Toplumdaki kötülüğün kaynağı siyaset mi?

ANALİZ | KEMAL AY

İstanbul Maçka’da genç bir kadının kıyafetini beğenmeyen bir güvenlik görevlisi, muhatabının parkı terk etmesini istedi. Genç kadının olayı medyaya taşımasıyla güvenlik görevlisinin çalıştığı kurumla irtibatı kesildi.

Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde de sarıklı ve sakallı bir adam, eline geçirdiği tahrayla Atatürk heykeline saldırdı. Dinde putperestliğe yer olmadığını savunan adama bir süre sonra polis müdahale etti. Çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.

Bu arada Kur’an kursu hocası bir kadınla yakalanan ilçe müftüsünü, Kur’an kursundaki küçük bir kızı taciz ettiği için tutuklanan bir imamı da son bir hafta içinde medyadaki haberlerden okuduk.

Son yıllarda kadınlara uygulanan şiddet ve taciz vakalarının artmasıyla ilgili Aile Bakanlığı’nın geliştirdiği bir ‘savunma’ metodu var. Buna göre vakalar artmış değil fakat vakaların mahkemeye götürülme ve kayıt altına alınma oranı artmış. Bu da tabi ki AKP’nin ‘başarısı’. Zira artık insanlar, devlete güveniyor ve ‘kol kırılıp yen içinde kalmıyor’.

Ancak kayda geçirilen vakalardaki artış, göz korkutan cinsten. Mayıs ayında Adalet Bakanlığı adli vakalarla ilgili istatistikleri paylaştı. 2006’dan bu yana yapılıyor bu paylaşım ve 10 yılda ülkenin nereden nereye geldiğiyle ilgili bazı çıkarımlar yapmayı mümkün kılıyor.

18 YAŞ ÜSTÜNÜN YÜZDE 5,7’Sİ SANIK SANDALYESİNDE

Buna göre 2006’da 2 milyon 742 bin sanık varken, 2016’da bu sayı 7 milyon 398 bine çıkmış. 18 yaşın üzerindeki nüfusun yüzde 5,7’sinin ‘sanık’ sandalyesine oturmakta olduğunu hesaplayabiliyoruz buradan.

İşlenen suçların yüzde 23,7’si mal varlığına ilişkin. Yani hırsızlık, gasp, yolsuzluk ve bilumum maddi suçlar. Daha korkutucu olanı, bu suçların yüzde 21,3’ünün vücut dokunulmazlığına karşı ve yüzde 15,9’unun hürriyete karşı işlenen suçlardan oluşması. Bu suçların içerisinde yaralama, cinayete teşebbüs ve cinsel suçlar var. ‘İnsanın insana verdiği değer’ hususunda toplumdaki yerleşik algıyı sorgulatan bir durum. Nitekim adli vaka olarak kayda geçmeyen ve tarafların farklı yöntemlerle ‘hallettiği’ bir yığın başka meseleyi de hesaba katmak gerekir.

2006’da çocuklara yönelik cinsel istismarda suçundan 3 bin 778 karar verilmiş. 2016’da bu sayı 21 bin 189’a çıkmış. Sanıkların yüzde 58,8’i ceza almış bu kararlarda. Gerçekten ne kadarı suçlu bilemiyoruz zira mesela cinsel taciz suçlarında sanıkların ceza alma oranı 2006’da yüzde 47,7’den 2016’da yüzde 36,5’e düşmüş. Son yıllarda kamuya yansıyan cinsel istismar içerikli davalarda mahkemelerin ‘sanıklardan yana’ tutumları tartışma konusuydu. Dahası, çeşitli baskı araçlarıyla şikayetlerin çekildiği görülüyor.

(15 Temmuz sonrası AKP’nin ‘toplumsal kıyımı’ henüz bu istatistiklere yansımamış durumda.)

ADLİ VAKA İLE SİYASİ YOZLAŞMA BİRBİRİNDEN AYRILMALI MI?

Diyeceksiniz ki, yazının başında bahsi geçen güvenlik görevlisinin bir kadının kıyafetine karışması ve Atatürk heykeline saldırılması olayları ‘adli vaka’ sayılmaz, onların arkasında ideolojik bazı hesaplaşmalar yatıyor. Hem katılıyorum hem katılmıyorum.

Maçka Parkı’ndaki olay medyada geniş yer buldu. Özellikle toplumda önde gelen kadınlar tepki gösterdi. TÜSİAD’ın eski başkanı Ümit Boyner’in ‘Kimden alıyorsunuz bu gücü?’ sorusunun cevabı, birçokları için belliydi ama Ümit Hanım bu cevabı verme konusunda yeterince ‘güçlü’ görülmüyordu. Güvenlik görevlisinin parktaki kadının kıyafetine karışabilmesini mümkün kılan atmosfer, bazılarına göre, bizzat iktidar tarafından oluşturulmuştu. Anne babaların müsaadesiyle iyice zıvanadan çıkan çocuklar gibi, toplum da siyasî ‘müsaade’ ile kendini pek çok şeye yetkili hissediyordu.

Hatırlarsanız şortlu bir kadına otobüste tekme attığı görüntülenen, belgelenen sanık da 9 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılıp sonrasında serbest bırakılmış, tepki olunca da yeniden tutuklanmıştı. Bu tip davalarda yasaların nasıl uygulanması gerektiğine dair çeşitli içtihatlar var: Ancak hâkimin yorumu çoğunlukla toplumsal hassasiyetlerle, kişilerin özgürlüğü arasında bir denge gözetmeye çalışıyor. Toplum, sonuna kadar cezalandırma talep ederken, yasa yorumcuları ‘topluma yeniden kazandırma’ gibi bir sınır koymaya çalışıyor. Gelgelelim, siyasî atmosfer burada da devreye giriyor ve siyasetteki yozlaşmadan bunalan toplum kesimi, bu türlü durumları siyasî mücadelenin bir parçası olarak gördüğü için ‘mutlak zafer’ ile sonuçlanmasını talep ediyor.

Atatürk heykeline saldırı meselesinin de Türkiye Cumhuriyeti hafızasında benzer bir önemi var. Cumhuriyet’in kuruluşunun ‘toplumun bir kesimine rağmen’ olduğu yönündeki yaygın anlatı, bu türlü ‘sembolik’ eylemleri travmatik bir düzeyde ele alma sonucunu doğuruyor. Mesela yargı/devlet heykele saldıracak adamı idam edeceğini söylese, muhtemelen toplumun aynı kesiminden cılız bir muhalefetle karşılaşır. Zaten devlet/yargı verdiği kararlarla çoğu zaman bu ‘toplumsal yarılmayı’ beslediği için biraz da buralardayız. 27 Mayıs’tan sonra Adnan Menderes ve arkadaşlarının asılması ve 10 yıl sonra ‘3 sizden, 3 bizden’ denilerek Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılması bunun bir örneği.

İdeolojik hesaplaşmalarla adli vakaların birbirine bu kadar ‘yakın’ algılanmaya başlaması, toplumdaki bu yarılmayı da derinleştiren cinsten. Siyasetteki boğucu hava, ben ve öteki kavramlarının sürekli altını çizdiği için çoğu zaman işlenen ‘suçlar’ da bu çerçeveye sığıyor. Ancak kişileri değil de sürekli ideolojileri cezalandırmaya çalışmak, başka onulmaz yaralar da açıyor.

TOPLUMSAL KÖTÜLÜK DALGASINDAN KAÇMAK İÇİN…

Gelgelelim siyasî atmosferin boğuculuğu kadar, toplumsal realitelerin darlığı da bugünkü hâlimizin sebepleri arasında. Lisede ve üniversitedeyken çok farklı fikirleri olan, ailesinin dünyasını aşmak, doğup büyüdüğü yerin sınırlı imkânlarının ötesine yürümek isteyen çok arkadaşımın bugün tıpkı (bir zamanlar beğenmediği) anne babası gibi yaşadığını görmek tuhaf hisler yaşatıyor. Elbette geçmişin güzellikleri tekrar edilir ve güzel gelenekler yaşatılır ama Hz. Ali’nin (ra) ‘çocuklarınızı yaşayacakları zamana göre yetiştirin’ tavsiyesinde de görülebileceği gibi, geleceğin dünyasında ‘yabancılık çekmeden’ yaşayacak nesiller yetiştirmenin de ancak bu ‘toplumsal realitelerin darlığından’ çıkarak mümkün olabileceğini düşünüyorum.

Nitekim bu ‘geleceğe adapte olamama’, Osmanlı’dan bugüne 200 seneden fazladır meşgul olduğumuz ve bir türlü de hakkında ne yapacağımızı bilemediğimiz bir durum. Nihayet ‘ayağa kalktığını’ düşünen Neo-Osmanlıcı kesimin dünyadan daha da koptuğunu görünce, maalesef gelecek birkaç kuşağın da bu 200 senelik döngüyü devam ettireceği izlenimi ediniyorum.

Üstelik toplumun yukarıdaki suçları işlemeye devam etmesi, beraberinde başka yoğun sosyal problemleri de beraberinde getirebilir. Böylesi durumlarda, ‘sağlıklı özel alanlar’ inşa etmek ve çözümü bir hayli zor problemler karşısında zaman zaman böyle alanlarda ‘soluklanmak’ elzem. Bu yalnızca manevî bir takım bir araya gelmeler değil maddî anlamda da, farklı gündemlere sahip olmakla aşılabilecek bir durum. İyi bir roman okumak, güzel bir film seyretmek, bunlar hakkında konuşmak, siyaset ve toplumdaki yozlaşmaya karşı iyi bir merhem hükmünde.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin