Hicret ve Beslenme 

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ

Bilindiği üzere İslâm tarihindeki ilk iki hicret, ahâlisi Hristiyan olan bir memlekete, Habeşistan’a gerçekleşti.

Adil bir meliki vardı; inançları, aidiyetleri, kimliklerine bakılmaksızın adalet, hak ve hukuk ile karşılaştılar.

Mekke’nin boğucu havasından kurtulmuş, derin bir nefes almışlardı. Kimin ne deyip edeceği, nerede ve ne türlü bir şiddetin muhatabı olacakları endişesine kapılmadan dinlerini rahat yaşayacaklardı.

Bu gidiş, aynı zamanda Mekke’nin tansiyonu da düşürmüştü.

Sebebi Sahâbe olmasa da Sahâbe’nin varlığı problem sebebi olarak görülüyordu; gören üzerine üşüşüyor, sözlü ve fiili her türlü şiddetin hedefi yapıyordu. Hemen her gün, Sahâbe sayısınca haber geliyordu ki büyük çoğunluğun çıkıp gitmesiyle bu durum değişmiş, zamanla Mekke’deki gerginlik azalmıştı.

Düşmanlığı diri tutmak için Dâru’n-Nedve merkezli kin ve nefret körüklemeler olmasaydı, topluma bakan yönüyle bunun çok farklı sonuçları olurdu.

Çok yönlü hedefleri yanında Medîne’ye hicretin bu yönünü de unutmamak lazım.

Demek ki aynı zamanda hicret, yarın fethine yürünecek olan Mekke’nin, bugünkü tansiyonunu düşürmektir.

İlki kısa sürse de ikincisi 16 yıl devam edecekti.

Kıvamı yüksek bir beldeye İslâm’ın kalitesini götürdü, temsillerindeki durulukla gönüllere yürüdüler. Öyle bir duruş ki Necâşî’nin dünyası değişmiş, kıssîs ve keşişlerin gözüne yaş yürümüştü.

Daha ilk dakikadan itibaren farkı fark ettirmişlerdi; dünkü karanlıklar silinip gitmiş, günün aydın nasiyelerinde açan gülleri, artık bahar şebnemleri serinletiyordu.

İradesiyle yola koyulup kaliteyi tecrübeyle elde edenler, bu kalitenin farkına varmış ve gönülden gelen bu samimiyete gönüllerini de açmışlardı.

Öte yandan, hayat devam ediyordu; ruhunu orada teslim edip kalanlar, dünyaya gözünü Habeş diyarında açanlar oldu.

Ubeydullah İbn-i Cahş da orada ölenler arasındaydı;

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) halasının oğluydu.

İlk günlerde gözünü açmıştı; zira risâlet öncesinde yolunu gözleyen 23 kişiden (Hanîf) birisiydi. Konumunu koruyabilseydi, Kur’ân’ın “sâbikûn-u evvelûn” olarak bayraklaştırdığı ilkler arasında yâd edilecekti.

Aynı zamanda, yarınlarda Mekke koltuğuna aday bir ismin, Ebû Süfyân’ın damadıydı. O günün şartlarında Ebû Süfyân, kızını herhangi bir aileye gelin vermezdi. Üstelik diğer kızını da, yine aynı ailenin bir ferdi olan Abdullah İbn-i Cahş ile evlendirmişti.

İhmal ettiği iki konu, acı sonu oldu:

Ortamın rehavetine kapıldı ve önce Mekke ile irtibatını kopardı. Gözünü kulağını kapamıştı; Cibrîl’in getirdiği mesajları da Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen haberleri de görmez duymaz hale geldi.

Yüreğini hoplatacak, kalbini titretecek hakikatlerden koptu, düne kadar kana kana içtiği pınarlardan uzak kaldı ve beslendiği memeden düştü.

Fıtrat boşluk kabul etmezdi ve bu boşluğu, gidilen yerdeki farklılıklar doldurmaya başladı.

Öyle ya, kendi dünyasının aşkın cazibesinden kopan nâçâr için en büyük risk, hedefi meçhul, kopuk bir meteorun uydusuna dönüşmektir!

İkinci zaafı, arkadaşlarından ayrı düşmekti:

Yalnızlığı tercih etti; başta Hazreti Ca’fer olmak üzere arkadaşlarından koptu.

Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ikazları açıktı:

“Yalnızın arkadaşı, Şeytan’dır!”

Öte yandan, fırsat kollayan bir nefis vardı ve Şeytan ile nefsin arasında sıkışıp kaldı.

İçki müptelası oldu; Hadis’in ifadesiyle içki, “kötülüklerin anası” idi ve her yanlış adım, onu karanlığın zift rengine bir adım daha yaklaştırdı.

Hanımına da baskı yapmaya başladı; ancak Ümmü Habîbe ünvanıyla maruf Ramle Validemiz (radıyallahu anhâ), attığı adımın farkındaydı ve hakikat bu kadar ayân iken körlüğe prim vermedi.

Dik durdu ve bu duruşunun, dünya ve âhiret mükafaatını gördü.

Beslenme pınarlarından kopan Ubeydullah İbn-i Cahş ise, dinini daha rahat yaşamak için gittiği Habeşistan’da, kıssîs ve keşişlerin bir kenara bıraktıkları kırıntılara takıldı; İslâm’ın göz kamaştıran urbaları karşısında hırpânî gömleklerini küf tutmuş binaların karanlık dehlizlerine bırakan ruhbanların terikesi, onun için daha cazip olmaya başladı.

Doğmadan önce arayıp durduğu Güneş’i, günün ortasında göremeyecek hale geldi ve Hristiyan oldu.

Daha acısı, Hristiyan olarak vefat etti.

Şüphesiz ki Allah (celle celâlühu), kimsenin kara kaşı, kara gözüne muhtaç değil; o gün Ubeydullah İbn-i Cahş’ı solduran girdaba düşmemek için kulağımızdan düşmemesi gereken iki küpe var: arkadaş çevresinden ayrı düşmeme ve beslenme.

Aslında, arkadaşlarla birliktelik de bir beslenme vesilesi.

Öyleyse, hicret diyarında solmamak için tuttuğumuz memeden düşmemek lazım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Ey bizi hicret ile şereflendiren Allahım, bizi ensar ve muhacir olmaya layık eyle, bizi Ubeydullah İbn-i Cahş gibi olmaktan muhafaza eyle.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin