Hayata tutunmak

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Bu yazı özellikle benim gibi Türkiye dışında olan mağdurlar için yazılmıştır öncelikle. Ama Türkiye’de olanlarımızı da ilgilendirir aslında. Olduğumuz yerdir esas olan. Bir yerde olmak, var olmanın kaçınılmaz sonucudur. Her zaman bulunacağımız yeri tercih edemiyoruz. Memurlar bu duyguyu daha iyi bilir. Bir yerden başka bir yere çıkan her tayin, esasında yeniden bir karanlık evde uyanıp duvarların nerede olduğunu bilememek duygusu doğurur. Elleri öne uzatır, el yordamıyla bir yere değip nerede olduğunuzu anlamayı umarsınız. Ayağınız bir yere takılmasın tedirginliği içinde, yeni mekânın bilinmezliğinde küçük bir keşfe çıkarsınız. Bu sizin tercihiniz değildir, tamam ama mutlaka sizin gerçeğinizdir.

Bu yaşadığımız büyük takibat çok şey değiştirdi. Daha da değiştirmeye gebe. Bilemiyoruz ne olacak bir gün sonra, bir hafta sonra, bir ay sonra. Bir yıl sonra? Ya on yıl? Bilemiyoruz işte. Bu bilinmezliktir o evdeki karanlık. El yordamıyla sağa sola tutunarak, dokunarak-koklayarak geçirmemiz gereken zamanı geçirmeye çalışıyoruz. Zamanı öldürmeye çalışıyoruz. Ve evet, işte zaman geçiyor. Çocuklar biraz daha büyüdü. Benim merdivenleri koşarcasına çıkarkenki performansımsa biraz daha düştü. Aynadaki ben mi yoksa Mister No mu, bilmiyorum. O kadar beyazladı artık saçlar. Ve şakaklardan yukarılara doğru o kır orman yayılıyor, kuzeyin soğuk ormanlarındaki kar örtüsü gibi. Ve evet, işte zaman, o en büyük dost, mutluykenki! Ve mutsuzkenki en büyük düşman! Bilemiyoruz ne olacak yarın, haftaya, gelecek aya, seneye. Ve el yordamı, devam ediyoruz.

İyi de, o karanlık odaya bir süre sonra alışmaz mıyız? Gecenin birinde yine vakitsiz uyandığımızda bir de bakmışız ki el yordamına gerek olmaksızın bacaklarımız buluyor yolu. Ve o ev, hani taşındığınızda size yabancı, soğuk ve itici gelen, bakmışsınız sizin eviniz oluvermiş. Gözlerinizi kapattığınızda ve yatağınızı hayal ettiğinizde, günün yorgunluğunu bitirmek için artık, o evi, odanızı hayal etmektesiniz. Ya sokaklar? O başlangıçta sesini ve konusunu yadırgadığınız mekânlar? Bakmışsınız usulca size gülümsemeye başlamış, mahalleniz gibi.

Ömer Naci Soykan diye bir felsefe hocamız vardı. “Hayata atılmak diye bir şey yoktur, çünkü doğduğunuz andan itibaren hayatın içindesinizdir zaten!” derdi. Çok doğruymuş söyledikleri. Hayattayız ve ilk saniyesinden son saniyesine dek hayata, hayatımıza, hayatlarımıza dek ve varsa bizim meselemizdir. Üzerinde düşünmeli, konuşmalı, paylaşmalı. Doğru zamanı beklemek, bazen buna hiç zaman bulamamaya neden olabilir. Bir sır vereyim, zaman çok hızlı. Yaşam bu nedenle ötelenemeyecek kadar değerli. Hayatın içindeyiz ve her şey tozpembe değil elbette. TR724’te yazılan her yazı biraz da acının izlerini taşıyor. Bu acıdır esasında onu hayata yaklaştıran. Zeytinyağlı fasulyenin faydaları üzerine yazı bulmak zor – ama buna da ihtiyaç yok mu? Tüm enerjimizi ilgilendiğimiz konuya harcamak, bizi bir süre sonra yanıp tükenmek tehlikesiyle baş başa bırakmaz mı? Sanırım görmemiz gereken, yol alırken varılacak yere ulaşmak amacına karşın, o yolu yaşamak, getirdiklerini de götürdüklerini de sindirmek, onu kabul etmek anlayışına sahip olmamız gerektiğidir.

Biraz açayım müsaadenizle. Bir yersiz-yurtsuzlaşma yaşandı ve bu bugüne dek bizim gerçeğimiz oldu, değil mi? Kopartılmışlık duygusu! Bir zorunluluktan, kaçmak-kurtulmak için olan bir mecburiyetten, sığınmaktan size zulmedenden aksi istikamete doğru koşarak! O köyünü, şehrini, mahallesini, sokağını, evini terk edenin içinde, midesini buran, kalbini sıkıştıran, derin bir nefes almaya neden olan şey – evet ondan bahsediyorum ben. O duyguyla, topraktan yolunan çiçekler gibi boynunu büken insanlar denizi, işte orası biziz! Neden başımıza bu geldi sorusunu sormanın artık fazla bir şey getirmediğini, yararsız olduğunu anlamaya başlamadık mı daha? Eğer öyleyse başlayalım, olmaz mı? Çünkü bu başımıza ne geldi duygusu bizi devamlı dibe doğru çekiyor, dev gibi bir taş gibi, ayaklarımıza zincirlenmiş olan. Ve su yüzeyinde kalmamızı imkânsız hale getirmek için uğraşıyor mütemadiyen. O taştan kurtulmak gerek. O zinciri kırmak gerek. Çünkü o zincir, sizi hapse tıkmaya çalışan kuvvetin bunu fiziksel olarak başaramasa da manen sizi kendi hapsinizin içinde kalmaya mahkûm ediyor. Bu mahkûmiyetin beraatle sonuçlanmasını mı bekliyorsunuz? Hayır, bu olmayacak! Süreç bitse de, hakka-hukuka bir gün geri dönülse de olmayacak! Çünkü o içinizdeki itilmişlik, haksızlığa uğratılmışlık, ezilmişlik, dışlanmışlık, damgalanmışlık duygusu sizin benliğinizin bir parçası oldu, isteseniz de istemeseniz de! Yarın her şey bitse mesela ve ilk uçakla dönseniz memlekete, zannediyor musunuz ki her şey eskisi gibi olacak? Olmayacak! Olacak diyenler ya yalan söylüyor size (ve kendilerine), ya da bilmiyor, bilemiyor daha! Çünkü zaman geçiyor. Ve aynı nehirde bir defa daha yıkanamayacağınız gerçeğini fısıldıyor kulağınıza hayat. Aynaya bakın, o fısıltıyı duymuyorsanız. Yüzünüzün farklılaşan detayları sizinle konuşacak. Büyüyen çocuklarınızın küçülen giysilerini bir torbaya koyarken, o giysiler size anlatacak olanı biteni.

O vardığınız yerdesiniz. Orası sizin gerçeğiniz. İster yurtdışında bir yerlerde olun, isterse Türkiye’de bir KHK’lı, sosyal soykırıma uğratılan her gün, kendimizi bu yeni gerçeğe alıştırmak durumundayız. Bunu ocu-bucu olanlar için söylemiyorum. Hangi aidiyetle kendinizi tanımladığınız sizin meseleniz. Bunun inanın hiçbir önemi yok! Çünkü bu futbol veya basketbol gibi bir takım sporu değil. Takım sizin yükünüzü hafifletebilir belki. Ama çıkışı bulacak sizsiniz! Bu atletizm gibi, tek başınıza koşmanız gereken bir parkur. O bulunduğunuz yerdesiniz siz, fiziki olarak. Ama mental olarak hala yoldasınız. O yol hiç bitmeyecek, böyle devam ederse eğer. Bence yolun bitmesi size bağlı. Bunları size yazıyorum, ama kendime söylüyorum aslında. Yani inanın hiçbir başka amacı yok bu yazılanların. Diyorum ki, artık o ev değiştiren adamın yaşadığı yadırgama dönemi gibi, el yordamıyla duvarlara dokunarak yolunuzu bulmaya çabaladığınız dönemin geride kalması lazım. Sizin, eşinizin, çocuklarınızın ihtiyacı olan bu! Kabuğunuzu kırmak, sizi dibe çeken o zincirle bağınızı kopartmaktır gerekli olan. Özellikle çocuklar… Onlar için bunu yapmak! Evet. Yolun sonunda vardığınız yerde hissetmektir her şey. O size zulmedenin elinden gücünü alıvermek; bunun yolu o vardığınız yerde manen de olmanızdır artık.

Dışarı çıkın bugün biraz. Ama bir amaç için değil. Yani yapmak istemeyip de yapmak durumunda kaldığınız işe gitmek ya da bir bürokratik işinizi halletmek gibi bir gereklilik olmaksızın… Çıkıverin işte dışarı! Ve derin bir nefes alın. O aldığınız nefesin hakkını verin ama! Sokağınızda neler var bir bakın. Ağaç var mı ağaç? Kaç tane? Yaşlı, kadim ağaçlar mı yoksa daha yeni dikilmiş ince fidanlar mı? Önemi yok, ama siz gene de bir bakın. Kuşlar var mı kuşlar? Yok, martılar varsa hemen aklınıza İstanbul gelmesin. Siz o martıları gördüğünüz yerde o martılar kendilerini evlerinde hissediyorlar, biliyor musunuz? Ve diğer yerlere ait olan martıları hiç düşünmüyorlar. Bizim o martılardan bir farkımız yok aslında. Bu dünyaya doğduk biz (dünyada demiyorum, dünyaya diyorum!). Ve bu dünyada nerede yaşarsanız yaşayın, buraya aidiz biz. Tıpkı o martıların sizin yaşadığınız yere ait olması gibi. Ve evet, bunu anlayınca sonunda, size zulmedenlerin biraz daha küçüldüklerini, seslerinin biraz daha kısıldığını hissedeceksiniz.

KHK davaları 200 yıl sürecekmiş diyorlar. Hesaplamışlar! Benim bildiğim, ben bu davaların sonucunu görmem. Zaman geçiyor. Çocuklar biraz daha büyüyorlar. Ülkede insanlar birbirlerinden daha şiddetli nefret edebilmenin yollarını bulmayı her gün yeniden başarıyorlar. Bense kuş türlerini öğrenmeye çalışıyorum yaşadığım yerin. Çünkü o kuşların orada var oluşları bana yalnız olmadığımı, itilmiş olmadığımı, orada yabancı olmadığımı gösteriyor. Yaşadığım sokağı öğreniyorum. Şehirdeki fırınları, süpermarketlerdeki simaları, mahallî takımları ve maçlarının sonuçlarını… Fiziken olduğum yere beni mental olarak vardıracak ne varsa, hepsini küçük ama durmak bilmeyen adımlarla yapmaya çalışıyorum. Hayata atılmak diye bir şeyin olmadığını öğrendiğim gibi, hayata yeniden başlamak için bir geri dönüşe ihtiyacım olmadığını da öğrendim. İşin ilginci, bunu öğrenirken bir hocaya da ihtiyacım olmadı, hayattan başka. Ayaklarımda beni dibe doğru çeken taş düşüverdi, zincir kırılınca. Başımıza geleni zamanı geriye alarak engellemek mümkün olsaydı keşke. Ama bu imkânsız! Ve o yaşanılan tüm deneyimler, hayal kırıklıkları, acılar, üzüntüler, ne varsa işte, bizi değiştirdi. Onların izleri bizim parçamız oldu. Kendimizi tanımlarken, artık bu yaşanılan süreç bir milat olacak. Ve kimliğimizin önemli bir bölümünü bu tanımlayacak. Size zulmedenlerin zulmü ne zaman bitirecekleri size bağlı değil. Ama sizin yaşamınıza devam etmeniz – tüm zorluklara, acılara, hayal kırıklıklarına karşın – sadece ve sadece sizin elinizde! Tutunun hayata! Sokağa çıkın biraz! Sevdiklerinizi de yanınıza alın hatta.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Yüzbinlerce insanın içinde bulunduğu psikolojik ve sosyolojik durumu çok iyi yansıtmış, ve ileriye dönük çözüm yolları ortaya koymuşsunuz. Yazınızı okurken kendimden çok şey bulduğumu söylemek isterim.
    Şimdiye kadar buradaki hemen her yazınızı okudum ancak ilk defa yorum yapıyorum. Ülke siyasetinin içinde bulunduğu durumla ilgili yorumlarınızı ve paylaştığınız bilgileri çok değerli buluyor, be beğenerek okuyorum.
    Kaleminize sağlık.

  2. Erkekler entegre konusunda çok şanslisiniz.Başörtüyle sokağa çikinca o spermarktteki tanimaya calistigin simalar size dik dik bakiyo.Çikin dişari,kırın kabuğunuzu

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin