekonomik ve siyasi istikrar bağlamında düşüşte olduğu bir dönemde Ortadoğu ve diğer Müslüman coğrafyalarda bir örnek olarak ön plana çıkan Türkiye, demokrasi-insan hakları-hukuk devleti gibi Batı değerlerinin Müslüman bir toplumda da uygulanabileceğine dair bir “iyi devlet” rol modeli olarak görülüyordu. Bu özelliklerinden dolayı ekonomik dinamizmi artıyor, dış yatırımcıyı çekmeyi başarıyordu. Dünyanın 17. büyük ekonomisi olması zaten on yıllardır değişmeyen bir gerçekti. Ama esas önemli olan, kişi başı zenginliğin (gayrı safi milli hâsılanın) refah toplumları seviyesine doğru ilerlediği bir dinamizmin varlığıydı.

Modern devletlerin görevi insanlarının güvenliğini sağlamak, refah ve eğitim düzeylerinin gelişimine önayak olmak, bireysel ve kitlesel insan hak ve özgürlüklerini sağlamak, insanlarını özgürleştirmek, etnik, dini, mezhepsel ve cinsel ayrımcılıkları ortadan kaldırmak, tarafsız olmak gibi değerler temelinde özetlenebilir. Türkiye 2013’e dek – gittikçe ivme kaybederek de olsa – bu görünümünü korudu.

Aralık 2012’de MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın PKK ile görüşmelerden dolayı savcılığa ifade vermeye çağırılması önemli bir kırılma noktasıydı. Hükümet apar topar MİT’e ilişkin yasal mevzuatı değiştirerek MİT görevlilerini yasal soruşturmalardan muaf kılan bir yapı kurdu. Bu muhaberat devletine giden yolda önemli bir aşamaydı. Sonrasında Mayıs 2013’te başlayan Gezi Parkı protestoları sonrasında Erdoğan ve AKP geminin yönünü değiştirmeye başladı. Polis şiddeti ve toleranssız despotik bir rejime doğru evriliş bu dönemde somutlaştı. Muhaberat devleti konseptine polis devleti yapısı da bu dönemde prova edilerek eklemlendi. Akabinde 17 Aralık 2013’te ortaya saçılan astronomik boyuttaki yolsuzluklar sonrasında geminin yönü daha da belirgin şekilde demokratik ülkelere doğru olan rotadan saptı. 2014’te dershane krizi patlak verince, 17 Aralık 2013 soruşturma sürecinin sorumlusu ilan edilen Gülen Cemaati’ne yönelik bir takibatın başlayacağına dair ilk somut belirtiler artık başlamıştı. 17 Aralık sürecinde Erdoğan durumun kendisi için sonun başlangıcı olabilecek çapta bir tehdit olduğunu gördü. Hükümetin soruşturmalardan haberi yoktu. Ne yapmalıydı? Bunun üzerine Adli Kolluk Yönetmeliği’ni değiştirerek her soruşturmanın başsavcılığa ve en tepe kolluk kuvveti birimi yöneticisine haber vermeyi zorunlu hale getirdiler. Ancak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) buna anayasaya aykırı olması nedeniyle karşı çıktı. Bunun üzerine Erdoğan ve AKP Şubat 2014’te ani bir yasal düzenleme yaparak HSYK’nın yapısını değiştirdi. Yargıyı kontrol altına alma girişimi başarıyla sonuçlandırılmış, anayasa – bir kez daha – delinmişti. Ama kimin umurundaydı? Böylece devletin yeniden yapılandırılarak muhaberat ve polis devletinin kuruluşunda yeni bir merhaleye ulaşılmıştı. Oyunun kurallarını kendi yararına görmeyen İslamcılar, oyun esnasında kuralları değiştiriyorlardı. Kimilerine göre bu bir sivil darbeydi. Ama bunu böyle görenlerin de büyük çoğunluğu, demokrasiyi korumaya değil, kendi ideolojik pozisyonlarına fayda peşindeydiler. Böylelikle kutuplaşmış ülkedeki güç mücadelesi hukuk devletini ve anayasal düzeni giderek kilitledi. Ocak 2014’te Hatay’da devletin Suriye’deki cihatçı fanatiklere silah ve mühimmat göndermek üzere yola çıkan tırlara jandarma operasyon yaptı. Ancak silah yüklü TIR’lara eskortluk eden MİT ajanları bu operasyonu engellemeye çalıştı. Bu haber Türkiye ve dünya gündeminde patlayınca, Suriye iç savaşında İslamcı Türk hükümetinin oynadığı uluslararası hukuka aykırı rol ortaya çıkmış oldu. NATO üyesi Türkiye’nin İslamcı yönetimi, Sünnici dış politika uğruna cihatçı barbarlara silah ve mühimmat yığıyordu. Rejim artık uluslararası arenada “profil” kazanıyordu.

Şubat 2014’te internete düşen ve başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal’le yaptığı para trafiğine ilişkin görüşmeler bir kez daha Erdoğan’ı ve AKP hükümetini sarstı. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu bu tapeleri TBMM’de konuşma yaparak okudu. Erdoğan oğluna “paraları sıfırlamasını” söylüyordu. Buzdağının dibinin nerelere ulaşacağı hakkında fikir veren bu tapelerin sonunda Yüce Divan’da yargılanma olacağını gören Erdoğan ve suç şebekesi, işleri hızlandırdı. Bu olayın hemen akabinde, Mart 2014’te Ergenekon davalarından yargılananlar serbest bırakıldı. 2015’ye Kürtlerle yürütülen çözüm süreci sona erdi.

NATO ve Batı yanlısı subaylar tasfiye edildi

Türkiye 2013’ten itibaren iç politikadaki karar alma mekanizmasında meydana gelen depremden sonra dış politikada yeni bir yönelime girdi. NATO, AB ve Batı yönelimi aşamalı olarak terk edilerek, Rusya-İran-Çin-Venezüella gibi mevcut uluslararası sistemde problemli, Batı karşıtı ülkeler olarak öne çıkan aktörlerle stratejik ilişkiler tercih edilmeye başlandı. 15 Temmuz 2016’dan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki NATO ve Batı yanlısı subaylar tasfiye edildiler. Toplam general-amiral kadrolarının yüzde elliye yakını darbe ile ilişkilendirilerek hapse atıldı. Bunların yerine Batı ve NATO karşıtı olan Avrasyacı olarak tabir edilen subaylar TSK’da etkin cunta haline geldi. TSK içindeki bu cuntanın Erdoğan ile ne pazarlık yaptığı, ileride ortaya çıkacak. Ancak görünen, karmaşık bir karar alma yapısı içerisinde, Türkiye’de iktidar sahiplerinin çeşitli gerekçelerle Batı yönelimli dış politikayı terk etme konusunda anlaşmaya vardıkları. Mesela Erdoğan ve suç şebekesi Yüce Divan’dan kurtulmak, yargıdan kaçmak, kendi otoriter-İslamcı rejimlerini konsolide etmek gibi şahsi hedefler güdüyor. Avrasyacı subayların ise eski vesayet rejimini yeniden tesis ederek Türkiye yönetiminde etkin olmak, şahsi kariyer beklentileri, ideolojik nedenler gibi gerekçeleri olabilir. Bu iki ana eksen, bu nedenlerden dolayı Batı karşıtı bir politika yürütüyorlar. Halka bu politikayı “kötü Batı’ya karşı direnen onurlu Türkiye” masalıyla kakalıyorlar. Tabi Batı’dan kurtulmaları, her türlü hukuksuzluğun kabul gördüğü bu “alt küme liginde” kendileri için bulunmaz bir fırsat. Bu sayede demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, hukuk devleti, özgür medya, anayasal devlet gibi “pranga” olarak gördükleri standartlardan kurtulmuş oluyorlar.

Küreselleşen dünyada devletler dış etkilere çok açık

Ekonomik ilişkilerin bütünleşme boyutuna ulaşması, karşılıklı ticaretin artması, insan, mal ve hizmet trafiğinin yoğunlaşması, sınır aşan bankacılık ve ortak yatırımların ülke ekonomilerinde en önemli dinamikler arasına girmesi gibi faktörler nedeniyle, devletler dış etkilere giderek daha açık hale geliyor. Türkiye de buna bir istisna oluşturmuyor. Erdoğan rejimi Türk dış politikasını tahrip ederek, Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atıyor. Devletlerin dış politikası çok teknik bir alandır ve bu bağlamda ekonomi yönetimine benzer. Her devletin ana hedefi varlığını devam ettirmektir. Var olan sınırların korunması, dışarıdan gelebilecek potansiyel tehditlerin azaltılması, komşu ve çevre ülkelerle işbirliği ağırlıklı ilişkiler tesis edilmesi gibi hedefler, ülkelerin dış politikalarında öncelikli olarak gözettikleri çıkarlarıdır.

Türkiye 2013-2018 arası dönemde, AB reform sürecinde elde ettiği tüm kazanımları kaybetti. Basın özgürlüğünde, hukuk devletinde, demokrasi endekslerinde, akademik kurumların sıralamalarında, eğitim raporlarında – aklınıza gelen her alanda sınıfta kalan, en gerilerde olan, üçüncü sınıf bir muz cumhuriyetine dönüştü. Çocukların bile pasaportlarını iptal eden, akın-akın beyin göçünün günden güne artarak Meriç ve Ege’den demokrasi ve hukuka (özgürlüğe!) kaçtığı, her alanda kokuşmuş, hak ve hukuk tanımayan bir despotluğa hoş geldiniz! Uluslararası sermaye Türkiye’yi hızla terke derken, terli sermaye de kendisine yurtdışında güvenli liman arayışında. Ülkesini terk eden milyonerler listesinde Türkiye en fazla milyoner kaçışına tanık olunan ülke haine geldi. Altında İran ve Çin gibi ülkeler var! Dramatik ve düşündürücü bir durum!

Şimdi herkesin sorduğu soru şu: bu durum daha ne kadar devam edecek. Türkiye ne zaman “iyi devlet” olacak? Cevap optimizmden çok realizme yakın: oldukça uzun bir zaman! Türkiye çok bölünmüş bir toplum. Kutuplaşmış bu ülkede İslamofaşizm ile beraberce mücadele edecek hiçbir politik grup yok. Bu bakımdan Türkiye tipik bir Müslüman Ortadoğu ülkesi! Türkiye toplumunun belki de en çok ön plana çıkan ortak noktası, demokrasiyi anlayamamış, benimseyememiş olması. Hiçbir kesimin hak-hukuk ve demokrasi derdi yok. Herkes kendisine hukuk isterken diğerlerini ezmeyi hayal ediyor. Bu şartlar altında Erdoğan olsa veya olmasa ne değişir? Sosyolojik dinamikler ve politik gerçekler, bu fetret döneminin uzunca bir süre daha Türkiye gerçeği olacağına işaret etmekte. Bu şartlar altında “iyi devlet” mümkün mü?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. neden kullaniyorsunuz bu lanetli kelimeyi “İslamofaşizm” anlayamiyorum..
    baska kelime mi yok?
    birilerinin urettigi ve islam ile fasizmi bir arada gostermeye matuf bu oyunun neden parcasi oluyorsunuz
    dinci-fasizm yetmiyor mu?
    fasizmin kaynagi islam mi?
    bulent kenes artik cok ozumsemis o kelimeyi, ona kabul ettirmek cok zor, yazisinda o kelime gecmezse rahatsizlik hissediyor galiba,
    bari siz yapmayin…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin