İslâm’a göre devlet başkanlığına geliş yolları 

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

Devlet başkanının seçim şekli günümüzün en önemli siyasî meselelerinden birisi haline gelmiştir. Hatta devlet başkanının halk tarafından seçilerek göreve başlaması, günümüz demokrasilerinin hem en önemli hedefini hem de en belirgin yönünü oluşturur. Hakikatte devlet başkanının göreve geliş şekli yönetim ve siyasetin temel bir meselesi değildir. Çünkü devletin asıl hedefi, adaletin sağlanması, temel hak ve özgürlüklerin korunması, toplumsal düzenin kurulması, siyasi ve sosyal bütünlüğün temin edilmesidir. Ne var ki bütün bu maslahatlar, yönetimin ancak ehil insanların elinde bulunmasıyla sağlanabilir. İşte devlet başkanının nasıl göreve geleceği meselesi de bundan ötürü önem kazanmaktadır. Zira onun seçim ve tayiniyle ilgili üzerinde durulan hükümlerin temel maksadı, bir taraftan ağır mesuliyet gerektiren bu önemli görevi despot ve müstebitlerden alarak ehliyetli ve liyakatli ellere teslim edebilmek, diğer yandan da saltanat ve veraset sisteminin önüne geçmektir.

İşte bu noktada gözler zaman zaman İslâm tarihine veya günümüz İslâm dünyasındaki uygulamalara çevrilmekte ve daha çok fiilî durumdan hareketle İslâm’ın bu konudaki hükümleriyle ilgili bir kısım tenkit ve yorumlar ileri sürülmektedir. Zira İslâm tarihi, günümüzün demokratik değerleri açısından kabul edilmesi mümkün olmayan uygulamalarla doludur. Elbette günümüzün demokratik kabullerini ve siyasî şartlarını esas alarak tarihî dönemleri değerlendirmek doğru değildir. Fakat Emevilerle başlayan siyaset anlayışı, o günün şartları açısından değerlendirildiğinde de Kur’ân ve Sünnet’in yönetimle ilgili ortaya koyduğu ilkeler açısından kabul edilmesi mümkün olmayan pek çok uygulamalarla karşılaşılacaktır. İslâm devletlerinin başında bulunan pek çok sultanın, ulemanın ciddi eleştirilerine muhatap olması da bunu göstermektedir.

Bu sebeple en başta ifade etmek gerekir ki İslâm’ın gerek devlet başkanının seçim şekliyle gerekse yönetimin daha başka meseleleriyle ilgili hükümlerini öğrenmenin yolu, tarihte kurulan İslâm devletlerini incelemeyle değil; başta Kur’ân ve Sünnet’in bu konudaki temel yaklaşımına, sonra da ulemanın bu iki kaynağı esas alarak ortaya koydukları İslâm siyaset teorisine vâkıf olmayla bilinebilir. Eğer bu teorinin pratiğe nasıl yansıdığı öğrenilmek isteniyorsa da başta Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyelerine, sonra da dört halifenin siyasî uygulamalarına bakılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber de (s.a.s), “Siz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Tirmizî, İlim 16) şeklindeki hadisiyle Müslümanlara takip etmeleri gereken doğru yolu göstermiştir.

Ayrıca Efendimiz, kendisinden sonraki hilafetin (Peygamber yoluna uygun bir yönetim şeklinin) otuz sene devam edeceğini ifade buyurmuş, bunun arkasından ise melikliğin (saltanatın) başlayacağını hem bir mucize hem de bir uyarı olarak dile getirmiştir. (Ebû Dâvud, Sünnet 9) Fakat İbn Teymiye’nin de üzerinde durduğu üzere hilafetin saltanata dönüşmesinin tek sebebi zorba ve zalim sultanlar değildir. “Böylece biz işledikleri günahlardan ötürü zalimlerin bazısını bazısına yönetici atarız.” (el-En’âm, 6/129) “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, 6/22) naslarından da anlaşılacağı üzere, yöneticiler yanında halkın da eksik ve kusurları böyle bir neticeyi doğurmuştur. (İbn Teymiye, Mecmû, 35/20) Buradan hareketle ideal ve kâmil bir yönetimin ancak ideal ve kamil bir toplumda vücut bulacağını da ifade etmek isteriz.

Elbette ki buradaki kastımız, dört halifeden sonraki dönemlerde tamamen İslâmî ilkelerden uzaklaşıldığını söylemek değildir. Allah Resûlü’nün hayatını merkeze alarak bunu kâmil bir yönetim şekli olarak görecek olursak, yer yer buna yaklaşılmış, yer yer de bundan uzaklaşılmıştır. Mesela Muaviye’den sonra saltanat sistemine geçilmiş olmasına rağmen, Süleyman b. Velid tarafından veliaht tayin edilen Ömer b. Abdülaziz, onun ölümünden sonra halka yapmış olduğu konuşmasında, bu ahde bağlı olmadıklarını, istedikleri takdirde başka birisini seçebileceklerini söylemiş; fakat halkın kendisini seçmesi ve ona biat etmesi üzerine göreve başlamıştır.

Bu kısa hatırlatmalardan da anlaşılacağı üzere, konuyla ilgili temel dayanaklarımız başta Kur’ân ve Sünnet, sonra dört halife dönemi uygulamaları, ardından da ulemanın buradan hareketle sistematize ettiği görüşleridir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da devlet başkanının nasıl seçileceğiyle ilgili özel bir usul ve prosedürden bahsedilmez. Bu konuda âyet ve hadislerde dikkat çeken ve üzerinde durulan iki kavram vardır: Biat (bey’at) ve istişare. Bunların her ikisi de çok önemlidir. Zira biat, devlet başkanı ile halk arasında yapılan bir akit (bey’at akdi, imamet akdi) demektir. (Biatin, dinî ve ahlâkî yönü ile daha başka uygulama alanları bulunsa da burada bunlar üzerinde durmayacağız.) Akit ise her iki tarafın rızasıyla yapılır. Dolayısıyla seçilecek devlet başkanının mutlaka halkın razı olduğu ve kabul ettiği bir kişi olması gerekir. İstişare ise en liyakatli kimseyi tespit edebilme adına, aday göstermeden ön seçime, oylamadan biat almaya kadar devlet başkanı seçiminin bütün süreçlerinde işletilmesi gereken çok önemli bir İslâmî disiplindir. Bu açıdan istişare ve biat düşüncesi, gerek dört halifenin seçiminde, gerekse Ahkam-ı Sultaniye türü eserlerdeki hükümlerin şekillenmesinde oldukça etkili olmuştur.

Devlet başkanının nasıl seçileceği problemi ilk defa Allah Resûlü’nün vefatını müteakip gündeme gelmiş ve sahabe tarafından çözüme kavuşturulmuştur. Dört halifenin her birisi farklı bir usulle seçilmiştir. Bu da seçim ve tayinle ilgili İslâm’ın ortaya koyduğu muayyen bir usul bulunmadığını gösterir. Onların hilafete geliş şekilleri, bu konudaki tartışmaların ana mihverini oluşturur. Bu sebeple biz de öncelikle konuyla ilgili kısa bir bilgi verecek, arkasından da meselenin tahlilini yapacağız.

Dört Halifenin Seçimi

Allah Resûlü (s.a.s) vefat ettikten sonra henüz defin işlemleri dahi bitmeden sahabenin önde gelenleri herhangi bir karışıklık ve fitnenin ortaya çıkmaması adına öncelikle halife seçimiyle ilgilenmiştir. Benî Sakîfe’de toplanan sahabenin, yeni halifeyi seçme adına yapmış olduğu uzun tartışma ve müzakereler, bu konuda Allah Resûlü’nün herhangi bir tayinde bulunmadığını göstermektedir. Zira sahabe arasından tek bir kişi dahi böyle bir iddiada bulunmamıştır. Bilakis Hz. Âişe, “Allah Resulü hiç kimseyi halife bırakmadan vefat etti. Eğer birini halife bırakacak olsaydı, kesinlikle Ebu Bekir’i veya Ömer’i bırakırdı.” (Ahmed b. Hanbel, 6/63) şeklindeki sözüyle açıkça bu hususu dile getirmiştir. Tayinin de ötesinde hilafete geliş şekliyle ilgili Allah Resûlü’nün işaret etmiş olduğu herhangi bir usul de bulunmamaktadır. Dolayısıyla -daha önceki yazımızda genişçe açıklandığı üzere- Şia’nın dile getirdiği “nas ve tayin” düşüncesinin haklı bir yönü yoktur.

Hiç şüphesiz Allah Resûlü’nün vefat ederken yerine hiç kimseyi halife olarak bırakmamasının ve bu konuda muayyen bir yöntem önermemesinin önemli hikmetleri vardır. Âmidî’nin de ifade ettiği gibi Allah Resûlü tayinin mahzurlarını bildiği için bu konuda bir tasarrufta bulunmamıştır. (Âmidî, Gâyetü’l-merâm, s. 381) O, hilafetin, veraset esasına dayalı bir saltanat sistemine dönüştürülmesini istememiştir. Bunun yerine yöneticisini seçme hak ve sorumluluğunu halka bırakmıştır. Hilafet (devlet başkanlığı) halk adına vekalette bulunma olduğuna göre, kendi vekillerini tayin etme görevi de öncelikle halka verilmeliydi.

Dört halifenin seçimleri kısaca şu şekilde gerçekleşmiştir: Hz. Ebû Bekir, Benî Sakîfe’de toplanan sahabenin önde gelenlerinin kendi aralarında yapmış olduğu uzun görüşmeler neticesinde seçilmiştir. Herkes rahatça kendi teklifini yapmış, kendi argümanlarını öne sürmüş ve neticede Hz. Ebu Bekir üzerinde karar kılınmıştır. Hz. Ömer, sahabenin önde gelenleriyle yapmış olduğu istişare neticesinde Hz. Ebû Bekir tarafından tayin edilmiştir. Hz. Osman, Hz. Ömer’in tayin etmiş olduğu altı kişilik heyetin üç gün süreyle kendi aralarında yapmış oluğu müzakereler ve ayrıca heyete başkanlık yapan Abdurrahman b. Avf’ın kadınlar da dahil olmak üzere Medine halkıyla yapmış olduğu istişareler neticesinde seçilmiştir. Hz. Ali ise Hz. Osman’ın şehit edilmesini müteakip halifesiz geçen beş günün ardından yine sahabenin önde gelenlerinin (ehlü’l-hal ve’l-akd) ısrarlı teklifleri neticesinde seçilmiştir.

Dört halifenin her birisi yönetime farklı yollarla gelmiş olsalar da onların hilafetlerinde ortak bir kısım yönler bulunmaktadır. Bunlardan birincisi dört halifenin her birinin hilafet görevini yerine getirme adına gerekli olan adalet, ilim ve liyakat gibi şartları taşıdıkları yönünde hiç kimsenin şüphesi olmamasıdır. İkinci olarak dört halifenin başkanlıkları ancak halkın biat etmesi neticesinde kesinleşmiş ve yürürlüğe girmiştir. Aynı şekilde bunların hiçbirisi hilafeti ele geçirmek için zor kullanmamış ve kılıca başvurmamıştır. Bilakis onların hilafetleri, istişare, seçim ve biat (halkın irade ve rızası) temeline oturduğu için, oldukça demokratik yollarla gerçekleşmiştir. (Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ömer’i istihlaf etmesiyle (yerine bırakmasıyla) ilgili bazı farklı görüşler bulunsa da bunları aşağıda ele alacağız.) Halkın çoğunluğunun biat etmesine itibar edilmiştir. Dolayısıyla dört halife döneminde az sayıda da olsa biat etmeyen insanlar olmuş, fakat hiçbir şekilde bunlar üzerinde baskı kurulmamış ve bunlar biate zorlanmamıştır.

Bunlardan hiçbirisi kendi yerine oğlunu veya bir yakınını bırakmayı aklından bile geçirmemiş, bu yöndeki teklifleri de şiddetle reddetmişlerdir. Hatta Hz. Ömer, altı kişilik heyet olarak Aşere-i Mübeşşere’den (Cennet’le müjdelenen on sahabe) sağ kalanları belirlemiştir. Fakat Said b. Zeyd de bunların arasında olmasına rağmen onu heyete almamıştır. Bunun sebebi olarak Hz. Said’in kendisiyle olan akrabalığı gösterilmiştir. Yani Hz. Ömer, halife olarak oğlu Abdullah’la ilgili yapılan teklifi, “Bir evden bir kurban yeter.” diyerek reddettiği gibi, her türlü töhmeti bertaraf etme adına akrabası olan birinin halifeyi seçecek heyetin arasına katılmasına dahi gönlü razı olmamıştır.

Fakihlere Göre Hilafete Geliş Yolları

Maverdî, Ebû Ya’lâ, Cüveynî, Gazzâlî, İbn Teymiyye ve İbn Haldun gibi İslâm siyaset düşüncesine dair eserler telif eden ulemanın, devlet başkanının göreve geliş şekliyle ilgili temelde vurguladıkları husus, halkın rıza ve kabulüdür. Bu rıza ve kabul halkın doğrudan kendi seçtiği imama biat etmesiyle gerçekleşeceği gibi, halkın temsilcisi konumundaki ileri gelenlerden (ehlü’l-hal ve’l-akd/ehlü’l-ihtiyar) oluşan bir heyetin belirli bir şahsı seçimi neticesinde de gerçekleşebilir. Özellikle geçmiş dönemlerin şartları açısından belirli bir heyetin bu vazifeyi üstlenmesi daha pratik olacağı ve aynı zamanda devlet başkanlığı gibi önemli bir makama gelecek insanı hakkıyla tanıyıp seçebilme belirli seviyede bir donanım gerektireceği için daha ziyade ikinci yol tercih edilmiştir.

Fakihlerin ısrarla ehlü’l-hal ve’l-akd üzerinde durmalarının ve bu heyete katılacak kimselerle ilgili asgarî şartları belirlemelerinin diğer önemli bir sebebi de devlet başkanlığı makamına gelecek kişiyle ilgili isabetli tercihte bulunabilmektir. Onlar, mevcut adayların hakkıyla tanınmasının ve en liyakatli olanın seçilmesinin belirli bir bilgi ve birikim gerektireceğini düşündüğü için, bu işi özel bir heyete bırakmayı tercih etmişlerdir. Fakat devlet başkanı, ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından seçilmiş olsa bile, onun göreve gelebilmesi için halktan biat alması zorunlu görülmüştür.

Modern yorumcuların da belirtmiş olduğu üzere böyle bir heyete dahil olacak kişilerin halk tarafından seçilmesi her zaman için mümkündür. Hatta gerekli şartlar sağlandığı takdirde devlet başkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinin önünde dinî bir engel olmadığı da ifade edilmiştir. Zira yöneticinin belirlenmesinde asıl karar mercii her zaman için halktır. Devlet başkanı doğrudan halk tarafından seçildiği takdirde biatle seçim özdeşleşmiş olacak, fakat halk, ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından seçilen başkana biat ettiğinde ise biat daha ziyade bağlılık sözü ifade edecektir.

Esasında biatin iki aşamadan oluştuğunu, ehlü’l-hal ve’l-akd’in yapmış olduğu ilk biatin “bey’atü’l-hasse (özel biat)”, arkasından halkın yaptığı biatin de “bey’atü’l-âmme (genel biat)” şeklinde isimlendirildiğini de burada hatırlatmakta fayda var. Bu durumda bey’atü’l-hasse bir nevi seçim, bey’atü’l-âmme ise tanıma ve itaat sözü verme anlamına gelmektedir. Elbette biat tek taraflı değildir. Biat bir akit olduğuna göre, halkın itaat sözü vermesine mukabil devlet başkanı da halka hak ve adalete bağlı kalma ve görevlerini eksiksiz yerine getirme sözü vermektedir. Bu yönüyle aslında biat, Batı hukukunda devlet başkanıyla halk arasında farazî olarak var olduğu söylenilen “sosyal mukavele”nin pratik bir şeklini oluşturmaktadır.

Biat, sadece nazariyede kalmamış, neredeyse bütün İslâm devletlerinde önemli bir uygulama alanına sahip olmuş ve farklı şekil ve formatlarda icra edilmiştir. Fakat onun Emevîlerle birlikte asıl mahiyetini kaybettiğini ve sadece formaliteden ibaret kaldığını da belirtmek gerekir. Zira biat akdi için irade ve rıza asıl olmasına rağmen, Emevî sultanları aksi görüşteki fetvalara aldırmadan halktan zorla biat almışlardır.

Sünnî İslâm âlimleri genel itibarıyla halifeyi belirlemede iki yol olduğunu ifade etmiş, ilk yol olarak hep seçimi ele almış ve onun şart ve hükümleri üzerinde durmuşlardır. Onların ikinci yol olarak üzerinde durdukları usul ise istihlâftır. İbn Haldun, istihlafın meşruiyetiyle ilgili şunları söyler: “İmametin özü, ümmetin din ve dünya maslahatlarını koruyup gözetmektir. İşte imam hayattayken ümmetin bu işlerini üzerine almış güvenilir bir kişi olduğu gibi, ölümünden sonra da onların maslahatlarını gözetmesi ve kendisinden sonra ümmetin bu işlerini üstlenecek birini tayin etmesi gerekir. Ümmetin de daha önce onun görüşlerine güvendiği gibi, bu görüşüne de güvenmesi gerekir… Halife bu şekildeki bir vasiyetinden dolayı hakkında yapılabilecek olumsuz düşüncelerden uzaktır. Özellikle de ortada bu şekilde hareket etmesini gerektiren bir fayda veya içine düşülmesinden korkulan sakıncalı bir durum varsa… Eğer halifeliğe oğulları vasiyet etmekle hedeflenen, halifeliğin bir miras şeklinde kendilerinde kalmasını sağlamaksa, işte böyle bir şey dinin amaçlarından olamaz.” (İbn Haldun, Mukaddime, s. 295)

Görüldüğü gibi fakihler, halkın kabulüyle göreve gelmiş ve görevini de hakkıyla yerine getirmiş olan bir halifenin, kendisinden sonra yerine birini bırakmasını caiz görmüşlerdir. Bununla onlar, hilafet vazifesinin kesintisiz bir şekilde devam etmesini ve yeni halifenin seçimi yapılırken ortaya çıkabilecek muhtemel bir kısım fitne ve ihtilafların önlenmesini hedeflemişlerdir. Fakat bu cevaz, genel itibarıyla tayin edilen kişinin, halifenin oğlu olmamasıyla sınırlanmıştır. Aynı şekilde bu kişinin devlet başkanlığı için gerekli şartları taşıması gerektiği belirtilmiştir. Bu konuda üzerinde durulan diğer bir husus da halifenin vefatını müteakip onun yerine bırakılan kimsenin halktan biat alması gerektiğidir.

Söz konusu biatin mahiyetiyle ilgili fakihler tarafından iki farklı görüş ileri sürülmüştür. İçlerinde Maverdi’nin de bulunduğu klasik ulemanın çoğunluğu istihlafı, halife ile onun tayin ettiği kişi arasında vuku bulan geçerli bir akit kabul ederek, ehlü’l-hal ve’l-akd’in veya halkın yapacağı biatin sadece bağlılık sözü anlamında olacağını belirtmişlerdir. (Maverdî, el-Ahkâmu’s-sultaniyye, s. 32) Ebu Ya’la el-Ferra ile günümüz ulemasının büyük bir çoğunluğu ise istihlafın devlet başkanı olmak için yeterli olmayacağını, bilakis bunun aday göstermeden ibaret kalacağını belirtmişlerdir. Bunlara göre halife tarafından vasiyet edilen kimsenin hilafet görevine gelebilmesi için ehlü’l-hal ve’l-akd’in onayını alması gerekir. Bu açıdan ehlü’l-hal ve’l-akd’in bu kimseye yaptığı biat, bir seçim biatidir. (Ebû Ya’lâ, el-Ahkâmu’s-sultaniyye, s. 25; Senhûrî, Fıkhu’l-hilâfe, s. 138)

Halifenin, kendisinden sonraki kişiyi seçmesinin ve ona itaat edilmesinin cevazı hakkında ümmetin icma ettiği ifade edilmiştir. Bazılarının böyle bir icmanın bulunup bulunmaması hakkındaki itirazlarını bir yana bırakacak olsak bile bunun bir nassa değil maslahata dayandığı açıktır. Zira istihlafa dair Kur’ân ve Sünnet’te herhangi bir nas yer almamaktadır. Maslahata dayanan icmanın ise söz konusu maslahatın değişmesiyle değişebileceği fakihler tarafından kabul edilmiştir.

İstihlafın (yerine birini bırakmak) meşruiyetiyle ilgili öne sürülen ve icmanın dayanağı olarak da gösterilen en önemli delil Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in uygulamalarıdır. Ne var ki bazıları Hz. Ebû Bekir’in uygulamasını kendinden sonraki halifeyi atamak olarak değil, aday gösterme olarak değerlendirmiş, halkın biat etmesinden sonra Hz. Ömer’in halifeliğinin kesinleştiğini ifade etmişlerdir. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Ebû Bekir, vefatının yaklaştığını anlayınca insanları toplamış ve onlara durumunu arz ettikten sonra diledikleri kişiyi yeni halife olarak seçebileceklerini söylemiştir. Fakat onlar, bu görevi Hz. Ebû Bekir’e bırakmışlardır. O da uzun istişarelerden sonra halkın büyük çoğunluğunun Hz. Ömer’i bu göreve layık gördüğünü anlayınca yerine onu bırakmıştır. Hz. Osman ise doğrudan istihlaf yoluyla değil, bütün sahabenin de itimat ettiği bir heyet tarafından uzun istişareler neticesinde seçilmiştir.

Dolayısıyla istihlafı halifeyi belirlemede mutlak bir yöntem olarak görmek yerine onu, belirli şartlar altında ve ancak istişare ve biatin eşlik ettiği durumlarda başvurulabilecek sınırlı bir yöntem olarak görmek daha doğru olacaktır. Halifeliğin veraset yoluyla babadan oğula intikal etmesi (veliahtlık) ve böylece bir saltanat sistemine çevrilmesinin ise konuyla ilgili İslâm’ın genel ilkelerine aykırı olduğunda şüphe yoktur.

Fakat burada şu hatırlatmayı yapmakta fayda var: Bir halifenin göreve gelme şeklinin gayrimeşru olması, mutlak anlamda onun despot olduğu ve kendi çıkarlarını halkının çıkarlarının önüne geçireceği anlamına gelmez. İslâm tarihinde veraset yoluyla ve hatta zor kullanarak göreve geldiği halde hak ve adalet üzere bir yönetim ortaya koyan nice sultanlar olmuştur. Bu ikisi birbirinden ayrı meselelerdir.

Zor Kullanarak İktidara Gelen Kimsenin Durumu

Son olarak zorla halifelik makamını ele geçiren kimsenin durumu üzerinde durmak istiyoruz. Buna istila veya tagallüp denir. Bunun anlamı ise istihlaf ve biat söz konusu olmaksızın bir kimsenin cebr ve kuvvet yoluyla yönetimi ele geçirmesi, ardından da ya ikna ya da zorla halkı kendine itaat ettirmesidir. Her ne kadar fakihler hilafete gelme adına iki meşru yolun bulunduğunu ifade etseler de ortaya çıkan fiilî durum ve zaruretlerden dolayı zor kullanarak iktidarı ele geçiren kimsenin durumunu da değerlendirmeye almış ve konuyla ilgili farklı görüşler dile getirmişlerdir.

Bazı fakihler, müteğallip halifeye karşı hurucun (başkaldırının) sebep olacağı can ve mal kayıplarını, ortaya çıkacak kargaşa ve fitneleri gerekçe göstererek ona itaati gerekli görmüşlerdir. Fakat onlar genel itibarıyla bu görüşlerini, müteğallip halifenin hilafet için gerekli şartları taşıyor olmasına ve ona mukavemetin mümkün olmamasına bağlamış, yani “Bidayeten tecviz olunmayan şey, nihayeten tecviz olunabilir.” kuralının da ifade ettiği gibi zarurete sığınarak vakıayı kabul etmek zorunda kalmışlardır. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 13/7)

Ne var ki daha başkaları böyle bir halifenin meşruiyetini reddetmişlerdir. Bunlardan birisi olan Cüveynî, güç ve kuvvete dayalı olarak başa gelinmesini doğru bulmamıştır. Zira ona göre haksız yere ve zor kullanarak başa geçmek fasıklıktır. Fasık bir kimsenin imameti ise caiz değildir. (Cüveynî, Giyâsü’l-ümem, s. 326-327) Aynı şekilde İbn Hacer el-Heytemî de zor kullanarak iktidarı ele geçiren kimsenin fasık olduğunu ifade etmiş, böyle bir kişinin ise iyilik ve müjdeden ziyade buğzedilmeyi ve engel olunmayı hak ettiğini ve onun fiillerinin çirkinliğinin başkalarına da duyurulması gerektiğini ifade etmiştir. (Heytemî, es-Savâiku’l-muhrika, 2/627)

Zor kullanarak iktidarı ele geçiren kimseyle ilgili pek çok ihtimal bulunsa ve bu ihtimallere göre farklı tavır almalardan bahsedilse bile sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Hangi gerekçeyle olursa olsun, halkın irade ve rızasını hiçe sayan; istişare, seçim ve biat gibi İslam’ın temel ilkelerini ihlal eden böyle bir usulün dinen meşru görülmesi mümkün değildir. Böyle bir kişiye karşı itaat edilip edilmeyeceği, direnilip direnilmeyeceği, başkaldırılıp başkaldırılmayacağı ise başta söz konusu kimsenin hak ve adalete uygun bir yönetim benimseyip benimsememesiyle sonra da söz konusu fiillerin ne tür sonuçlar doğuracağıyla alakalı bir husustur ve bunun ayrıca ele alınması gerekir.

Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki devlet başkanının seçimiyle ilgili klasik literatürde yer alan istişare, seçim ve biat ilkelerine aykırı görüşler ileri sürülmesinin önemli bir sebebi, mevcut sosyal ve siyasi şartların mevcut içtihatlar üzerindeki etkisidir. Fakihler, konuyla ilgili bir kısım yorumlarını fiilî durumdan hareketle kaleme almışlar, bazen mevcut siyasî yapıyı eleştirmek, bazen de meşru göstermek istemişlerdir. Demek istememiz o ki, klasik kaynaklardaki ilgili görüşler değerlendirilirken, mutlaka o günün siyasî hayatı da göz önünde bulundurulmalıdır.

Sonuç

Klasik kaynaklardaki görüşlere itimat ederek istihlafı geçerli bir tayin olarak değerlendirecek olursak, devlet başkanlığına gelmenin, “seçim” ve “istihlaf” olmak üzere iki meşru yolu olacaktır. Fakat istihlafla ilgili içtihatların veliahtlık ve verasete müsaade etmeyeceğini de belirtmek gerekir. İstihlafın bir aday gösterme veya bir ön seçimden ibaret görüldüğü ve önceki halife tarafından belirlenen kişinin göreve gelebilmesi için ehlü’l-hal ve’l-akd’in rızası ve onayı arandığı takdirde ise halifenin göreve geliş yolu ikiden bire inmektedir ki bu da seçimdir. Hz. Ömer’in, “Her kim istişare yapmaksızın devlet başkanı seçmek üzere herhangi bir kişiye biat ederse, onun biati geçersizdir.” (İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/452) şeklindeki sözleri de halife tayininin mutlaka halkın fikir ve görüşlerine dayanması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Modern araştırmacılar seçimin doğrudan halk tarafından yapılmasını meşru görseler de klasik fukahaya göre devlet başkanını seçme görevi, halkın önde gelenlerinde oluşan, ilim ve görüş sahibi olan ve halkın temsilcisi konumunda bulunan ehlü’l-hal ve’l-akd’in görevidir. Hz. Osman’ı seçen heyetin yaptığı gibi ehlü’l-hal ve’l-akd’in de seçimini yapmadan ve kararını vermeden önce halkın nabzını tutması, halkla istişare yapması ve kendi aralarında da meseleyi iyice müzakere etmesi daha isabetli bir yoldur.

Halife seçildikten sonra geriye halkın biat etmesi kalmaktadır. Bu biat, halifeyle halk arasında yapılan bir akittir. Dolayısıyla diğer akitlerde olduğu gibi biat akdinin de tamamen hür iradeyle yapılması gerekir. Biat akdi, her iki tarafa da bir takım sorumluluklar yükler. Buna göre devlet başkanı, kendisine tevdi edilen konumun gereklerini hakkıyla yerine getirecek, halk da ona bu vazifesinde yardımcı olacak ve itaat edecektir. Bu anlayışa göre biat, bir seçimden ziyade seçilmiş olan halifenin göreve başlamadan önce halkla yapmış olduğu bir anlaşmadan ibarettir.

Bütün bu izahlardan da anlaşılacağı üzere İslâm’a göre devlet başkanının göreve geliş şeklinde etkili olan üç temel ilke bulunmaktadır. Bunlar da şura, seçim ve biattir. Bu ilkelerin hangi mekanizmalarla hayata geçirileceği ve ne tür prosedürlerin takip edileceği ise zamandan zamana ve toplumdan topluma değişecektir. Zira İslâm hukuku, evrensel ve esnek bir yapıya sahip olduğu için, detaya ait bu gibi konularla ilgili emredici ve sabit hükümler vaz etmemiştir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Koskoca bir “makale-i heder”….
    On yıllık İslamcılığa maruz kalmaktan mütevellit zihinsel inhiraf…

    Bütün Kur’an da topu topu 3-4 yerde, o da sadece devlete müteallik değil, her durumda herkes için geçerli umumi prensipler olan “danışın”, “bilenlere, işin uzmanlarına sorun” dışında devletle ilişkilendirilebilecek bir emir ve prensip yokken,
    müslüman insanoğullarının, tarihte, içinde bulundukları coğrafya, kültürel ve siyasal birikeme ve kimi zaman (selefe hürmeten “çoğunlukla” demiyorum) hakim güce göre geliştirdikleri uygulamaların “İslâm’a göre ….” tavsif ve tesmsiyesi hem murad-i İlahiye saygısızlık gibi duruyor
    hem de siyasilerin yaptıklarını meşrulaştırma aracı olarak kullaniliyor.

    Bunlar yazılacaksa bir ilahiyatçının fetvası olarak değil bir tarihçi/siyaset bilimcinin analizi olarak yazılmalı.

  2. Tunç beye katılmıyorum.
    İslam dini, herhangi bir yönetim şeklini (rejim) zorunlu görmemiş, hatta önermemiştir.
    Hatta, yöneticinin nasıl seçileceğini de, belirli kalıplarla çerçevelememiştir.

    Dolayısıyla, bu konularda hukefa-i raşidine ve selefe nazar etmek, bir zarurettir.

    Sayın yazar da, işte bu yöntemle ortaya bazı prensipler koymaya çalışmış..

    Tenkit edecekseniz, alternatifini de ortaya koymalısınız..
    Söz konusu olan İslam’ın yönetici seçmedeki usulü ise, bu konuda kalem oynatmak için sırf tarihçi olmak yeterli olmayacaktır.. Mutlaka ulûm-u dîniyeden de nasibi olmalıdır..

  3. Tunc bey, tepkinizi anliyorum fakat Yuksel beyin yazisina ve bundan onceki yazilarinada bakacak olursaniz tepkinizi hakedecek bir sey yazdigini dusunmuyorum.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin