İman bunun neresinde? [Faik Can]

Bediüzzaman gençlerle yaptığı bir sohbette onlara kabri hatırlatır. Herkesin mutlaka oraya gideceğini ve kabrin insanlar için ne ifade ettiğini anlatırken üç seçenekten bahseder:

  1. Ehl-i iman için kabir bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
  2. Ahireti tasdik eden fakat sefahet ve dalalette giden biri için yalnız başına çekeceği bir hapsin kapısıdır. İnandığı halde inancına uygun hareket etmediğinden cezası böyle olacaktır.
  3. Ahirete inanmayan ehl-i inkâr için ise bir idam-ı ebedi kapısıdır.

Bunları anlattıktan sonra esas meseleye gelir: “Madem ecel gizlidir, ölüm genç ihtiyar ayırt etmeden gelebiliyor. Elbette o idam-ı ebediden, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmanın çaresini aramak ve kabir kapısını bâkî bir âleme ve ebedî saadete açılan bir kapıya dönüştürmek hadisesi, insanın dünya kadar büyük bir meselesidir…”

‘Namazsız niyazsız İslam olur mu!’

Bediüzzaman insanın en büyük meselesi ve en öncelikli gündemi olarak kabre imanla girmeyi söylüyor ama günümüz Müslümanlarının pek öyle bir derdi yok. Oysa imanı kuvvetlendirmek ve onu hakiki manada vicdanda zevk etmek var oluşumuzun gayesi. İmanı bütün erkânıyla latifelerimize işlemek için sadece okumak, araştırmak, öğrenmek yetmiyor. İmanı esas takviye eden ameldir. Amelî iman da dediğimiz bu husus, imanımızın can suyudur. İnandıklarını hayata geçirmek, hayata taşıdıkça inandıklarına daha da bağlanmak; bağlılık arttıkça da hayata yansıttıklarını çoğaltmak… İnsan ancak böyle bir salih daire oluşturunca imanının tadına varabilir.

Pratik (amelî) imanın en önemli kısmını ibadet ü taat oluşturuyor. Alvar İmamı’nın “Namazsız niyazsız İslam olur mu!” ifadesinde vurguladığı gibi namaz hayatın direğidir. İmanı besleyecek, onu takviye edip vicdanın hâkim unsuru haline getirecek en büyük vesile namazdır. Namazla beraber diğer ibadetler, evrad u ezkar, nafileler de pratik imanın olmazsa olmaz unsurlarıdır.

Nazarî imanı pratiğe dönüştürmek

Bütün bunların yanı sıra insanı esas ayakta tutan, bir dava düşüncesi ya da mefkûre uğruna adanmak ve ömrünü bu gaye etrafında örgülemektir. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabe efendilerimize ibadeti öğretmekle yetinmeyip onları sürekli aksiyon halinde tutması bundandır. Gazveler, seriyyeler, hicretler, irşad için oymak oymak gezmeler, hesapsız infakta bulunmalar vb hususların tamamı imanı takviye eden ve sahabeyi insanlık âleminin yıldızları konumuna yükselten vesilelerdir. Çünkü sadece camiyle ve ibadetle sınırlı bir pratik, Müslüman’ı toplumun gerçeklerinden ve dava düşüncesinden uzak tutar. Sürekli canlı kalmanın, aidiyeti daima bir kor gibi yürekte taşımanın yolu dini, davayı hayatın her anına taşımak ve yaşamaktır.

Bediüzzaman etrafında toplanan beş on insana ya risaleleri yazdırmış ya da hem Türkiye’de hem de dünyada ulaşabildikleri her yere götürmelerini istemişti. O kısıtlı imkânlarla ve olumsuz şartlar içerisinde ortaya konan aksiyondur ki Üstad’ın saff-ı evveli teşkil eden talebelerini bir iman kahramanı olarak yâd-ı cemîl haline getirmiştir.

Hocaefendi de aynı yolu takip etti. Tanıştığı, hidayetine vesile olduğu hemen herkese bir sorumluluk yükleyerek onları bir hizmetin içine aldı. Bu aksiyonun imanı ayakta tutacağını bildiğinden hep yeni yollar, yeni ufuklar açtı. Bugün pek çoklarının taklidinden bile aciz kaldıkları işleri ilk o başlattı. Altında lüks arabası olan, yüzlerce deri parasını bir anda cebinden çıkarıp verecek çaptaki zenginlere kurban bayramında beş on deri toplatmak ile en iyi üniversitelerden mezun nitelikli insanları dünyanın dört bir tarafına eğitim için göndermek aynı gayeye matuf işlerdi. Hepsinin temelinde nazari imanı pratiğe dönüştürmek ve vicdanlarda imanın lezzetini tattırmak vardı.

Pervasızca gasp edilen haklar

Bugün yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen hizmet mensuplarının kahir ekseriyeti yürüdüğü yoldan geri dönmüyor, rehberlerinin duruşundan şüphe duymuyorsa bu, ameli imanın gönüllerde neşv ü nema bulmasındandır. Şu meşhur “Çay koy keçeli, yeniden başlıyoruz” gerilimi ancak böyle aksiyoner bir ruhla ortaya konur. Zalimlerin gasp ettiği, çaldığı, üzerine çöktüğü bütün yurtlar, okullar, müesseseler bu durmak bilmeyen aksiyona Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle verdiği cevaptı. O kurumların tamamının ne büyük fedakârlıklarla ve bu hizmete gönül vermiş yüz binlerin emeği ve alın teriyle yapıldığını en iyi onları çalanlar biliyor.

O müesseselerde, parası olmadığı için sadece yufka açarak hizmete destek olan fakir ablalardan, malının tamamını vermeye amade zamane Ebû Bekirlerine kadar sayısız insanın helal emeği var. Şimdilerde kendilerine tarikat ya da cemaat diyen bir kısım organize hırsızlar, gasıplar bu kurumlara akbabalar gibi çöküyorlar. Oralarda emeği olan yüzbinlerce insanın hakkını, hukukunu korkusuzca çiğniyorlar. En büyük meseleleri kabre imanla girmek olmalı iken, sanki hiç ölmeyeceklermiş, ahirete gitmeyeceklermiş, hesaba çekilmeyeceklermiş gibi pervasızlar. Üstelik bu çaldıkları binalarda hayır işleri yapacaklarını söylüyorlar. Haram binalarda, dindar nesil yetiştirme iddiasındalar. Namaz kılmayan mücahitlere, ağzı küfürlü kindarlara bakınca iddialarındaki isabeti (!) görmek mümkün. Üstüne bütün bunlara şuurlu Müslümanlık diyorlar.

Eğer imanları kalplerinde oturaklaşmış olsaydı ya da okudukları zikirler gönüllerinde imana dair bir mum tutuşturabilseydi bu kadar rahat kul hakkı çiğnemez, kendilerinden bu derece emin hırsızlık yapmazlardı. Demek ki hala en büyük mesele hakiki imanı elde edebilmek meselesi!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin