Hicranlı Taif dönüşü [Harun Tokak-Hac Hatıraları-10]

O böyle dua ederken, yanlarına sessizce biri yaklaştı ve üzüm dolu bir tabağı Allah Rasulünün önüne uzattı.

“Buyurun, bundan yiyin!” dedi.

İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah’ın adıyla manasına “Bismillah” dedi. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hadiseydi. Hayretle sordu:

“Sen kimsin? Bu sözü nereden biliyorsun? Buralarda kimse bu sözü bilmez.”

“Son peygamber ve son nebiyim!”

“Ya Sen?”

“Adım Addas, Ninovalıyım.”

“Kardeşim Yunus’un memleketinden.”

“Sen onu nereden biliyorsun?”

“O da benim gibi peygamberdi.”

Addas, Allah Rasulünün üzerine kapanıp, başını, gözünü, ellerini, ayaklarını öpmeye başladı.

Magdallı Meryem’in gözyaşları ile Hazreti İsa’nın çamurlu ayaklarını yıkadığı gibi, Addas da yanında getirdiği suyla Güllerin Efendisinin toz toprak ve kana bulanmış ayaklarını yıkadı.

Senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştu. Oracıkta Müslüman oldu.

Eğer bu son hadise de olmasaydı, Efendimiz Taif’ten çok mahzun dönecekti. Bu hüznü, kendisine yapılanlardan değil, bir tek insana dahi bir şey anlatamamasındandı. Hâlbuki şimdi memnundu, çünkü Addas Onun eliyle hidayete ermişti.

Güllerin Efendisi, şimdilerde yerinde eski bir mescidin bulunduğu o bağda bir müddet daha dinlendikten sonra Zeyd’le birlikte Karnu’s Seâlib’e doğru yürüdü.

Bu güller ülkesinde güllerle uğurlanması gereken Güllerin Efendisine ne hazindir ki dikenler reva görülmüştü.

Allah’ın Rasulü, ömrü boyunca bu yapılanları hiç unutmayacak, her hatırladığında yüreğinin bir yerinde taze bir yara gibi hep kanayacaktı.

Hazreti Aişe Annemiz, “Ya Rasulallah Uhut’tan daha çetin bir gün yaşadın mı? diye sorduğunda,

“Yâ Aişe kavmimden çok çektim.” diyerek Taif hatırasını anlatacaktı.

MERVE

Bir sonbahar ikindisinde yine Merve kapısındayız. Afrikalısı, Asyalısı, siyahı, beyazı, kadını, erkeği, yaşlısı genci ile kutsal kapı oğul vermiş bir arı kovanı gibi.

Bu kutlu tepe ile sohbet etmeyi seviyoruz. Sadece Hatice Annemiz ile Efendimizin kutlu evleri bu tepede olduğu için değil, İslam tarihinin pek çok olayına tanıklık ettiği için de değil. Yaşadığı her şeyin hakikatini büyük bir cömertlikle ruhumuza fısıldadığı için…

Ondan Allah Resulünün zorlu Taif dönüşünü dinlemek üzere buradayız bugün.

“Hazreti Fatıma ve Ümmü Gülsüm, merak ve kaygıyla, Taife giden babalarının dönüşünü bekliyorlardı.” diye başlıyor sözlerine. Sesi yine düşünceli, kederli.

“Güllerin Efendisi, Hira’ya kadar gelmiş, kutsal dağın eteklerinden Mekke’ye doğru bakıyordu.

İnsanın kendi doğduğu topraklara uzaklardan bakması nasıl bir duyguydu? Bunu ancak kendi ülkesine yasaklı olanlar anlayabilirdi.

Birisinin himayesine girmeden şehre girmesi imkânsızdı. Bu, ölüme yürümek olurdu.

Sözü sayılır güçlü birisinin onu koruması altına alması gerekiyordu.

Mekke’deki Müslümanlar da kendilerini çok yalnız hissediyorlardı. Sığınacakları kimse kalmamıştı. İslam’ın ilk yıllarından beri süregelen yeni bir yurt arayışına Habeşistan dışında bütün ülkeler, site şehir devletleri ve kabileler kapısını kapatmıştı. Efendimizin onca tehlikeyi göze alarak ta Taif’e kadar gitmesi biraz da bunun içindi. Orayı İslam’ın bir medeniyet merkezi yapmak istiyordu.

Zulüm, bütün Müslümanların bedenlerine sıkı sıkıya sarılmış bir kobra gibi, her an biraz daha sıkıyor, kemiklerini kırıyor, nefessiz bırakıyordu.

Hazreti Zeyd, Peygamberimizin yarasına tuz basarcasına,

“Bunca yaşananlardan sonra Mekke’ye şimdi nasıl gireceğiz?” diye sordu.

“Ey Zeyd!” dedi Peygamberimiz, “Hiç şüphesiz Allah, senin göremediğin yerden bir kapı açacaktır! Şüphe yok ki Allah, dininin ve peygamberinin yardımcısıdır!”

Kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımının başlayacağını; eğer hala gücünüz varsa, o bitinceye kadar koşmanızı, soluğunuzun tükendiği noktada hiç ummadığınız bir yerden önünüze kapı açılacağını söylüyordu Güllerin Efendisi.

Az ilerden çıngırak sesleri geliyordu. Bir çoban, Hira’nın eteklerinde koyunlarını otlatıyordu. Allah’ın Rasulü onun yanına vardı ve ona, “Benim için Mekke’ye gider misin?” dedi.

Çoban kabul etti.

Kendisini himayesine alması için Mekke’nin ileri gelenlerinden Ahnes Bin Şerik’e gönderdi çobanı.

Ahnes, “Kendisine bir başkasını bulsun, ben onu himayeme alamam” dedi.

Çoban döndü gitti.

Allah’ın Rasulü bu defa çobanı Amr bin Süheyl’e gönderdi.

O da kabul etmedi.

Mekke, geçit vermeyen, aşılması mümkün olmayan bir duvar gibi dikilmişti karşılarına.

Hazreti Fatıma ve Ümmü Gülsüm, kandil yaptıkları yürekleri ile kapılarının önünde babalarını bekliyorlardı.

Efendimiz sabırlı ve vefalı çobanı üçüncü kez Mekke’ye gönderirken kendisi de Hira’nın eteklerinde duaya durdu.

DUA

Aklın tedbirinin bittiği yerde aşkın kollarına bıraktı kendisini. Ufuk ve gaye insan, Mekke’ye bakan yamaçlarda ellerini açmış, akşamın son kızıllığında kanat çırpan yaralı bir üveyik gibi çırpınıyor, avuçları ile gökleri kucaklıyordu.

Bu dua öyle bir aşkla yapılıyordu ki, dağlar taşlar inliyor, ses göklere ulaşıyordu.

“Allah’ım! Kuvvetimin tükendiğini sana arz ediyorum, gücümün azaldığını, insanların gözünde küçük düştüğümü sana şikâyet ediyorum! Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ım! Sensin ezilmişlerin Rabbi! Sensin benim Rabbim! Beni kimlerin eline bıraktın? Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi? Yoksa davamı ipotek edecek bir düşmana mı? Eğer sen bana gücenmedinse, kesinlikle bunlara aldırmıyorum. Lakin lütuf ve ihsanın beni rahatlatacaktır. Senin nuruna sığınırım, karanlıkları aydınlatan nuruna… Gelecek azabından, bana ulaşacak gazabından kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum. Sana sığındım. Yeter ki benden razı ol. Güç ve kuvvet sendendir, yalnız senden.”

Çoban, üçüncü kez Mekke’ye geldiğinde gün battı, batıyordu.

Bu geliş, boykotun kaldırılmasında da aktif görev alan Mutim Bin Adiyy içindi.

Vicdanlı bir insan olan Mutim, “Bir insana bu kadar da zulüm olmaz” dedi. Oğullarına,  “silahlanın Muhammed’i Duanın gücü kapıları zorluyor, gıcırtılar geliyordu göklerden ve kapılar ardı ardına açılıyordu.

Önce Mekke kapıları.

Sonra gök kapıları.

Sonra Medine’nin kapıları…

Baba ve oğulların bindiği atlar, akşamın alacasında arkalarında bir toz bulutu bırakarak koştular Hira’ya doğru.

Allah’ın Rasulü dua ve niyazına devam ediyordu. Atlıların gelişini gördü.

Atlılar, dağın eteklerine geldiklerinde Mutim Bin Adiyy’in yüreklere inşirah salan sesi yankılandı Hira’nın yamaçlarında,

“Ya Muhammed haydi gel, himayemdesin!”

Allah Rasulü tebessüm etti. Müslümanlar böyle yiğit bir sese ne kadar muhtaçtılar.

Allah’ın Rasulü, minnettar bir nazarla baktı Mutim Bin Adiyy’e.

Birlikte Mekke’ye döndüler.

Allah’ın peygamberi yurduna döndüyse de o gece yuvasına, yavrularına kavuşamadı.

Gece olduğu için Mutim Bin Adiyy himayesini duyuramamıştı. Gece her şey olabilirdi. Peygamberimiz o gece Mut’im’in evinde kaldı.

Sabaha olunca Mut’im Bin Adiyy, oğullarına ve kavmine seslendi:

“Silahlarınızı kuşanın ve Kâbe’de konuşlanın.”

Hepsi kılıçlarını sıyırmış olarak, Mescid-i Haram’a gelip yerlerini aldılar. Kınlarından sıyrılmış kılıçlar, kuşluk güneşinin taze ışıklarında ürpertici parıltılar saçıyordu. Ebu Cehil, onları gördü. Mut’im Bin Adiyy’e sordu, “Himayeci misin, yoksa ona inananlardan mısın?”

“Himayeciyim.”

“Senin himayene aldığını, biz de himayemize aldık!” dedi Ebu Cehil.

O sırada, Peygamberimiz de, Zeyd Bin Harise ile birlikte Mescid-i Harama geldi.

Mutim Bin Adiyy oradakilere selendi: “Ey Kureyş cemaati! Ben Muhammed’i himayeme aldım! Ona sizlerden hiçbiri dokunmasın!”

Allah’ın Rasulü çok özlediği Kâbe’yi tavaf etti, iki rekât namaz kıldı. Namazdan sonra evine doğru yürüdü, evine girinceye kadar Mut’im Bin Adiyy ve oğulları ona eşlik ettiler.

Güllerin Efendisi, günlerden beri yüreklerini kandil yaparak babalarını bekleyen kızlarına kavuştu. Fatımatü’z Zehra ve Ümmü Gülsüm’ün sevinçlerine sınır yoktu. Sarıldılar babalarına.

Allah’ın Rasulü Mut’im Bin Adiyy’in bu iyiliğini unutmayacak ve İslamın zaferle sonuçlanan ilk zaferi olan Bedir’de, esirleri arasında Mut’im Bin Adiyy’in oğlu Cübeyr’i görünce şöyle diyecekti:

“O ihtiyar baban bugün sağ olsaydı ve benden bu esirleri bırakmamı isteseydi, onun hatırına hepsini serbest bırakırdım.”

KÂBE

Gece yarısı Kâbe’deyiz.

Gecenin bu vaktinde Harem-i Şerif çok kalabalık.

Allah’ın Evi’ne yaklaşabilenler, ellerini, yüzlerini sürüyor, ağlıyor, kovanının girişinde salkım salkım arılar gibi Kâbe kapısının eşiğine tutunup saatlerce öylece huşu içinde duruyorlar.

Göklerin, yer istasyonu gibi işliyor Kâbe.

Hacer-i Esved köşesinden yörüngeye giren insanlar, her dönüşte bir merhale kat ederek, sanki sonuncusunda, yedinci kat göklerdeki madde ile mana aleminin hudut bayrağı olan Sidretü’l Münteha’nın yanına varmışlar da “bundan öte gidilmez” emri almışlar gibi akan kalabalıktan ayrılıyorlar.

Göklerden alınıp da her biri bir melek tarafından Kâbe’nin beyaz mermerlerine bırakılmışçasına ağlıyor, gözyaşı döküyor ve yeniden gökler ötesi âlemlere yükselmek için Kâbe’nin beyaz mermerlerini refref yaparak müminin miracı olan namazın kanatlarına tutunuyorlar.

Gecenin bağrında biriktirdiği aydınlıkların sabaha akmaya başladığı bu saatlerde İsra gecesini, Miraç’ın yeryüzü şahitlerinin ve istasyonlarının ilki olan Kâbe’den dinlemek için sabırsızlanıyoruz.

Sadece kulağımızı değil kalbimizi de yaslıyoruz ona.

“Güllerin Efendisi Taif’ten yeni dönmüştü.” diye başlıyor sözlerine.

“Şimdiki Cin Mescidinin olduğu yerde Nusaybin cinlerinden yedi cin, Onun okuduğu Kur’an’a kulak kesilmişler, Şecere Mescidinin olduğu yerdeki bir ağacın dallarını sürüyerek gelip, “Ben şahadet ederim ki sen Allah’ın Resulüsün!” dediğini duyunca da Müslüman olmuşlardı.

Ve yine bu taze Müslüman olan Nusaybin cinleri, ‘Cin Gecesi’ olarak bilinen o malum ve meşhur gecede, şimdiki Cin Mescidi’nin olduğu yerde kendi taifelerini Peygamberimizle buluşturarak o âlemden yüzbinlerin Müslüman olmasına vesile olmuşlardı.

Hicranlı Taif dönüşünün tatlı bir meyvesi olan bu olaylar, sıkıntılı günlerin ardından gelen bir gönül aydınlığı, gecenin en karardığı anda beliren bir şafak parıltısı gibi olsa da, Güllerin Efendisi hala çok mahzundu. Yüzü, yağmur yüklü bir bulut gibiydi. Yarası o kadar derindi ki bir türlü eski görkemli günlerine geri dönemiyordu.

Bir Hazreti Hatice’nin, bir Ebu Talib’in kapısına bakıyor, “Yokluğunuzu ne kadar çabuk hissettirdiniz.” diyerek gözyaşı döküyordu…

Tavaf için sık sık bana geliyordu. O beni tavaf ettiği gibi ben de Onu tavaf ederdim. Küre-i arzı ayakta tutan nuranî sütun ve onu bir peyk gibi güneş etrafında çeviren mana bendim, fakat varlığın vesilesi Oydu. İlk yaratılan nur Onun nuru olduğu gibi kainat ağacının en muhteşem meyvesi de Oydu. Ben Onun ikiziyim ama O, benden önce doğmuştu.

İsra Gecesi yine bana geldi, çok bitkin ve yorgundu.

Beni tavaf ettikten sonra başı önde, gözleri gamlı bir halde hemen yakınımdaki halası Ümmühani’nin evine gitti.
Çok geçmemişti ki bir anda her taraf ses ve ışıkla doldu. Melekler âlemi hareketlendi. Büyük bir koşuşturma başladı.

Biraz sonra Melek Cebrail Efendimizin yanında Burak’la geldi.

“Ya Rasulallah! Rabbin seni çağırıyor.” dedi.

Hatim’de Güllerin Efendisinin göğsü yarıldı, içi zemzemle yıkandıktan sonra Burak’a bindirildi.

Hazreti Cebrail, Burak’a, “Üzerindekinin kim olduğunu biliyor musun?” dedi. Burak, yaratıldığından beri bu geceyi bekliyordu. Heyecandan tepeden tırnağa ter kesildi.

Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya doğru kutlu bir yolculuğa çıktılar. “Işık süvariler” gibi bir anda gözden kayboldular.

O gece yer gök ışıktı. Dağlar taşlar Onun hürmetine ayağa kalkmış, ova oba saygıyla yerlere serilmiş, ağaçlar en güzel meyvelerini Onun için hazırlamış, melekler Onu selamlamak için yollara dökülmüştü.

Mescid-i Aksa Avlusu yerden, gökten, doğudan, batıdan sökün eden ışıklarla dolmaya başladı. Sanki dünyanın bütün aydınlık nehirleri oraya doğru akıyordu. Olanları bir ben değil bütün melekler görüyordu.

Beşeriyetin seçilmişleri, yeniden dirilişin mimarları olan bütün peygamberler Aksa avlusunu doldurmuştu.

“Ya Rab! Muhammed’in hürmetine beni affet.” diyen Hazreti Âdem. “Ya Rab! Ben mağlup oldum bana yardım et” diyen Hazreti Nuh. Ateşin kendisinde yakacak bir şey bulamadığı Hazreti İbrahim. Güzeller güzeli Hazreti Yusuf. “Ya Rabbi ben seni görmek istiyorum.” diyen Hazreti Musa, “Ben gidiyorum, ta Ahmed gelsin.” diyen Hazreti İsa…

O an şu fani dünyada Kudüs’ten daha bahtiyar bir yer var mıydı?

Yarın: 11. Bölüm, SİDRETÜ’L MÜNTEHA

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin